İmâm Ali buyuruyor ki: "Önce hakkı tanı, sonra ehlini
tanırsın; önce batılı tanı, sonra ehlini tanırsın." Şimdi bazıları da
züğürt tesellisi babında, "İşte efendim öyle bir zamandayız ki, at iziyle
it izi birbirine karışmış, elden ne gelir" diyor. Hayır efendim, biz İmâm
Ali'nin nasihatinden yola çıkıp hak ve batılı tanırsak mesele anlaşılacaktır.
Konuya hemen girmiş olalım: 17 Aralık 2010 yılında Tunus'ta Tarık el-Tayyib
Muhammed Buazizi isimli bir seyyar satıcının uğradığı haksızlıktan sonra
intihar girişiminde bulunup kendisini yakmasıyla başlayan sokak gösterileri ile
adına "Arap Baharı" dedikleri toplumsal değişim talepleri de başlamış
oldu. Fakat olaylar ve değişimler başlarken bazı ülkelerde, giden diktatörlerin
yerine gelen kişilere tahammül edilmeyerek (Mısır örneğinde olduğu gibi) askerî
diktatörlükler devreye sokuldu. 23 yıldır ülkesini despotik baskılarla yöneten
Zeynel Abidin Bin Ali'nin Suudi Arabistan'a kaçması üzerine Tunus'ta seçimle
iktidara gelen Gannuşi'nin, liderliğini yaptığı Nahda hareketi başarılı
olamadı. Beklenenin hilafına bu ülkede İslâm müesses bir nizam hâline
getirilemedi, aksine yönetim seküler bir yapıya evrildi. Libya'da Kaddafi'yi
linç ettiler ama yerine istikrarlı bir hükümet kuramadılar. Bahreyn'de halk
diktatör rejime karşı teröre bulaşmadan sivil inisiyatifle protestolarda
bulunurken Suudi Arabistan Bahreyn diktatörünün yardımına tanklarıyla gitti ve
aleni olarak halkın üzerine ateş edildi ve katliamlar yapıldı. Suudi Arabistan,
Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri'nde ise en ufak bir hareketlilik olmadı.
Oysa bu saydığımız ülkeler ABD ve Siyonist çetenin gönüllü piyonlarıydı. Asıl
bu ülkelerde değişim olmalıydı. Evet, öncelikli olarak bu monarşi
diktatörlüklerin kolektif bir irade ile alaşağı edilmeleri gerekiyordu. Ama halk
öylesine baskılarla zapturapt altına alınmış ki, bu ülkelerde en ufak bir
kıpırdama olmadı. Üzücü olan 22 Arap ülkesi içerisinde Filistin davasına sahip
çıkan ve Filistinli özgürlük savaşçısı silahlı örgütlere ülkesinde ofis açan,
onlara her türlü faaliyet imkânı sunan, onlara İran'dan gelen silahların
sevkiyatında lojistik destek sağlayan Suriye'yi, ABD tarafından kullanılan dış
mihraklı sözde İslâmcı (!) gruplar karıştırmaya başladı. 22 Arap ülkesi
içerisinde Filistin davasına tek başına sahip çıkan bu ülkeye reva görülen
muameleye bakar mısınız? İlerleyen süreç içerisinde bir de öylesine çirkin
iftiralara sarıldılar ki, neymiş efendim, zalim Esat varil bombalarıyla ve
kimyasal gazlarla halkını katlediyormuş! Bu senaryo için "Beyaz Baretliler"
diye bilinen paravan film şirketine bol efektli, bol köpük spreyli, bol
makyajlı ve tiyatral içerikte sahne çekimleri yaptırdılar. Akılları sıra bu tür
