İmâm Musa Kâzım (a.s) beyaz bir kumaşa sarılmış olan oğlunu kucağına alarak sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okuyor ve böylece bir bebek için ilk sünnet-i seniyyeyi yerine getirmiş oluyor. Çocuğuna atası Emirü’l-Müminin İmâm Ali’nin (a.s) ismini verip Rıza sıfatını da bu isme ekliyor. Çocuğu hanımının kucağına verirken şu muştulu haberi veriyor: “Bu masum ve mutahhar çocuğa iyi bak! O Allah Teâlâ’nın mülkündeki temsilcisidir.” (Uyunu Ahbari’r-Rıza, 1 / 20)
Vahyin indiği evin o günkü temsilcisi olan İmâm Musa Kâzım (a.s) ve annesi Necme et-Tâhire hanımefendinin kucağında büyüyüp serpilen Ali Rıza (a.s) küçük yaşta takva ve ihlâs libasını giyinerek yüce erdem ve faziletlerle mücehhez kılınmış oluyor. Kaynaklarımızda ifade edildiği gibi onun şahsında vücut bulan muhlis ve salih kişilikten başkası değildi. Babasının ve mutahhar atalarının örnekliği onun için yegâne ölçüydü. Elbette ki, bu eğitim sürecinde babası Musa Kâzım’ın (a.s), oğlunun ruhî gelişimine büyük bir hassasiyet ve özen göstermesi, onu her türlü olumsuzluklardan sakınması kendisinden sonraki imâmet misyonuna bir zemin teşkil etmekteydi.
Bir keresinde İmâm Musa Kâzım (a.s) oğlu ile ilgilendiği esnada Mufaddal adındaki dostu yanına gelip, İmâm’a (a.s) büyük bir hassasiyet içerisindeki bu ilgi ve alâkasının hikmetini soruyor. İmâm şu cevabı veriyor: “Ey Mufaddal! Babam için ben ne idiysem, bu oğlum da benim için odur.” Bunun üzerine Mufaddal şu soruyu soruyor: “Yâ İmâm! Senden sonra velâyet sahibi o mudur?” İmâm (a.s): “Evet” diyor ve şu âyetleri okuyor:
“Onlar (pâk ve mutahhar olarak) birbirinden (türeyen tek) bir zürriyettir.” (Âli İmrân:34)
“Sonra kitabı seçkin kullarımıza miras bıraktık.” Fâtır: 32) (Uyunu Ahbari’r-Rıza, 1 / 32)
İmâm’ın (a.s), “evet” deyip ardından söz konusu âyetleri okuması bu işin ilâhî bir emirle olduğu anlamına gelmektedir. Zaten Ehl-i Beyt imâmlarının “mutahhar” olmaları, onların indi inisiyatifle ve hevaya dayalı cibilli sevgiyle hareket etmediklerini ortaya koymaktadır. Ehl-i Sünnet âlimlerinden Said-i Nursî bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır:
“Resül-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselâm, Hazreti Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkât ve ehemmiyet-i azime, yalnız cibilli şefkat ve hiss-î karabetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nûranisinin bir ucu ve veraset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.”
“Hem, Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkâlade ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a) silsile-i nûraniyesinden gelen Zeynelabidin, Câfer-i Sadık gibi eimme-i alişan ve hakiki veresei Nebeviye pek çok Mehdi misal zevat-ı nûraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.”
“Nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nûranî rehberler Hazreti İbrahim'in (a.s.) alinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.), vazife-i azime-i İslamiyette ve ekser turük ve mesalikinde, enbiya-i Beni-İsrail gibi, aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi görmüş. Onun için (söz konusu âyette) emrolunarak Âl-i Beyt'e karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikati teyit eden diğer rivâyetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat (kurtuluş) bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Âl-i Beyt’im.'[1]Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.” (Dördüncü Lemâlar, s. 26-27)
Bu konuda dikktimizi çeken bir husus ise, başta İmâm Ali (a.s) olmak üzere bütün Ehl-i Beyt imâmlarının ümmet üzerindeki velâyeti daha çocuk yaşlarından itibaren bir şekilde ibraz edilmesidir. Kaynaklarda geçtiği üzere, Allah Resûlü’ne (s.a.a) nübüvvet görevi verilir verilmez akrabalarına yönelik ilk davet yemeğinde İmâm Ali’nin (a.s) kendisinden sonraki vasî olduğunu açıklamıştı. Elbette ki bunun nedeni ve hikmeti işin başında ümmete karşı hüccetin tamalanmasıdır. Bunu Allah Resûlü’nün (s.a.a) diğer Ehl-i Beyt imâmlarının kimler olduğunu tek tek isim, sıfat ve künyelerini bildirmesinde de görmekteyiz.
