İmam Rıza'nın Velayeti

GİRİŞ: 30.04.2019 21:50      GÜNCELLEME: 30.04.2019 21:50
Rasthaber -  Allah'ın Adıyla

 

            İmâm Musa Kâzım’ın (a.s) şehâdetinden sonra Ehl-i Beyt yârenleri  Medine’de bir toplantı tertipliyorlar. Ümmü Ahmed’in evinin bahçesinde bir araya gelen velâyet nûrunun sadık dostları istişare ve durum değerlendirmesinden sonra hep birlikte biat için İmâm Rıza’nın (a.s) evine gidiyorlar. Sonuç olarak İmâm Musa Kâzım’ın (a.s) vasiyeti üzere İmâm Rıza’ya (a.s) biat ediliyor. (Biharu’l-Envar, 48/307-308)

            Bazı rivâyetlerde ise biatın gizli yapıldığı ve Harun Reşit hayatta olduğu süre (veya Bağdat’ı terk edene kadar) bunun açığa çıkarılmadığı belirtilmektedir. Zira Harun Reşit’in İmâm Musa Kâzım’a (a.s) yönelik yaptığı zulümler, defalarca hapsetmeler ve sonunda zehirletilmesi takiye ve gizliliği zorunlu kılmaktaydı. Onun zulüm ve kötülüklerinden hiçbir Ehl-i Beyt dostu emanda değildi ki İmâm Rıza (a.s) bundan müstesna olsun.

            Zaten tarihî kaynaklarda, “Musa Kâzım’dan sonra onun ailesinden her kim imâmetini ilân ederse onun boynunu vuracağım” diye yeminler ettiği rivâyet edilmektedir. Bu haberler İmâm Musa Kâzım’ın (a.s) kulağına gitmiş olmalı ki, oğluna imâmetini alenî olarak ilân etmemesi için nasihatte bulunmuş. Buna istinaden İmâm Rıza (a.s) uzun süre faaliyet ve çalışmalarını büyük bir gizlilik içerisinde sürdürmekteydi. (Hidayet Önderleri c. 10, s. 78)

            Daha önce de söz konusu ettiğimiz gibi Harun Reşit işlemiş olduğu cinayetin açığa çıkmaması için çeşitli entrika ve hilelere başvurmuştu. Şimdi de her hangi bir halk ayaklanmasına ve imâmetin ilânına yönelik bir emare görmeyince Ehl-i Beyt’e karşı uyguladığı kuşatma ve baskı politikalarına gevşeklik getirmişti. Ancak buna rağmen bazı jurnalciler kendisine farklı haberler ulaştırmaktaydı. Hatta ispiyoncuların Harun Reşit’e bilgi aktardıkları esnada bazı tıyneti bozukların büyük bir habaset duygusuyla kendisine ettiği yemini hatırlatmaktaydılar. Harun Reşit ise kendilerine, “Babasına yaptığımız yeter, hepsini mi öldürelim!” diye cevap vermekteydi. (el-Fusulu’l-Muhimme, s. 245)

            Hâlbuki, Harun Reşit’in bir tek endişesi vardı o da saltanatını tehlikeye düşürmemek. Yoksa onun acımasızlığı herkese malumdu. Harun Reşit işlediği cinayetten sonra Ehl-i Beyt ve yârenlerine karşı sürekli tedirginlik içerisindeydi. Bayındır hâle getirdiği Bağdat bütün bir ihtişamına rağmen ona dar gelmeye başlamıştı. Anlatıldığı üzere sürekli kâbuslar görmekteymiş. Harun Reşit sonunda dayanamayıp daha güvende olmak arzusuyla çok sevdiği Bağdat’ı terk edip tahtını-sarayını Rey şehrine taşımış üç yıl sonrasında ise Horasan’a yerleşmişti. Burada da bir yıl yaşadıktan sonra tarihteki nice zalimler gibi yüklenmiş olduğu günah ve vebâllerle Hicrî 193 senesinde ölmüştü.