iftiralarla halkı kin ve düşmanlığa tahrik ederek yapacakları katliamlara
meşruiyet zemini oluşturmaya çalıştılar. Ancak bu şeytanî yöntem tutmadı ve halk
ayaklanmadı. Halk ayaklanmayınca bu sefer değişik ülkelerden bu işe teşne
bindirilmiş kıtaları Suriye topraklarına soktular. Bizzat ABD'nin eğitip
donattığı bu canavar sürüsü ile Suriye'yi karıştırmaya/terör ve katliam
eylemleri yaptırmaya başladılar. Evet, 100 küsur ülkeden Suriye'ye sokulan bu
canavar sürüsü 15 Mart 2011 yılında insanlık dışı katliamlara girişti. Emniyet
birimlerine ve karakollara baskın yaparak ortalıkta ölüm saçtılar. Devlet
dairelerinde baskınla ele geçirdikleri memurları sorgusuz sualsiz canlı olarak
çatıdan aşağı atıyorlardı. Tam bir dehşet görüntüleriydi bunlar. Bu canavarlar
çok farklı öldürme teknikleri kullanıyorlardı. Kimi insanları kafeslere
tıkıştırıp vinçle havuzun içine sarkıtıp boğuyorlardı. Kimisini koyun boğazlar
gibi yatırıp kesiyorlardı. Bu konuda yaş farkı gözetmeden çocukları da aynı
yöntemle kesiyorlardı. Kimisini ise (iki Türk askerine yaptıkları gibi)
üzerlerine benzin dökerek yakıyorlardı. Kimilerini topluca diz çöktürüp kafalarına
sıkarak öldürüyorlardı. Bazı insanların yine kafalarını kesip şehrin
meydanındaki demir korkuluklara asıyorlardı. Böylesine insanlık dışı
vahşilikler yaparak halkın kendilerine itaat etmesini istiyorlardı. Kısacası
kendileri dışında dinî, mezhebî ve etnik kökeni farklı olan insanları zapturapt
altına almak için dehşet saçıyorlardı. Kendi inançları dışında yakaladıkları
her mazlum insanı acımasızca katlediyorlardı. Esir olarak aldıkları Ezidî kadın
ve genç kızları pazar yerlerine götürüp cariye olarak satıyorlardı. Bütün bu
canavarlıklarını mevcut rejimi yıkıp yerine İslâm devleti kurma adına
yaptıklarını iddia ediyorlardı. Böylesine insanlık dışı vahşilikte katliam
yapan bu insanlar mı şeriatı getirip İslâm devleti kuracaklar? Bu hiç mümkün
mü? Sevgi, şefkat ve merhamet dini olan İslâm'ın nezih/pak ismini kullanarak
devlet kuracaklar ve bu şekilde insanları adaletle yönetecekler öyle mi? Böyle
bir şey olabilir mi? Ama ne yazık ki bunlara inananlar da vardı. Bizi en çok
muzdarip eden de buydu. İşte bu yüzden, biz bu satırları kaleme alma ihtiyacı
duyduk. Katil sürüsünün bir ayağı da Irak topraklarındaydı. Orada da aynı katliamları
yapıyorlardı. Hatta Irak'ta bir keresinde polis kolejini basıp 1700 dolayında
öğrenciyi esir alarak nehir kenarına götürüyorlar ve tek tek kafalarına sıkarak
hepsini öldürüp nehre atıyorlar. (Sosyal medyada bu vahşetin videolarına tanık
olmuşsunuzdur.) Nehir kıpkızıl kana boyanmış vaziyette akıyordu. Bu mutasyona
uğramış canavar sürüsü Irak ve Suriye'de birçok kentin kontrolünü ellerine
geçirmişlerdi. Nerede ise iki ülkenin tüm kontrolünü ele geçireceklerdi.