Kur’ânî bir kavram olan “Şecere-i tayyibe”nin ve yine Kur’ânî bir tanım olan “mutahhar” sıfatının ne anlama geldiğini bilmeyen ve araştırma zahmetinde bulunmayan bazıları Ehl-i Beyt’in babadan oğula geçen vasîliklerini monarşi sistemlere benzetebilmektedirler. Oysa monarşilerde belirleyici tek etken verasettir. Monarşilerde liyâkat ve ilâhî seçkinlik asla söz konusu değildir. Ehl-i Beyt imâmları ise “nass”la belirtilmiş bulunmaktadır. Allah Resûlü (s.a.a) bizzat tek tek isimlerini vererek Ehl-i Beyt imâmlarının kimler olduğunu açıklamış ve onlara itaat ve meveddetin farziyetinden söz etmiş. Bu konuda yüzlerce Sahih Hadis bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet kaynaklarından iki tane örnek verecek olursak:
“Cabir bin Abdullah naklediyor: ‘Allah’a, Resûlü’ne ve ulû’l emre itaat etmenin farziyetini bildiren âyet (Nisa: 59) indiği gün Peygamber’e sordum: ‘Allah ve Resûlü’nü tanıyoruz. Ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onların kim olduklarını bize açıklar mısın?’
“Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdular: ‘Onlar benim vasîlerimdir. Onların ilki Ali bin Ebi Talib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali bin Hüseyin (Zeynelâbidin), sonra Tevrat’ta Bâkır diye anılan Muhammed bin Ali’dir. Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin. Ondan sonra Câfer bin Muhammed es-Sadık, sonra Musa bin Câfer, sonra Ali bin Musa, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin Muhammed, sonra hasan bin Ali ve en sonuncusu Allah’ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki gaibi olan ve benin isim ve künyemi taşıyan Hasan bin Ali’nin oğlu Mehdi’dir.” (Bu hadis Şia kaynaklarının yanısıra Ehl-i Sünnet’in şu kaynaklarında da nakledilmiştir: Yenâbi-ül Meveddet (Kunduzî el-Hanefî), s. 114-117-494, Şevâhid-üt Tenzil Tefsiri (Hâkim el-Heskânî el-Hanefî), c. 1, s. 148, Tefsir-i Kebir-Fahr-i Razî, c. 3, s. 357, Ferâd-üs Simtayn (Hamavî), c. 1, s. 314)
Yenabi-ül Meveddet, s. 440 ve Alleme Şeyh Muhammed ibn-i Ali el-Hanefî’nin “İthaf-u Ehl-il İslâm” adlı kitabında İbn-i Abbas’tan şöyle rivâyet edilmiştir:
“Na’sel adında bir Yahudi Resûlullah’ın (s.a.a) huzuruna gelerek: ‘Ya Muhammed, senden sonra vasîlerin kimlerdir?’ diye sordu. Resûlullah (s.a.a): ‘Benim vasim Ali b. Ebi Talib’dir ve ondan sonra onun iki evlâdı Hasan ve Hüseyin’dir. Sonra da Hüseyin’in dokuz evladıdır.’ Buyurdu. Yahudi’nin: ‘Ey Muhammed, onların isimlerini bana söyler misin?’ demesi üzerine Resûlullah (s.a.a) şöyle devam etti: ‘Hüseyin’den sonra oğlu Ali (Zeynelâbidin), Ali’den sonra oğlu Muhammed (Bâkır), Muhammed’den sonra oğlu Câfer (Sadık), Câfer’den sonra oğlu Musa (Kâzım), Musa’dan sonra oğlu Ali (Rıza), Ali’den sonra oğlu Muhammed (Taki), Muhammed’den sonra oğlu Ali (Naki), Ali’den sonra oğlu Hasan (Askerî), Hasan’dan sonra da Allah’ın hücceti Muhammed Mehdi’dir. Onlar toplam on iki kişidirler... Evlâtlarımın on ikincisi gaybete çekilecek ve gözlere görünmeyecektir. Ümmetim için bir zaman gelecektir ki, İslâm ve Kur’ân’dan sadece bir isim kalacaktır. (Yeyüzü zulümle dolacaktır.) Böyle bir zamanda Allah Teâlâ onun (Mehdi’nin) kıyam etmesine izin verecek ve İslâm’ı onun eliyle izhar edecek, (zulmü bertaraf edip adâleti hakim kılacak) ve böylece İslâm’a yeniden hayat bağışlayacaktır.” (Yani bu dönemde Allah Teâlâ (Nûr Sûresi’nin 55’nci âyetinde de vaadettiği üzere) şeriata icra imkânı verecektir. İşte o zaman yeryüzüne salih kullar egemen olacaktır.) (Enbiyâ: 105)
