Her şeyden önce din adına öğrendiklerimiz Kûr'ân ve Sahih
Sünnet'in özüne mugayir olmamalıdır. "Yarım doktor candan eder, yarım hoca
dinden eder" darb-ı meseli ne kadar da yerinde söylenmiş bir söz. Öyle ki,
dinin özü ve tevhidî değerler yanılabilir/yanıltabilir insanlardan öğrenilmez.
İnsan dünya ve ahiret saadeti için dinini mutahhar (33/33) olandan, yani
Allah'ın seçkin ve pak kıldığı velî kullarından öğrenmelidir.
"Kendilerine doğru yol gösterilmediği süre doğruyu
bulamayan mı uyulmaya layıktır, doğruyu bilen mi uyulmaya layıktır."
(Yunus: 35) Biz dinimizi doğruyu bilenden öğrenmeliyiz.
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki, "Ben ilmin
şehriyim, kapısı da Ali'dir, bana o kapıdan gelin." Yani dini o kapıdan
öğrenin. Muaviye'den, Yezid'ten ve Sakife ehlinden veya bunların ardıllarından
din öğrenilmez. İmâm Câfer bir gün insanların fıkhî konularda bilgi edinmek
için birilerine yöneldiğini görünce, "Bunlar bizim kapımızda neyi eksik
gördüler ki başka kapılara gidiyorlar?" demişti. Ne acıdır ki, o
kapılarına gidilen insanlar adına sonraları mezhepler bile ihdas ettiler. Bugün
hâlâ o mezheplerin bazıları mutahhar/seçkin Ehl-i Beyt imâmlarına rağmen ümmete
yön ve şekil vermeye devam etmektedir. Hacı Bektaşî Veli Hazretleri'ne
atfedilen aruz vezninde yazılmış dörtlük rubai şöyle: "Pırlanta var iken
pul neye yarar? Aslını bilmeyen kul neye yarar? Herkes bir yol tutturmuş
gidiyor. Mevlâya varmayan yol neye yarar?" Anlayanlar için çok veciz bir
dörtlük rubai! "Men kuntu mevlâhu Aliyyen mevlâ."
Ayrıca Ehl-i Beyt kanalından bize intikal etmiş bir dua var
ki, dinimizi öğrenmemiz hususunda bakın bize nasıl bir adres veriyor: "Ya
Rabbi bana kendini tanıt! Ben seni tanıyamazsam peygamberini tanıyamam! Ya
Rabbi bana peygamberini tanıt! Ben peygamberini tanıyamazsam vasîsini
tanıyamam! Ya Rabbi bana peygamberinin vasîsini tanıt! Ben peygamberin vasîsini
tanıyamazsam dinimden saparım!"
Evet, bu dua bize dinimizi kimlerden öğreneceğimize ilişkin
adres vermektedir.
Şu hâlde muzır neşriyata ve muzır kişilere dikkat etmeliyiz.
Bakıyorsunuz, din adına yazılmış eserde zalimlere itaat
öneriliyor. Bakıyorsunuz din adına ahkâm kesen şahıslar sizi zalimlere itaat
etmeye yönlendiriyor. Bazıları ise "zalimlere itaat edin" demeseler
de sizi bir takım ritüel ve zikirlerle pasifize edebiliyorlar. Örneğin dinde
devlet mekanizması mükellefiyeti var, dinde İslâm'ın müesses nizam hâline
getirilme görevi var, ama onlar müntesiplerine bu vecibeden söz etmezler. Veya
"emr-i maruf ve nehy-i münker" vazifesinden söz etseler de bunu
bireysel davranışlara indirgemektedirler. Oysa bireysel olmakla birlikte
"emr-i maruf ve nehy-i münker" görevi devlet mekanizmasının yasama,
yürütme ve yargı organlarını da kapsamaktadır. Bakınız özellikle günümüzde
DİB'te 150 bin dolayında sözüm ona din görevlisi var; bunlar neden toplumsal
düzenin Allah Teâlâ'nın yasalarıyla mütenasip ve insicâm içerisinde (adalet
temeline dayalı) tanzimine ilişkin devlet mekanizmasına olan ihtiyaçtan söz
etmezler? Aynı şekilde o kadar çok tarikat, cemaat ve din tandanslı sivil
toplum örgütü ve dernek var, bunlar İslâm'ın müesses nizam hâline gelmesi için
ne kadar çaba sarf ediyorlar? Gündemlerinde böyle bir amaç ve gaye var mı? Oysa
bunları anlatmamak her şeyden önce Kûr'ân'a ve Nebevî Sünnet'e mugayirdir.
"Hakkı bâtılla örtbas etmeğe kalkışmayın ve bile bile hakkı
ketmetmeyin/gerçeği gizlemeyin." (Bakara: 42) Allah Teâlâ'nın hukuku ile
şekillenmesi gereken devlet mekanizmasına olan ihtiyacı anlatmamak dine/İslâm'a
yapılan en büyük ihanettir. Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Yeryüzünde adaleti
tesis etmeniz için Kûr'ân'ı ve mizanı indirdik. (Hadid: 25) Adil bir yönetimin
oluşturulması bütün ümmete tevdi edilmiş mükellefiyetir. Müslümanların yönetim
şekli adalet temeline dayalı olmak zorundadır. Müslümanların yönetim şekli
Allah Teâlâ'nın hukuku ile mütenasip ve insicâm içerisinde olmak durumundadır.