Türkiye’de azınlıkta da olsa, bu canavar sürüsü ile aynı zihniyette olan bir
kesim mazlum insanlara yaşatılan bu vahşeti sevinçle karşılıyordu. Canavarca
yapılan bu katliamlar bir kesim insan tarafından kötü ve vahşi bir uygulama
olarak görülmüyordu. Görülen ise IŞİD (Irak Şam İslâm Devleti) ismiydi. Oysa
büyük şeytan ABD'nin Suriye ve Irak üzerinde başka plânı vardı. ABD, tıpkı bir
zamanlar sözde İslâmcı olan Taliban’ı destekleyip ülkeyi ele geçirmesine zemin
hazırlaması ve ardından Taliban’ın vahşiyane bir şekilde Afganistan halkına
zulmetmesi üzerine o ülkeyi işgal etmesi örneğinde olduğu gibi Suriye ve Irak
üzerine uygulanmak istenen şeytani plân buydu. Perdenin arkasındaki asıl maksat
ise Siyonist işgal çetesini "Arz-ı Mevud" adına bu topraklara
yerleştirmekti. Merhum Erbakan Hocamız bu minvâlde yaptığı birçok konuşmasında
hem siyasîlerimizi, hem Türkiye kamuoyunu uyarıyordu. Ancak AKP hükümeti Merhum
Erbakan"ın uyarılarını pek ka'le almadı. Baştan güzel gelişmeler olmuştu.
Suriye ile özellikle ortak bakanlar kurulu oluşturulmuş ve pasaportsuz gidiş
gelişler başlanmıştı. Ancak ne olduysa birdenbire dönemin Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu Esat'a gidip ABD'nin taleplerini sununca ve bu talepler Esat
tarafından kabul görmeyince AKP hükümetinin raylarında bir anda makas değişimi
oldu. Hükümet birdenbire ABD'nin talebi üzerine ÖSO örgütü ile iletişim ve
dayanışma pozisyonuna geçti. Oysa ÖSO paravan bir örgüt olarak Suriye
topraklarında % 1'lik bile bir potansiyeli yoktu. Göstermelik birkaç salon
toplantısı ile bu örgüt o kadar abartılıp şişirildi ki, İslâm devleti hayalleri
kuran bazı kesim bunlara umut bağlamıştı. Fakat itiraf etmek gerekir ki, öte
yanda IŞİD 100 küsur ülkeden bindirilmiş kıtalar olarak büyük bir yekün
tutuyordu ve her iki ülkenin kontrolünü ele geçirmek üzereydi. Ele geçirdikleri
şehirlerde sözde şeriat mahkemeleri kurup yargısız infazlarına kılıf uydurup
yargılı infaz yaptıklarını iddia ediyorlardı. Cariye sistemini de geri getirip
bir taraftan "cihat nikâhı" adı altında genç kızların hayatları karartılırken
diğer taraftan yine nice kadınların hayatları mahvedilerek "köle kadın
pazarları"nı kurdular. Anlayacağınız, zulüm ve vahşet had safhadaydı. Bu
insanlık dışı uygulamalar karşısında ve hassaten ABD ile Siyonist çetenin
"Arz-ı Mevud"a ilişkin şeytanî plânları karşısında durumdan vazife
çıkaran İran İslâm Cumhuriyeti Devrim Muhafızları Ordusu'na bağlı "Kudüs
Gücü" ve "Hizbullah" devreye girerek bu canavar sürüsü ile
savaşa tutuştu. Bundan en çok "Arz-ı Mevud" emeli için yanıp tutuşan
Siyonist çete rahatsız olmuştu. Zira Siyonist çetenin söz konusu terör
örgütleri aracılığı ile her iki ülke üzerinde büyük plânları vardı. Bu süreçte
her iki ülkede büyük kaos ve güvenlik sorunu yaşanıyordu. Özellikle Suriye
halkının büyük bir kesimi can güvendiklerinin endişesi içerisinde bu dehşet
verici kaos ortamından kurtulmak için doğup büyüdükleri toprakları terk etmeye
koyulmuşlardı. Kısacası milyonlarca insan terör ve iç çatışmalardan dolayı
canlarını kurtarmak için Suriye'yi terk etmişti. İşgalci İsrail’in istediği tam
da buydu. İnsan unsurundan boşaltılan toprakları işgal etmek çok daha kolaydı.