            Tarihî kaynaklara baktığımızda İmâm Rıza (a.s) Hicrî 183 senesinde fiilen imâmeti yüklendikten (Harun Reşit’in öldüğü) Hicrî 193 senesine kadar yani on yıl boyunca faaliyetlerini gizlilik içerisinde sürdürmekteydi. Buna rağmen Ehl-i Beyt mesajını yani öz Muhammedî İslâm’ın tevhidî hakikatlerini özel elçileri vasıtasıyla uzak coğrafyalara kadar ulaştırmaktaydı. Harun Reşit’in ölümünden sonra ise Abbasî veliâhtlarının taht kavgaları yüzünden ortam İmâm’ın (a.s) faaliyetleri için daha müsait hâle gelmişti.

            Ancak daha önceleri de söz konusu ettiğimiz gibi Emevî ve Abbasîlerin din tahrifatı ve halkın yozlaştırılması süreci bir hayli etkili olmuş ve İslâm coğrafyasında büyük sapmalar meydana gelmişti. Bu nedenle İmâm’ın (a.s) faaliyet ve çalışmalarının ekseninde düzeltme ve onarma olguları vardı. Halkın sapık akımlara karşı uyarılıp irşad edilmesi bir zorunluluktu. Zaten Ehl-i Beyt imâmlarının en önemli misyonlarından biri de buydu.. Aziz İslâm dinini her türlü sapma ve tahrifattan koruyacak muhafızlar onlardı. Kur’ân ve Sahih Sünnet onlara emanet edilmişti.  

            Önceleri Emevîler, şimdilerde Abbasîler her türlü sapık fikir akımlarına ve kendilerini onaylayan mezheplere faaliyet imkânı tanıyıp bu yolla halkı güdülen sürüler haline getirmenin çabası içerisindeydiler. Ne yazık ki, halkın büyük ekseriyeti bu sapık fikir akımlarının ve onaycı mezheplerin tesirinde kalıp Abbasîlere itaati dinî bir vecibe bilmekteydi.

             Bir de ortaya attıkları fikirlerle ve olmadık-alâkasız konularla zihinleri oyalayıp meşgûl etmekteydiler. Örneğin Harun Reşit Kur’ân’ın kadim olduğunu ileri sürüp bir tartışma başlatıyor. Bir takım insanla da Kur’ân’ın mahlûk olduğunu iddia etmeye başlıyor. Halk arasında bu tartışma oldukça yaygınlık kazanıyor. Ancak Harun Reşit, “Benim söylediğim doğrudur” diyerek “Kur’ân mahlûktur” diyenlere idam cezası getiriyor. Nitekim bu yolla birçok kişiyi idam ettiriyor. (el-Bidaye ve’n-Nihaye, 10/215)

            Harun Reşit bu fikrini dinin en temel prensibi hâline getiriyor. Bu nedenle aksi iddiada bulunanlara idam cezası uyguluyor. Oğlu Me’mun iktidara geldiğinde ise bu fikrin aksini savunup Kur’ân’ın mahlûk olduğunu, kadim olmadığını iddia etmeye başlıyor. Ve bu fikrinin benimsenmesini halka mecbur kılıyor. Bu konuda saray âlimlerine talimatlar verip Kur’ân’ın mahlûk olduğu iddiasının halk tarafından benimsenmesi için Cuma hutbelerinde konunun anlatılması talimatını veriyor. (Tarihu’l-Hamis, 2/334)

            Ayrıca daha önceleri de söz konusu ettiğimiz gibi, Abbasîler kendilerine teslimiyetçi bir mantıkla itaati sağlamak adına İslâm’ın tevhidî inanç sistemine mugayir düşünceleri öne sürmekteydiler. Özellikle cebir (insanın, amellerini kaderin zorlamasıyla yapması inancı), tefviz (insanın, amellerini kaderden bağımsız olarak yapması fikri) ve Allah Teâlâ’ya isnad edilen tecsim (cisimlendirme) ve teşbih (benzetme) gibi düşünceler halka empoze etmeye çalışılıyordu. (Bu fikir ve düşünceler ne yazık ki, günümüzde bile bir takım cemaat ve mezheplere sirayet etmiş bulunmaktadır.)