Zalimlere ve liyakat sahibi olmayanlara itaat söz konusu olamaz. Rabbimiz
buyuruyor ki: "Ölçüsüzce davranan (hakka hukuka riayet etmeyen) kişiye
itaat etme." (Şuara: 151)
"Zalime meyletme yoksa sana da ateş dokunur."
(Hud: 113) "İşi ehil olana verin." (Nisa: 58)
Ama ne yazık ki, ehil olmadıkları hâlde hile ile (oldu-bitti
ile), kılıç zoru ile Müslümanların yönetimlerini ellerine geçirenler içtihat
kavramını şeytanî emellerine alet ettiler ve tarih boyunca bu şekilde ümmeti
yönettiler. Oysa Mecelle'de geçtiği üzere "Mer'i olan nass'da içtihada
mesağ yoktur." Yani işi nass ile belirlenmiş ehil olana vermeliydiler.
Zira dinin hükmü buydu. Günümüzde bile zalim yöneticiler ve zalim rejimler bazı
(sözde) din adamlarınca tartışmaya dahi açılmamaktadır. Bu zulüm devranının
böyle devam etmesini istemektedirler.
Bu mantıkla yazılan nice eserler, nice alim diye bilinen
şahıslar insanları edilgen olmaya sevk etmektedir. İnsanları güdülen/sömürülen
ve onursuz bir duruma konsolide etmektedirler. Bugün İslâm ümmetinin ezici
çoğunluğu bu durumda. Oysa ilâhî sorumluluk yerine getirilse, yani Allah
Teâlâ'nın rızasına uygun bir devlet yapılanması tahakkuk ettirilse bu durum
Müslümanlara güç, izzet ve onur bahşeder.
Rabbimiz buyuruyor ki: "İzzet ve şeref Allah'ın,
Resulü'nün ve mü'minlerindir." (Münafikun: 8)
Bu izzet ve şerefe ulaşmak ancak tevhidî değerlerle uyum
içerisinde olacak bir devlet mekanizmasının hayata geçirilmesiyle mümkün olur.
Müslümanlar bu bilince erişmek ve sorumluluklarını yüklenmek zorundadır.
"Şüphesiz: 'Rabbimiz Allah'tır" deyip de sonra dosdoğru sorumluluklarını
yerine getirenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Ahkâf: 13)
Dosdoğru, yani sırat-ı müstakim üzere sorumlulukları yerine
getirme çabasında olmak. Bütün mesele bu. Rabbimiz buyuruyor ki:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol." (Hud: 112) Dosdoğru olabilmek dini
çok iyi bilmekle olur. Takva bilinç ve hikmetten sonra devreye girer. Bilinçsiz
ve hikmetten uzak takva sahibini ham softa ve yobaz yapar. Zira eksik ve yanlış
bilgi hiç bilmemekten çok daha tehlikelidir. Bilmeyene anlatır öğretirsiniz, ama
yanlış bilgi sahibine doğruyu anlatmak deveye hendek atlatmaya benzer. Albert
Einstein diyor ki, "İnsanların ön yargılarını kırmak atomu parçalamaktan
daha zordur." Din konusunda yanlışa konsolide olmuş kişi aslında dinin
özünden, dinin kendisine yüklediği asli misyondan uzaklaşmış olur ama yapıp
ettikleriyle kendisini dindar/dini bütün sanır. İşte bu ham softalıktır,
yobazlıktır ve kör taassup ehli olmaktır. Kendi gibi düşünmeyeni ötekileştirir,
dışlar, düşman bilir, aşağılar/tahkir eder, hatta tekfir eder. Elbette bu tür
tutumlar yeni değildir. İlk eksen kaymasından bu yana bu mantık, bu sapkın
anlayış günümüzde de devam etmektedir. Tarih boyunca Ehl-i Beyt imâmları ekarte
edildi, ümmetle aralarına bariyerler indirildi ve din ısrıcı/zalim sultanların
tayin ettiği saray âlimlerinden öğrenildi. Kapıkulu sözde âlimlerin ardılları
da bu yanlış din anlayışını bir misyon olarak günümüze kadar taşıdılar. Ehl-i
Beyt imâmlarına yapılan haksızlık ve zulümleri gündeme getirmek bazılarınca
"fitne" olarak görülür oldu. Yine birileri tarafından Kerbelâ
katliamının bile anlatılması istenmiyor. Oysa Kerbelâ tevhid ehli bütün
Müslümanlar için bir okuldur. Kerbelâ tüm çağlara ve tüm zamanlara yönelik
meşâledir. Bu meşâle tevhid ehli muvahhid Müslümanların yolunu kıyamete kadar
aydınlatmaya devam edecektir. Ancak ne yazık ki, İslâm dünyasının bir kesimi bu
meşâleye karşı gözlerini kapamış vaziyettedir. Bunun da sebebi baştan beri
ifade etmeye çalıştığımız liyakat sahibi olmayan saltanat sahibi yöneticiler ve
onların kapıkulu din tacirlerinin yönlendirmeleri olmaktadır. Bugün gelinen
noktayı görüyorsunuz. İslâm ters yüz edilmiş vaziyette ama vürgalize olmuş
yığınlar hâllerinden gayet memnun. Elbette olması gereken bu değil. Meseleye
vukûfiyeti olan Müslümanlar azınlıkta olsalar da durumdan memnun değiller ve
muzdaripler. Bu yüzden işleri zor ancak yine de hak ve hakikati bıkmadan,
usanmadan, yılgınlık göstermeden anlatmak zorundayız. Yüce Rabbimiz yanlış din
anlayışına, yanlış itikada sahip olanlar için buyuruyor ki: "Ey imân edenler,
imân ediniz." (Nisâ: 136)