Böyle bir ortamı hazırlayan başta IŞİD/DEAŞ olmak üzere diğer silahlı terör
örgütleriydi. Bu terör örgütlerine silah ve mühimmat dağıtan büyük şeytan
ABD'den başkası değildi. Nitekim dönemin ABD Başkanı Obama, "IŞİD'i biz
kurduk" diyerek itirafta bulunmuştu. Onlar zannediyorlardı ki, sonrasında
meydan kendilerine kalacak! İşgali iştahla bekleyen Siyonist çete ise Golan
Tepeleri'ne kurduğu mobil hastanelerde terör örgütü elemanlarını tedavi etmekle
meşguldü. Malum cemaat liderleri, sözde hocalar ve ağzı lâf yapıp eli kalem
tutan bazı zevat bunu neden idrak edip düşünmüyor? Ama olur mu? Onlar hayata ve
olaylara mezhep taassubu ile baktıkları için gözleri sadece Şiî Hizbullah'ı ve
Şiî İran'ı görüyor. Efendim, neymiş? "Mücahit (!) savaşçılar tam Esat
rejimini yıkıp yerine İslâm devleti kuracaklarken Hizbullah ve İran devreye
girip buna engel oldular. Çünkü İran ve Hizbullah'ın niyeti başka, bunlar bölge
halklarını Şiî'leştirerek, "Şiî Hilâli"ni, "Şiî Atlası"nı
kurmak istiyorlar. Bunların plânı İsrail'in "Arz-ı Mevud" plânından
çok daha tehlikelidir" diyorlar. Bu ifadelerimizin kaynağı 21 Aralık 2023
tarihli Türkiye Gazetesi'nin manşetine taşıdığı haberdir. Bu haberi yapan da,
Yılmaz Bilgin isimli Siyonist sever şahıstır. Bunu da Güney Azerbaycan Milli
Uyanış Hareketi (!) Başkanı Prof. Dr. Cehregani isimli bölücü bir faşistin
ağzından yapıyor. Bu bölücü örgütü ve liderini işgalci İsrail fonlamaktadır. Bu
çete ve reisleri bölücü faaliyetlerini Tel Aviv'de bir radyo istasyonundan
yapmaktadırlar. Uzun yıllardan beri bu radyo istasyonu vasıtasıyla bölücü
propagandalar yapılmaktadır. Bakınız şunu da hemen belirtmiş olalım ki,
"Şiî Hilâli" metaforunu ilk defa kullanan kişi İsrail Eski Ulusal
Güvenlik Birimi (SHIN BET) Başkanı Ami Ayalon'dur. Bu şahıs “Şiî Hilali”ni
sadece kendileri için değil Sünnî dünya için de büyük bir tehlike oluşturduğunu
iddia ederek gündeme getirdi ve buna karşın Suudi Arabistan öncülüğünde “Sünni
Koalisyon” fikrini ortaya attı. Hatta Suudi Arabistan Siyonist Ami Ayalon'un
tavsiyesine uyarak, bu şeytanî plâna ilişkin askerî yapı oluşturma girişimde
bulunmuştu. Türkiye’deki ana akım medya bu yapının seremoni/askerî tören geçidi
resimlerini yayınlayarak methü senalarda bulunmuştu. Tabi ki, bu yapı tamamen
fos çıkmıştı. Bu hayali askerî yapı IŞİD ve benzeri terör örgütlerinin
başaramadığını yapması için İran ve Hizbullah'ın karşısına çıkarılmak
istenmişti. Siyonist çetenin ve büyük şeytan ABD'nin plânı buydu. Fakat bu
şeytanî plânı fark eden Pakistan ve Türkiye derhâl yapıdan ayrılarak oyunu
bozmuş oldular. Suudi Arabistan ise yedeğine aldığı Arap ülkeleriyle orta
yerde kaldı ve bir türlü cesaret edip alana inemedi. Ancak Suud rejimi bir
başka ihanete imza atarak yedeğindeki 8 Arap ülkesi ile 8 yıl boyunca mazlum
Yemen halkını bombaladı...