On iki imâmın velâyetiyle ilgili bir başka hadiste ise, tüm imâmların isimleri, künyeleri ve her birinin kendi şahsına münhasır öne çıkan vasıfları açık açık izhar edilmektedir. (Cüveynî Feraid-üs Simtayn, c. 2, s. 152)
Kaynaklarımızda Allah Resûlü’nün (s.a.a) bu tür bildirim ve açıklamaları “vahyi gayr-i metluv” olarak izah edilmektedir. Ayrıca hem Ehl-i Sünnet ve hem Şia kaynaklarında geçtiği üzere diğer birçok hususlarda da Resûlullah’ın (s.a.a) geleceğe yönelik hadisleri mevcuttur.
“..Allah, size gaybı bildirecek değildir; fakat elçilerinden dilediğine gaybı bildirir..” (Âl-i İmrân: 179)
Kur’ân ve Sahih Sünnet’in muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt imâmları da kuşanmış oldukları bu ilâhî ilimle ve kendilerine özgü bir takım sıfatlarıyla hem insanları aydınlatıyorlardı hem geleceğe ışık tutuyorlardı..
Kaynaklarımıza baktığımızda diğer imâmlarda olduğu gibi, İmâm Rıza’nın (a.s) da bir takım sıfatlarla anılan isim ve lakaplarına tanık olmaktayız. Bunlardan biri “Siracullah”tır. Yani “Allah’ın kandili.” Bu öyle bir kandil ki, onun mübarek ruhaniyeti Maverahünnehir (Horasan) steplerinden doğan bir güneş gibi tüm İslâm âlemini aydınlatmaktadır...
İmâm’ın (a.s) diğer bazı isim ve sıfatları ise şöyle: er- Rıza, es-Sabir, ez-Zeki, el-Vafi, Kurrat-u Ayni’l-Müminin (Müminlerin Göz Aydınlığı), Mekidetu’l-Mulhidin (Dinsizleri Tuzağa Düşüren), es-Sıddık ve el-Fadıl. (Hayatu’l-İmâm Ali b. Musa er-Rıza, 1 / 23-25)
Rivâyetlere göre İmâm Rıza (a.s) Hicrî 183 senesinde otuz beş yaşında iken ümmetin velâyetini yüklenmiş bulunmaktadır. Babasının şehadetinden sonra ümmetin rehberliğini yüklenmiş olan İmâm (a.s) Harun Reşit, Muhammed el- Emin ve Abdullah Me’mun tağutlarının zulüm ile kararttıkları dünyaya tanık oldu. Aslında bir ömür boyu süren tanıklıktı bu.. Zira babasının döneminde de Abbasî zalimlerinin Ehl-i Beyt’e yönelik baskı politikalarına ve hasseten babasının defalarca zindanlara atılmasına şahit olmuş ve bu süreçte türlü eziyetlere bizzat kendisi de maruz kalmıştı.
İmâm Rıza’nın (a.s) serencam dolu hayatını tahlil ve tetkik ettiğimizde üç aşamalı bir yaşam öyküsü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Birinci aşama: İmâm’ın (a.s) doğumundan itibaren babası Musa Kâzım’ın (a.s) şehadetine kadar süren dönem.
İkinci aşama: Hicrî 183 senesinde ilâhî imâmet misyonunu yüklenmiş olduğu andan, hicrî 200 tarihinde kendisine metazori olarak veliâhtlık tahmil edilmesine kadarki dönem.
Üçüncü aşama: Mem’un tağutunun ironik bir şekilde İmâm’ı (a.s) veliâht olarak ilân ettiği hicrî 200 yılından, İmâm’ın (a.s) şehadet yılı olan hicrî 203 tarihine kadarki dönem.
- Tırmızi, Menakıb: 31; Müsned, 3: 14, 17, 26.