Büyük Orta Doğu’da devlerin hegemonya savaşı yerelde
halkların kendini yönetme potansiyelini yok eden çatışmalardan besleniyor.
Fakat kaosun idaresinde İngiliz kuyruklu Amerikan üstünlüğü artık tutukluk
yapıyor. Afganistan’da hezimetle biten, Irak’ta birkaç nesle yetecek belalar
üreten, Suriye’yi cihatçı kuluçkasına dönüştüren müdahaleler, Amerikan
patronajına olan inancı sarstı. Şimdi İsrail’in soykırım savaşını güvenceye
alan siyaset ABD’nin bölgede dostlar nezdinde bağlılık ve bağımlılık, düşmanlar
nezdinde caydırıcılık ve yaptırım gücünü aşındırıyor. Bölge ne 2003’teki Irak
işgali ne 2006’daki Lübnan savaşı ne de 2011 sonrası Suriye’ye müdahalenin
koşullarına sahip. Bir tarafta asimetrik savaş kabiliyetleri kazanan yerel
güçler diğer tarafta oyuna giren Çin ve Orta Doğu’ya yeniden dönen Rusya. Yeni
dengeler klasik hegemonyayı kendini güncellemeye zorluyor.
***
***
Sanaa’yı kontrol eden Husiler, Gazze’de ateşkesin sağlanması
ve insani yardıma izin verilmesi talebiyle Kızıldeniz’de İsrail bağlantılı
gemileri hedef alıyor. Amerikan-İngiliz donanmalarından gelen yanıtlara da
meydan okuyor. Amerikan-İngiliz ikilisine stratejik başarısızlık vaat eden bir
direnç var. Bu durum, CENTCOM’un iki numaralı ismi Koramiral Brad Cooper’a şu
itirafı yaptırdı: “Amerikan donanması için İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en
büyük muharebe.”
Bir MQ-9 Reaper ele geçirmeyi başaran Husiler yaşananları
"hegemonyayı kırma ve kibirli güçleri yola getirme savaşı" olarak
tanımlıyor. Bu bakış açısı motivasyonun da kaynağı.
***
Husileri İran’ın yardımıyla denizde kargaşa çıkaran yalın
ayaklılar olarak aşağıladılar fakat Yemenliler dünyanın geri kalanının gözüne
boğun eğmeyen halk olarak girdi. Şimdi Bab el Mendeb’ten geçemeyen gemilerin
yüklerini Dubai ve Bahreyn limanlarına indirip kara yoluyla BAE, Suudi
Arabistan ve Ürdün üzerinden İsrail’e gönderiyorlar. Bu rotaya izin veren Arap
rejimleri Husilerin halklar nezdinde yakaladığı teveccühün altında eziliyor. Bu
rejimler 2015’ten itibaren Yemen’i yakıp yıkan ve aç bırakan savaşla da bu
insanlara boyun eğdiremediler. Biraz kuyruk acısı var. Suudiler Yemen’i
hükmedilebilir bir ülkeye dönüştürmek için yıllarca Sünni aşiretleri satın
aldılar, Selefiliği ihraç edip El Kaide dahil radikal İslamcı örgütlere alanlar
açtılar. Bunlarla yetinmeyip çatıştılar, çatıştırdılar. Suudilerin Yemen
siyaseti bazı çekinceler içerse de Amerikan destekliydi. Yemen’in ABD’nin
Körfez Savaşı’na karşı çıktığını, faturayı 800 bin Yemenli işçiyi kapı dışı
eden Suudilerin kestiğini hatırlatalım. Arap Baharı sürecinde Sanaa’da Suud
güdümlü yönetim tesis etmeye dönük müdahaleler de Yemen’i bugüne getirdi.
Husiler başkenti ele geçirirken “tanınmış hükümet” önce Aden’e, oradan da
Riyad’da bir otel odasına çekilmek zorunda kaldı. Husiler 2015’te Yemen’e
yıkıcı bir savaş dayatan Suud-Emirlikler ikilisinin arkasında ABD’yi görüyor.
İngilizlere gelince; onlar şimdi beş çayı içerken
uluslararası seyrüsefer güvenliği için Husi hedeflerini vurdukları hikâyesini
anlatıyor. Fakat Yemenlilerin hafızası daha fazlasını barındırıyor: İngilizler
1964’te Güney Arabistan Federasyonu’na (Güney Yemen) sömürgeci kafasıyla
“bağımsız ama Londra’ya bağımlı” bir statü dayattığında isyan çıkmıştı. İsyan
bugün İsrail’in Gazze’de yaptığına benzer bir cezalandırmayla bastırıldı.
Radvan yasak bölge ilan edilecek, insanlar sürülecek, direnenlere yaşam hakkı
tanınmayacaktı. Aynen deklare ettikleri gibi oldu. Karadan ve havadan sivilleri
bombaladılar; tahıl ambarları, çiftlik hayvanları ve yem depolarını yok
ettiler. İlla ki öleceksin, ya silahla ya da açlıkla.