"Arap Baharı"ından söz ediyorduk. Bakınız, mazlum
Yemen halkının başında ABD ve Suud piyonu olan diktatör Ali Abdullah Salih
isminde zalim/despot bir şahıs vardı. Bu kişi despotik baskılarla/diktatörce ve
zulümle 32 yıl boyunca yemen halkını yönetmişti. Halk bu zalime karşı dayanışma
içerisine girerek topyekûn ayaklandı ve bu zalimi alaşağı etti. Bunu yaparken
de IŞİD gibi sivil halkı katlederek yapmadı. İlk baştan uzlaşmacı tavır ile
sorunlara yaklaştı. Böyle bir yöntemle halkın taleplerine olumlu bir yaklaşım
sergilesin diye Ali Abdullah Salih'in yerine daha ılımlı sanılan Mansur Hadi
isminde bir şahıs getirildi. Ancak Mansur Hadi yaptığı taahhütlere rağmen
sözünde durmadı. Halk bunu da başından def etti. O da Suudi Arabistan'a
sığındı. Suudi Arabistan bu şahsı tekrar iktidara taşımak için Yemen'i
bombalamaya başladı. Suud 8 yıl boyunca yaptığı bombardıman ve katliamlarla
emeline ulaşamadı. Zira direnç gücü yüksek bir mukavemetle karşılaşmıştı. Yemen
halkı çektiği bütün eziyet ve sıkıntılara rağmen, verdiği onca şehitlere rağmen
zalim Suud'a boyun eğmedi. Suud emeline ulaşamadı. Şimdi ise Yemen'in büyük bir
kesimini kontrolünde bulunduran Ensarullah hareketi Siyonist katil sürüsüne
savaş ilân ederek, İsrail'e füze yağdırmaya ve Siyonist çetenin gemilerini vurmaya
başladı. O kadar güçlü Müslüman ülke varken, en garibanı olan Yemen Siyonist
çeteye savaş ilân etti. Ama ne acıdır ki, Yemen'in fırlattığı uzun menzilli
balistik füzeler Suudi Arabistan tarafından vurulmaktadır. Diğer üzücü olan bir
başka husus ise, Yemen'in fırlattığı füzeleri Kürecik Radar Üssü tespit edip
sinyalizasyon sistemiyle bölgede konuşlanmış olan ABD gemilerine bildirimde
bulunuyor ve bu şekilde ABD gemilerindeki füzesavar rampaları devreye girip
atılan füzeler roketlerle vuruluyor. Ne var ki, Yemen'in yiğit direniş erleri
mücadeleden vazgeçmiyor. Bu sefer bölgeden geçmekte olan Siyonist çeteye ait
olan gemileri vurmaya başlıyorlar. Dün akşam da bir ABD gemisini vurdular. Bazı
gemilere ise el koyuyorlar. Gençlerimizin bazıları hayranlıkla izledikleri
Yemen'in yiğit erlerini çok özel (!) hocaefendilere soruyorlar, o sözde çok
bilmiş hoca efendiler de, "Aman evlâdım, boşverin, onlar Şiî'liğin bir
kolu olan Zeydî mezhebindeler. Boşverin onları. Onlar başka hesap
peşindeler" diyerek ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir tutum ile kendi
küfürlerini tescillemiş oluyor. Yüce Rabbimiz Enbiya Sûresi'nin 92'nci ayetinde
buyuruyor ki: "Sizin ümmettiniz bir tek ümmettir ben de sizin Rabbinizim,
o hâlde bana kulluk edin." Şimdi sormak lâzım "sırf mezhebi farklı
diye bu ayetin hilafına ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir tavır içerisinde
olanların akidevî anlamda durumları nedir? Suriye olaylarını anlamayan Yemen'i
de anlayamaz. Zira hak cenah bilinmeyince batıl cenaha ram olunur. Rabbim
"Müslümanım" diyen herkese basiret versin...