            Abasîlerin tıpkı Emevîler gibi yapmış olduğu tahrifatlardan biri de halk nezdinde kendilerini meşrulaştıracak hadisler uydurmalarıdır. Özellikle saray âlimleri denilen din tacirlerine yaptıkları bol ikram ve bahşişlerle kendilerini ulvî kisvelere büründürüp onaylatacak çok miktarda hadis siparişleri verilmekteydi. Harun Reşit’in özelliklerinden biri de bu tür Bel’âm sıfatlı din satıcılarına saray erkânı huzurunda son derece hürmetkâr davranmasıydı. Protokol ve toplantılarda onları başköşeye oturturmuş ve herkesin onlara saygılı davranmasını istermiş. Bir keresinde ilme (!) olan saygısını ibraz etmek için Ebu Muâviye isminde bir din bezirgânının ellerine bizzat su döküp peşkir tutmuş. (Tarihu’l-Bağdat, 14/8)

            Harun Reşit, saltanatına ve kendi şahsına kutsallık kisvesi giydirmeye çalışan şairleri de ihmal etmemekteydi. Şairin biri Harun Reşit’i “Eminullah” diye nitelediği dörtlük bir beyit okuyunca dört bin dinarla ödüllendirilmişti. Harun kinayeli bir şekilde, “Bizi daha fazla övseydin, biz de daha fazla verirdik” diyerek, âdeta diğer şairleri de kendisi hakkında benzerî şiirler yazmaları için teşvik etmekteydi. (Murucu’z-Zeheb, 3/365)

            Bir başka şair ise Harun Reşit’in saltanatını pekiştirme adına şöyle bir kutsiyet atfediyor: “Halifenin sevgisi, öyle bir sevgidir ki, ona ancak Allah’a isyan eden ve fitne çıkaranlar boyun eğmez.” (Tarihu’l-Hulafe, s. 233) Görüldüğü gibi saltanata ve gasıp iktidar sahiplerine asî olan herkes Allah’a karşı isyan eden bir baği ve toplum içerisin de fitne çıkaran bir eşkiya olarak lanse edilmekteydi.

            Harun Reşit oğlu Emin’i veliaht ilân ettiğinde saraydakiler artık onu halife olarak görmekteydiler. Şair Selm el-Hasir hemen dehasını devreye sokup şu mısralarla Emin’e övgüler yağdırıyor: “Hidayet yol göstericisine, insanlar ve cinler biat etti Zübeyde’nin oğlu Emin’e. Allah Halife’yi onayladı, bina ederken Daru’l-Hilafe’yi en açık ve en görkemli yerde.”

            Böylesi bir şarlatanlık ve yardakçılıkla gasıplara övgüler yağdıran ve bu tutumlaıyla Allah Teâlâ’ya iftiralar atan şairler büyük bahşişlere gark edilmekteydiler. Harun Reşid’in hanımı Zübeyde’nin ismi şiirde zikredilince hemen cûşa gelip yirmi bin dinarlık mücevherini şaire hediye ediyor. (Tarihu’l-Hulafe, s. 233)

            Öte yandan saray mollalarının kasıtlı olarak yaptıkları en büyük tahrifatlardan biri de İslâm’daki zühd, kanaat ve takva kavramlarına öylesine sapık tasavvufî anlamlar yüklemişler ki, halkın pek çoğu siyaset ve maişetle ilgilenmemeye başlamış ve yaşadıkları miskinliği zühd, kanaat ve takvâ ile tanımlar olmuşlar.. Yaygınlaşan böylesi bir tasavvuf anlayışıyla halk sosyal ve siyasal alanla ilgilenmez olmuş. Emr-i maruf, nehy-i münker unutulmuş. Zühd, kanaat ve takva adına halkın belirli bir kesimi münzevî bir hayat yaşamaya koyulmuş. Uzlet ve inzivaya çekilmek halk nezdinde öykünülecek erdemli bir tavır olmuş.