***
Yemen savaşı Suudilerin güvendiği dağlara kar yağdırdı.
ABD’ye bel bağlamanın yanıltıcı taraflarını gördüler. Kuşkusuz 79 yıl önce USS
Quincy gemisinde kurulan ortaklık inişli çıkışlı bir seyir izlese de temel
karakterini hala koruyor.
14 Şubat 1945'te Kral Abdülaziz ile Başkan Franklin
Roosevelt Süveyş Kanalı'ndaki Acı Göl’de buluşmuştu. Roosevelt İkinci Dünya
Savaşı’nı takiben paylaşım masasının kurulduğu Yalta’dan dönüyordu. Bölgeye
gelmişken Abdülaziz'le tanışmak istiyordu. Abdulaziz Cidde'de bindiği USS
Murphy gemisiyle ilk kez ülkesinden ayrılıp Süveyş’e gelmişti. Helal kesim et
için koyunları gemiye yükletmiş, geleneksel çadır kurdurtmuş, maiyetindekilere
beş vakit namazda imamlık etmişti. Gemi 1200 km yol aldıktan sonra Roosevelt'i
taşıyan USS Quincy’yle buluşmuştu. 5 saatlik görüşme Quincy’de gerçekleşti.
Yürüyemeyen Roosevelt kullandığı tekerlekli sandalyenin aynısından bir tane
hediye getirmişti. Kral da eli boş değildi; ipekten kemerler, mücevherlerle
süslü hançer, Kızıldeniz kehribarı ve first lady için parfüm getirmişti.
İttifakın temeli burada atılmıştı. Suudiler petrol kuyularını Sovyetler ve
Almanlara açmayacak, karşılığında Amerikalılardan askeri destek alacaktı. Yani
petrole karşılık silah.
Roosevelt Yahudilerin Filistin'e göç ettirilmesi konusunda
destek istemişti. Kral "Onlara zulmeden Almanya, Araplar Yahudilere zarar
vermedi. Yahudiler mihver güçlerinde ikamet etmeli. Bırakın bedelini Almanlar
ödesin” demişti. Roosevelt de Araplarla istişare etmeden karar almayacağı
sözünü vermişti. Bu söz halefi Harry Truman ile çöpe gitti. Suudiler Filistin
konusunda Kral Faysal’ın 1973’teki petrol ambargosuyla ileri bir adım attıktan
sonra bir daha kurucu liderin çizgisini tutturamadı. 2001’de 11 Eylül saldırılarında
korsanlar Suudi’ydi ama Amerikan hışmına uğrayan Afganistan oldu. Ortaklık
korunmuştu.
Suud-Amerikan ilişkileri Prens Bender bin Sultan’ın 2002’de
Teksas’ta Başkan George W. Bush’un karşısında koltuğun koluna oturup poz
kesmesine izin verecek kadar kirli sularda yüzüyordu. Neo-Conların “Bombala,
İran’ı bombala” nakaratını tutturduğu dönemde onlar da “Yılanın başını ez” diye
sufle veriyordu. Barack Obama döneminde İran’la nükleer anlaşmayla ambiyans
bozuldu fakat sonraki dönemde Veliaht Prens Muhammed bin Selman silah için bol
bol çek yazarak Donald Trump’ın gözdesi oluverdi. Kaşıkçı cinayeti araya girdi.
Bunların ötesinde Yemen’deki savaş, ABD’nin Suudileri koruma taahhüdünün işe
yaramadığını kanıtladı. Ne Cumhuriyetçiler ne de Demokratlar Suudi kentleri ve
Aramco’nun tesislerine yönelik saldırılar karşısında bir şey yapabildi.
Suudiler ABD ve İsrail’e güvenerek İran’a parmak sallamanın bedelinin ağır
olacağını anladı ve ilişkileri çeşitlendirmeye yöneldi. Tahran’la kucaklaşma
süreci de güven ilişkisine değil belayı bertaraf etme önceliğine dayanıyordu.
Öte yandan 7 Ekim’den önce Amerikalılar, Çin ve Rusya’nın hamlelerine karşı
çevre düzenlemesine girişmişti. Suudilere biraz daha ‘bonkör’ ve fedakâr
olacaklarını hissettirdiler. Bu minvalde Hindistan’dan başlayıp BAE, Suudi
Arabistan, Ürdün ve İsrail’den geçip Avrupa’ya ulaşan alternatif ulaşım rotası
önemli bir hamleydi. Suudilerden Abraham Anlaşmaları'na girme sözü alacak kadar
ilerleme kaydetmişlerdi.
***
Gazze savaşı ABD’nin güncellemeye çalıştığı ilişkileri
yeniden belirsizliğe sürükledi. Çok heyecana mahal yok; buradan bir kopuş
hikayesi çıkmıyor. Ama Amerikan dostluğunun korumadan çok bela getirdiğine dair
çıkarımlar güç kazanıyor. ABD’yi dayatan değil daha fazla pazarlığa girmeye
zorlayan koşullar gelişiyor.
gazeteduvar