Daha önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken asıl konu şudur;
İstikbar güçler neden İslam Cumhuriyetini hedef alıyorlar?
İran İslam cumhuriyeti neden istikbarın hedefinde?
Neden İran’da İslam Cumhuriyeti rejimini değiştirmek
istiyorlar?
Batı dünyası İran'a hiçbir alanda muhtaç değilken ne İran'ın
petrolüne ihtiyaçları var ne de gazına.
Ekonomik olarak hiç ihtiyaçları yok, İran olmasa da sömürü
sistemleri devam ediyor.
Askeri alanda ellerindeki silahlar mukayese edilemeyecek
kadar fazlayken neden İran’dan korkuyorlar?
İran’a karşı savaş, ambargo, dışlama, yalnızlaştırma
çabalarının sebebi nedir?
İran rejimini değiştirmek için bu kadar emek sarfetmeye
değer mi?
Kısacası 40 yıldır dünya gündeminden düşmeyen İran'ı önemli
kılan nedir?
Bu soruların cevabı verilmeden İran’daki olayları analiz
etmek kahvehane sohbeti, çay bahçesi muhabbeti ve sokak siyasetinden öteye
gitmez.
Görünen değil, perde arkası, küresel üst akıl projesi ortaya
koyulmalıdır.
Dünyaya hakim bir sistem var; istikbarın/sulta sisteminin
siyasal, ekonomik, kültürel ve askeri alanlarda dünyanın tamamına hakim kılmak
istediği küresel bir plan ve projesi var.
Yüzlerce yıl mücadeleden sonra son yüz yılda bir eksen, bir
daire oluşturmuşlar; “Batı liberal demokrasi” dairesi adında. Beşeri
paradigmanın temelini oluşturan “liberal demokrasi” müstekbir/emperyalist
dünyanın olmazsa olmazı ve var olma sebebidir.
Son yüz yılda isteyerek veya istemeyerek bütün ülkeler bu
yeni dünya düzeni dairesinin içine girmiş bulunuyor. Bu daire içinde farklı
paradigmalar yarışır, bölgesel denge ve eksenler kurulabilir, menfaat ve
çıkarlar çatışır, ihtilaf ve kavgalar yaşanır, hatta savaşlar da yaşanır.
Önemli olan bu daire içinde kalınmasıdır. Batı ekseni, doğu ekseni bu
paradigmanın içinde yer alır.
Dünyaya hakim kılınan bu “liberal demokrasi paradigma”
kurucuları kendilerini dünyanın sahibi ve idarecisi görmektedirler. Bu
paradigmanın olmazsa olmaz şartları vardır, en önemli şartı; “liberal demokrasi
dairesi” tek daire olarak kabul edilecek ve bu daire içinde olanların hepsi
birbirlerini meşru görecek ve bu dairenin dışına çıkılmayacaktır.
Bu paradigma içindeki savaşları, barışları, işbirliklerini,
diplomatik ilişkileri, küresel ekonomiyi, küresel eğitim-öğretim sistemini,
küresel siyaseti bu paradigma kurucuları belirler. Hatta dinler ve inançlar da
ancak bu paradigma ekseninde yaşamlarını sürdürebilirler.
Dünyadaki bütün uluslararası kuruluşlar bu paradigmanın
hizmetinde olacak şekilde tesis etmişlerdir. Üniversiteler, araştırma
merkezleri, düşünce kuruluşları, bilim-teknoloji merkezleri bu paradigmanın
birer hizmetçileridir.
İran, 1979 yılında yapmış olduğu inkılap ile bu dairenin
dışına çıkarak bu sisteme başkaldırmıştı. Sadece başkaldırı da değildi yeni bir
daire, yeni bir eksen oluşturma sinyali veriyordu.
Din eksenli bu yeni paradigma binlerce yıllık tecrübenin
sonucunda elde edilen Batı paradigmasına alternatif olarak ortaya çıkmıştı.
İran artık eski İran değildi; şahların diktatörlüğünde
Emperyal güçlere hizmet eden, kaynakları sömürülen, halkının beyinleri esir
alınmış ülke olmaktan kurtulmuş özgürlüğüne kavuşmuştu.
Artık dünyaya yeni bir “küresel din paradigması” sunuyordu.
Bu paradigma sayesinde dünyada yeni bir kutup, bir eksen oluşturmaya
başlıyordu.
Dünya halklarını uyandıracak küresel söylemler geliştirerek
halkaların özgür olmalarını, batı emperyal paradigmanın esaretinden
kurtulmalarını istiyordu.
Dünyanın geleceği hakkında küresel hedef beyan ediyor,
insanları yaratılışın hikmetine doğru yönlendiriyordu.
Ezilen halkların kurtuluşu için küresel direniş cephesi
oluşturarak mücadele kültürünü öğretiyordu.
En önemlisi de halklara ümit, kurtuluş, direniş, mücadele
kültürü aşılamış olmasıydı.
Bunu da Dini paradigma eksenin önderliğini üstlenerek
yapıyor. Yani peygamberlerin misyonunu üstlenip neye mal olursa olsun din
medeniyetini dünyaya tanıtmada kararlıydı.
Batı paradigması sadece ülkelerin idarecilerini yönlendirip
yönetirken, İslam cumhuriyetinin oluşturduğu Din paradigması başta
Ortadoğu/Batı Asya olmak üzere Afrika, Latin Amerika, Asya halklarının
kalplerinde yer ediyordu.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda dünyada küresel hedefe sahip
iki ülke var; biri din paradigmasının önderliğini üstlenen İran İslam
cumhuriyeti, diğeri batı paradigmasının lideri ABD. Yani satranç tahtasının iki
şahı gibi. Diğer ülkeler askeri güç, ekonomik, jeo-politik önemlerine göre
satranç tahtasında yerlerini alırlar.
İşte İran'ı önemli kılan budur.
Müstekbir güçler bunu çok iyi bildiklerinden buna tahammül
edemezlerdi. Neye mal olursa olsun İran eski haline dönmeliydi. Bu yeni din
paradigması dünyada tanınmamalı, batı paradigmasının alternatifi olarak
görülmemelidir.
Bundan dolayı Amerika İran'ı savaş, ambargo ve diğer bütün
alanlarda sıkıştırıp kendi dairesi içine almak istiyor.
Bunu vekalet savaşı, ambargolarla başaramadığı için kadın
özgürlüğü, etnik duygular, mezhebi hassasiyetler gibi argümanları kullanarak iç
kargaşa girişimleriyle yapmaya çalışıyor.
Emperyalizme karşı olan başka ülkeler de var. Amerika
düşmanı başka devletler yok değil ama bağımsız küresel paradigmaları olmadığı
için her birisi Batı paradigması dairesi içinde kendi ulusal çıkarlarına
ulaşmayı düşünmektedir.
Başını Amerika’nın çektiği batı emperyal paradigma
savunucuları bölgedeki kuklaları ve içteki piyonları ile din paradigmasının
ilerlemesini, güçlenmesini engellemek istemektedirler.
İşte asıl kavga bu iki paradigmanın kavgasıdır.
Sabahattin Türkyılmaz