             Buna karşılık Abbasî saraylarında, tıpkı Emevî saraylarında olduğu gibi son derece lüks ve israf içerisinde şımarıkça ve çılgınca debdebeli bir hayat yaşanıyordu. Sarayda hayatı belirleyen iki nefsanî unsur olarak arzular ve şehvet vardı. Şairlere, şarkıcılara, cariyelere, hokkabazlara ve dalkavuklara beyt'ül mal peşkeş çekilmekteydi. Kendilerin asker yollayan aşiret reislerine hâkezâ.. Ulûfeler zaten bunun için hazırdı!.. Bir de valilere peşkeş çekilen hazine gelirleri vardı. Taberî’nin kaydettiğine göre Horasan Valisi’nin mal varlığı seksen milyon dirhemi aşmıştı. (Tarihu’l-Taberî, 8/324)

            İsrafın bini bir para olduğu, kişiliklerin satın alındığı, saltanat sahiplerinin kutsandığı ve toplumun pasifleştirilip yozlaştırıldığı böylesi bir ortamda elbette ki Ehl-i Beyt imâmlarına çok işler düşmekteydi. İmâm Rıza (a.s) babası ve diğer Ehl-i Beyt imâmları gibi vazifesini bi hakkın yerine getirmenin çabası içerisindeydi. İmâmetinin ilk on yılında faaliyetlerini büyük bir gizlilik içerisinde sürdürmekteydi. İmâm (a.s) elçileri aracılığı ile sürdürdüğü gizli çalışmalarıyla İslâm coğrafyasının hemen hemen her köşesine kadar uzanmaktaydı.

            Harun Reşit, İmâm’ı (a.s) sürekli takibat altında bulunduruyordu. Ancak edindiği bilgiler İmâm’a (a.s) yönelik menfî bir girişimi gerekçeli kılacak nitelikte değildi. Zaman zaman Ehl-i Beyt yârenlerinden bazıları İmâm’ın (a.s) faaliyetlerinden dolayı endişelerini dile getirdiklerinde,   İmâm (a.s), “Allah Teâlâ’nın izniyle o bana bir kötülük edemez” diye karşılık vermekteydi. (İsabetu’l-Vasiyet, s. 174) Harun Reşit’in Ehl-i Beyt’e yönelik düşmanlığına rağmen ve hatta İmâm Musa Kâzım’ı (a.s) zehirletilmesine rağmen İmâm (a.s) ondan yana kendisini emniyette hissetmesi ancak ön bilgi ile izah edilebilecek bir durumdur. Zira İmâm’ın az önceki ifadelerinin benzerini başka kaynaklarda da görmekteyiz. (Biharu’l-Envar, 49/116) İmâm (a.s) bu cevapları kendisinden son derece emin bir şekilde vermektedir. Elbette ki, bu Allah Teâlâ’nın veli ve mutahhar kullarına has bir tutumdur.

            Oysa Harun Reşit, günümüz tabiriyle halka yönelik tam bir “devlet terörü” uygulamaktaydı. Onun Müslüman ahaliye yönelik yaptığı despotik baskılar, işkence ve zulümler “zalim” kavramının ismi ile müsemma olmasına neden olmuştur. Tarihî kaynaklarda ondan söz edilirken isminin önüne “zalim” kelimesini bir sıfat olarak eklendiğini görmekteyiz. (Örneğin “zalim Saddam” gibi, ona da “zalim Harun Reşit”denilmekte.) Ayrıca onun hakkında zulüm ve kötülükleriyle ilgili darb-ı meseller oluşturulmuş.

