Misal, bu iğrenç olayın üzerinden “makul bir süre” geçtikten
sonra İsveç, bazı jestler yaparak yeniden kapımıza gelebilir; bir yandan
NATO’daki “müttefiklerimizin” ekonomik baskısı, tehditleri, diğer yandan
İsveçlilerin tatlı dili NATO kilidini açabilir. İsveçli faşistler de kaldıkları
yerden Mushaf yakmaya devam ederler!
Hadi bu biraz karmaşık bir senaryo, daha sade olanından söz
edelim. Diyelim ki seçimlerde 6+1’lik masa galip geldi. Müslümanlara hakareti,
bugün bile seçim zoruyla kerhen kınayanlar, o zaman ne yapar varın siz düşünün.
Bu söylediklerime “hayır kesinlikle olmaz” diyebiliyor
muyuz? Maalesef hayır. Çünkü Batılılar Müslümanlara/Türklere yönelik
ayrımcılığı “ifade hürriyeti” kılıfı altında kurumsallaştırmışlar, “sıradan bir
aşırılık” olarak toplumlarına mal etmişler.
İfade (veya düşünce) hürriyeti, Batılı toplumlar için bir
değer. Bunu, en ileri yönetim biçimi olarak gördükleri ve adeta
putlaştırdıkları “liberal demokrasinin” bir gereği olarak görüyorlar. Tüm
yasalarını ve toplum düzenlerini liberal demokrasinin değerlerine göre
şekillendiriyorlar.
Bu düzen, iğdiş edilmiş Hristiyanlık ile çeşitli tonlardaki
kapitalizmin bir bileşimidir. Köklerini iki bin yıllık antik Yunandan almış,
mülkiyetin kutsal sayıldığı kapitalizm ve mülkiyete boyun eğmiş Hristiyanlıkla
harmanlanmıştır. Bugün, Batıdaki gündelik yaşama ve yasalara tam anlamı ile
hakimdir.
Batının asıl gücü de işte bu tutarlılık halinden
kaynaklanır. Toplumsal kurallar, normlar, kamuoyunun algısı ve yasalar… Tamamı,
kendi değerleri ile tam bir uyum içindedir.
Bizim güçsüzlüğümüz de aynı sebebe dayanıyor. Aydınlarımızın
hayata bakışı, toplumun genel algısı ve yasalarımız kendi değerlerimiz ile
uyumlu değil. İstediğimiz kadar Müslüman olduğumuzu, Türk olduğumuzu
söyleyelim, toplumsal yaşamımızda kendi değerlerimizin değil Batılı değerlerin
egemen olduğunu görüyoruz.
Batı’nın bireyi her mefhumun üzerinde gören anlayışını
olduğu gibi kabul etmişiz. “Özgür birey olmak”, “kendin olmak” gibi tuhaf
sloganlar yaşam amacımızı şekillendiriyor. Batılılar ne yapıyorsa ona
öykünüyoruz, toplum, topluluk, aile gibi kurumları küçümsüyoruz, sınırları ve
maksadı belli olmayan bir bireysel özgürlük masalını geveleyip duruyoruz.
Okullarımız, “dünya vatandaşı” denilen bir tür ucubeyi
yetiştirmeyi matah bir işmiş gibi sunuyor. Eğitim programlarımız hala
Batı’dakilerin ucuz kopyası düzeyinde. En İslamcı, en milliyetçi, en komünist
olanlarımızı bile Batıya gönderip bir kez onların tornasından geçiriyoruz.
Televizyonlarımızdan gün 24 saat Batı’nın değerleri akıyor. Uyuşturucu, cinsel
sapkınlık, nihilizm… bunların hepsi “ifade özgürlüğü” kılığında evimizden içeri
giriyor. Bir yandan bunlara itiraz ederken diğer yandan liberal özgürlük
safsatasını ayakta alkışlıyoruz!
İsveç’e tepki verirken bile onların argümanlarını
kullanıyoruz. “Liberal demokrasilerde ifade özgürlüğü tabii ki çok önemli bir
haktır” diye söze başlıyor, sonra ama diye devam ediyoruz. Siz en baştan karşı
tarafın tezlerinin ne kadar doğru olduğunu kabul etmişsiniz, en baştan onun
sistemine, onun ideolojisine teslim olmuşsunuz, bundan sonra artık ne
söylerseniz söyleyin bir etkisi olur mu sanıyorsunuz?
İstanbul’daki eşcinsel eylemlerinde polisin önünde düdük
çalarak çıplak memelerini sallayan bir Alman kadın vardı hatırlıyor musunuz?
Kendisini “eşcinsel eylemci” olarak tanıtan bu kadın, hem bizim toplumsal
değerlerimize hakaret etti, hem de kamu görevi yapan polisimizi taciz etti.
Üstüne, gösteri ve yürüyüş yasasını da çiğnedi.
Peki biz bu kadınla ilgili ne yaptık dersiniz? Hiçbir şey!
Çünkü toplumsal düzenimizde kendi değerlerimiz değil, düdük çalıp memelerini
açan o Batılı kadının değerleri hakim. Bu eziklik değilse nedir? Kendi
toplumsal değerlerini savunamayan bir ülkeyi yabancılar ciddiye alır mı?
İnandıklarımıza hakaret eden Batıya gücümüz yetmiyor. Sebebi
bizden çok paraları, bizden çok silahları olması değil. Kendi kültürlerine ait
değerleri evrensel doğrular gibi bize yutturmuş olmaları.