            Buna rağmen İmâm Rıza (a.s) Allah Teâlâ’ya tevekkülle tedbirlere tevessül ederek ve kendinden emin bir şekilde halkı irşad çalışmalarını sürdürmekteydi. İmâm’ın (a.s) Mescid-i Nebevî’de işlemiş olduğu derslerden mâadâ İslâm coğrafyasının en uç noktalarına varasıya dek Müslümanların fıkhî ve adlî sorunlarını çözümlemeye yönelik faaliyetlerdi bunlar. Ayrıca değişik İslâm beldelerinden İmâm’a (a.s) Ehl-i Beyt bağlılarınca humus, zekât ve infaklar aktarılmaktaydı. İmâm (a.s) bu gelirleri halkın yoksul ve muhtaç kesimlerine ulaştırmaktaydı.

            Olması gereken elbette sadece bunlar değildi. Velâyet ve imâmet demek İslâm ümmetini en üst dereceden yönetmek yani devletin en üst kademesinde bulunmak demektir. Bu makam işgal altında olunca yapılabilecek diğer işlerden el-etek çekmek olmazdı elbette. Ehl-i Beyt imâmları gasp edilmiş haklarına rağmen İslâm’ın bekâsı ve ümmetin maslahatı için her türlü fedakârlıkta bulunmuşlardır. Üstelik nice sıkıntılara dûçar olarak ve nice bedeller ödeyerek.. Allah Resûlü’nün (s.a.a) yegâne varisleri olan Ehl-i Beyt imâmlarının yaşadıkları çağda ve içerisinde bulundukları koşullarda her birinin kendine özgü bir yaşam serüveni ve bir serencamı var.. Her birinin hayat hikâyesi ibret levhaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Ve yine her birinin hayat hikâyesi tüm çağlara ve tüm nesillere numune-i timsâl ve ibretamiz mesajlar sunmaktadır.

            Bunun karşısında Ehl-i Beyt imâmlarının yaşadıkları çağ ve dönemlerde Müslüman ümmete vaziyet eden, onları İslâm adına yöneten gasıpların hayat hikâyeleri de ibret vesikası olarak karşımıza çıkmaktadır. Onların İslâm’dan fersah fersah uzak pespaye yaşamları, Müslümanlara yaptıkları zulümler, despotizme dayalı yönetim anlayışları, onur ve izzet sahibi halkları zillete düşürmeleri, öz Muhammedî İslâm’dan uzak, yanlış bir din anlayışının empoze edilmesi sonucu ibadetlere bidatların karıştırılması, namazın, orucun ve haccın aslî hüviyetinden çıkarılıp soyutlanması acı verici ve hazin bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

            (Ne yazık ki, bu yanlışlar günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır. Kendilerine itaatin farz kılındığı Allah’ın veli kullarından edim ve ibadet şekilleri öğrenilmesi gerekirken İslâm ümmetinin büyük bir kesimi o günlerde şekillendirilen din anlayışına tabi olmaya devam etmektedirler.)

            İmâm Rıza (a.s), Müslümanların toplumsal hayatını çok yönlü olumsuzlukların kuşatmış olduğu böylesi bir zaman diliminde mücadele ve faaliyetlerini de geniş kapsamlı ve çok yönlü olarak sürdürmek durumundaydı. Onun içerisinde bulunduğu koşullar kıyam ve devrimsel bir kalkışmadan mâadâ ıslaha dayalı bir hareket tarzını zorunlu kılıyordu. İmâm’ın (a.s) mücadelesinde böylesi bir sratejiyi gözlemliyoruz. O kendisini halkı irşad ve ıslah etmeye odaklamıştı. Ve mücadelesini bu minvâl üzere sürdürmekteydi.

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM