İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (13)

Dolayısıyla biz aklı tarif edebilmek için aklın kendisinden daha açık ve aydınlık olan başka bir şeye sahip değiliz. O yüzden aklı, aklın kendisiyle tarif etmekten başka çaremiz yoktur. Aristo, iki bin beş yüz yıl önce “felsefeyle savaşacak olanların felsefe silahıyla savaşması gerekir” demiştir. Felsefe, felsefeden başka bir şeyle reddedilemez. Siz, bilimle, kelâmla, nakille, hadisle felsefeyi reddedemezsiniz.
GİRİŞ: 26.12.2021 12:29      GÜNCELLEME: 26.12.2021 12:29
Rasthaber -  İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

To vu tûba vu mâ vu qâmet-é yâr

Fékr-é her kes bé qedr-é himmet-é ust

Ger men âlûde dâmenem çé eceb

Hemé âlem guvâh-é ismet-é ust

Cennet senin olsun, sevgilinin cemali bizim olsun

Herkesin düşüncesi kendi çabası ve gayreti kadardır

Ben günahkâr olsam da ne çıkar

Tüm âlem onun masumluğuna tanıktır

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Programımıza başlamadan önce yeniden gösterdiğiniz ilgiden ve güzel mesajlarınızdan dolayı üstadım ve programın hazırlanmasında emeği geçen herkes adına sizlere teşekkür ediyoruz.

Bildiğiniz gibi bir süredir programlarımızda Mevlânâ’nın manevi denizine dalmış bulunuyoruz. Bu denizden çıkışımız da Allah’ın inayetine ve üstadımıza bağlı. Gerçekten de Mesnevî’nin marifet denizi, ondaki incileri çıkarabilecek mana dalgıçlarının olmasını gerektiriyor.   

Üstad konumuz, Mevlânâ’nın Mesnevî’deki marifet sistemine geldi. Önceki programlarda Mevlânâ’nın akli ve şuhûdî idraklerin temelini duyulardan başlattığına değinmiştik. Bu programda da akli idraklere geldik.

Mevlânâ akıl için de mertebeler olduğunu kabul eder. Cüzi akıldan başlıyor, ardından “maaş aklı”, “imani akıl”, “kutsi akıl” ve nihayet “tümel akıl” diye sıralıyor. Buna göre idrakler de farklı oluyor.  

Dolayısıyla biz marifet sistemini ve mertebelerini akıl alanında iyi anlayabilmeliyiz. Böylece akıl dendiği zaman Mevlânâ’nın hangi aklı kastettiğini anlayabiliriz. İzin verirseniz ben yine beyitleri okuyayım ve sizin tefsirinizden istifade edelim.

Cüzi akıl hüküm çıkarabilecek bir akıl değildir

O ancak fen kabul edebilecek bir akıldır ve (öğrenmeye) muhtaçtır 

Bu, öğrenmeye ve anlamaya kabiliyetli bir akıldır

Ama vahiy sahibi ona öğretir

Cüzi akıl, aklın adını kötüye çıkardı

Dünyanın tadı insanın tadını kaçırdı

Yani burada cüzi aklın adını kötüye çıkardığını söylediği akıl, tümel akıldır. Üstad konuya başlarken öncelikle kısaca aklı tarif edip ondan sonra Mevlânâ açısından aklın mertebelerini açıklarsanız iyi olur.

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, aklın tarif edilmesi çok önemlidir. Elbette doğal olarak her şeyin bir tarifinin olması gerekiyor ve her şeyin bir tarifi de vardır. Hz. Hak Teâlâ bundan müstesnadır çünkü varlığın aslını tarif edemeyiz. Zira mantık âlimleri güzel bir şey söylemiştir. Onlar “tarif, eclâ olmalıdır” derler. Peki, tarifin “eclâ” olması ne demektir? Bu, tarif için kullandığınız şeyin, tarif ettiğinizden daha açık olması demektir.

Zira tarifiniz, tarif ettiğinizden daha belirsiz ise bu anlamsızdır. Ya da en azından kendisi kadar tanınması gerekir ki bu da anlamsızdır. O halde tarifinizin tarif ettiğiniz şeyden çok daha açık olması gerekir. “Eclâ”, daha açık demektir. O halde tarifin eclâ olması, tarif edilen şeyden çok daha açık olması demektir. “Muarrif-tarif eden”, tarif edilen şeyden daha açık olmalıdır. Bu son derece mantıklı ve doğru bir sözdür. Mesela biz varlığı tarif edemeyiz çünkü varlıktan daha açık bir şey yok. Aslında varlıktan başka bir şey de yok ki varlığı onunla tarif edebilelim. Akla gelecek olursak…  

Siz benden aklı tarif etmemi istediniz. O halde ben de şunu sorayım; acaba aklı tarif edebileceğimiz ve akıldan daha açık bir şeye sahip miyiz? Hâlbuki her şey akılla açık hale geliyor. Her şey akılla tarif ediliyor. Peki, aklın kendisi neyle açıklanabilir?

Bu, bizim varlıkla ilgili söylediğimiz şeye benziyor. Bazı büyük filozoflar, örneğin Molla Sadrâ ilmi, varlıkla ‘‘musavık’’ görür. ‘‘Musavık’’, eş anlamlı demek değildir ama ‘‘birlikte’’dir. Bu anlamda aklı da varlıkla ‘‘musavık’’ görmüştür. Dolayısıyla biz aklı tarif edebilmek için aklın kendisinden daha açık ve aydınlık olan başka bir şeye sahip değiliz. O yüzden aklı, aklın kendisiyle tarif etmekten başka çaremiz yoktur.

Peki, aklı, akılla tarif etmek mümkün müdür? Bir anlamda evet. İşte Mevlânâ’nın da işaret ettiği şey de budur. Peki, neden mümkündür? Daha önce arz ettiğimiz gibi bir şeyin kendisiyle o şey tarif edilemez. Çünkü bir şeyin kendisi, zaten kendisidir ve bize daha fazla bir bilgi vermemektedir. Peki, aklı akılla tarif etmek nasıl mümkün oluyor? Şimdi arz edeceğim sebepten dolayı.

Çünkü aklın mertebeleri vardır. Mevlânâ da buna işaret ediyor ve siz de şiirinin o bölümlerini okudunuz. O mertebelere hekimler, arifler, ilahiyatçılar isimler de vermiştir. Bazıları üç, bazıları dört mertebe demiştir yahut bundan daha fazla veya daha az mertebeler olduğunu söyleyenler olmuştur. Bazıları bunlara ilişkin bazı ıstılahlar kullanmıştır ki bunlara da daha sonra değiniriz.

Ancak bir mertebe ile diğer mertebe arasında yine mertebeler bulunmaktadır. Dolayısıyla bir anlamıyla belki de aklın mertebeleri sonsuzdur. Mertebelere sahip olduğu için daha yüksek mertebelerle daha aşağıdaki mertebeleri tarif etmek mümkündür. Mesela tümel akılla, tikel aklı (cüz’î akıl), Kudsî akılla da hissî aklı tarif etmek mümkündür.

Mevlânâ burada açıkça cüz’î akıldan söz ediyor. Aklın bizzat kendisi aslında tikel (cüz’î) değildir, tümeldir (külli). Peki, neden cüz’î yani tikel akıl diyoruz? Çünkü bu akıl cüz’îyata odaklanıyor. Mesela bu aklın faaliyet ekseni, iyi yaşamaktır. Örneğin; faaliyet ekseni iktisadi, siyasi, toplumsal veya fizikle ilgili meselelerdir. Zira akıl olmadan fizikçi olunabilir mi? Akıl olmadan iyi bir kimyacı, matematikçi olunamaz.

Ancak eğer aklın dairesi, belirli bir alanla sınırlanırsa, o zaman akıl sadece o alanda (örneğin; sadece matematikte veya fizikte) işler. Tıpkı şu an ilimlerdeki ihtisaslaşmalarda olduğu gibi. Aklın belirli bir dairede faaliyet göstermesi evet iyi bir şey olabilir. Şu an bu sayede bilimde büyük ilerlemeler olmuştur. Bugün fizikte, kimyada, tıpta ve diğer ilmî alanlarda nasıl ilerlemeler olduğunu görüyoruz. Fakat bugün sadece bir alanda faaliyet gösteriliyor, diğer alanlarla ilgilenilmiyor. Mesela bir iktisatçıya fizikle ilgili bir şey sorarsanız aklının o alanda faaliyeti olmadığını görürsünüz. İşte bu cüz’î akıldır.

Ancak bu cüz’î aklı da kullanan ve bunların hepsinin üstünde olan akıl, tüm diğer akılları içeren bir akıldır. Akıl, tek bir hakikatten başka bir şey değildir. Bu söylediklerimiz aklın mertebeleridir; akıldan ayrı değildir. Bunların hepsine yukarıdan bakan akıl ise tümel akıldır.

Mevlânâ burada “cüz’î” ve “külli” diye, bazı hekimler ise “fail” ve “münfail” olarak tabir etmiştir. Bu da çok güzel bir tabirdir. “Fail” akıl ile ilgili kullanılan daha iyi bir tabir “faal akıldır”. Meşşaî hekimler, “faal aklı” onuncu akıl olarak görmektedir. Onlar dokuz felek olduğunu kabul eden Batlamyus kozmolojisini kabul ettikleri için bunu söylüyorlardı. Bu, elbette yeni bilimsel veriler doğrultusunda yanlışlığı anlaşılmış bir sözdür. Yani Batlamyus teorisinde geçtiği üzere dokuz felek diye bir şey yoktur. Onlar ise dokuz felek kabul ettikleri için mecburen on akıl olduğunu söylemek durumundaydı. Zira aklın felekten bir adet fazla olması gerekiyordu. Yani onlara göre dokuz akıl, dokuz feleği idare ediyordu. Bir akıl da o feleklerin, Ay’ın altını idare ediyordu. Böylece toplamda on akıl oluyordu.

Fakat şu an Batlamyus kozmolojisi çöktüğüne göre artık on akıl diye bir şeyi kabul etmemiz gerekmiyor. Akıl sayılı bir şey değildir, hatta tümel aklı bütün bir akıl olarak görmek gerekir. Bunun adı da “faal akıl”dır (akl-ı faal). Meşşaî filozoflar, bununla bu âlemi idare eden aklı kastediyorlardı; ama artık bizim bugün bunu söylememizin bir gereği yok.

Bu faal akıldır, faal akıl nedir? Münfail (edilgen) olmayan akıldır. Yani yalnızca amelde bulunmakta ve idare etmektedir, etkindir. Biz insanların akılları ise münfail akıldır veya buna “iktisabi akıl” da denir. Bizler birtakım etkiler sebebiyle münfail olabiliriz.

Falan rengin, falan kokunun, gördüğümüz falan olayın etkisiyle münfail olabiliriz, evet, bunda hiç şüphe yok. Ancak bu infial (etkilenme) hissidir. Bununla birlikte hissî infial de akli infial olmaksızın olmaz. Zira zaten akıl olmadan his hiçbir şey yapamaz. Örneğin siz görürsünüz ancak eşya arasındaki ayrımını yapan yine akıldır.

Dolayısıyla dışarıdan kaynaklanan bir infialimiz söz konusudur. Bunlar duyularımızdır. Örneğin; görürüz, duyarız, dokunuruz, sıcağı ve soğuğu görürüz. Soğuk ve sıcak bizi etkiler ve münfail oluruz. Çok acıklı bir olay görürsünüz ve etkilenirsiniz, mutlu bir manzara görür mutlu olursunuz. Bunlar dışarıdan kaynaklanan infiallerdir.

Bir de içten gelen infial vardır, yani tümel akıldan gelir. Akıl orada istidlâlde bulunur. İstidlâl, dışarıdan gelen bir şey değildir, istidlâl insanın içindedir. O halde iki tür infial söz konusudur: biri içsel infialdir, diğeri de dışsal infialdir.

Genel olarak ilmî akıl, cüz’î akıldır. Genel olarak bu âlemin işlerinin idaresi için olan akıl, cüz’î akıldır. Külli akıl ise bu âlemin de ötesine gidiyor. Yani bu âlemi, bütün bir varlık âlemi ile ilişkilendiriyor. Varlığa bakar. Yani tüm varlığı, kapsamlı bir düzen içinde görür. Bizim âlemimiz, hayatımız, bizim yerküremiz, galaksilerimiz, tüm varlık âleminin bir köşesidir. Bu bakış açısıyla baktığımızda işte bu tümel akıldır (külli akıl), buna “faal akıl” deniyor.

Ben faal aklı bu anlamda kullanıyorum, İbn Sina’nın ve Meşşaîlerin kullandığı ıstılahı söylemiyorum. Ben “faal aklı”, tümel akıl olarak görüyorum. Mevlânâ burada cüz’î akıl ve külli akıl tabirlerini kullanıyor. Hekimler ise “faal akıl” ve “münfail akıl” tabirlerini kullanmıştır.

Laricanî: Üstad, zatıâlinizin söylediklerinizden iki önemli nokta dikkat çekiyor: Bunlardan birincisi, aklın tarif edilemez oluşudur. Bir mantık cedeli içine girmek istemem ama “akıl tarif edilemez” demek, zaten aklın tarifi değil midir? İkincisi de ‘‘akıl cüz’î olana bakar’’ demek de aklın tarifi olamaz mı?

Üstad Dînânî: Ben ‘‘tarifi yoktur’’ demedim. Ben akıldan daha açık bir şeye sahip olmadığımız için aklı, aklın diğer mertebeleri ile tarif edebiliriz, dedim. Yani kendisi kendisini mertebeler açısından tarif eder. Akıl mertebe mertebedir ama tek bir hakikattir. O halde daha yüksek bir mertebe, alt mertebedekileri ihata ettiğine göre, alt mertebedekileri tarif edebilir. Ancak tümel akıl, varlığın tümel aklı, kendini tarif etmek istediğinde artık bu kavramsal bir tarif değildir.

Yani o şiirde olduğu gibi Güneş’i Güneş’le tarif etmek gerekir. Yani kendisine bak, o zaman anlarsın ne olduğunu.

Laricanî: “Aftab âmed, delil-é âftâb.”

Üstad Dînânî: Evet, bravo! “Güneş’in varlığına delil olarak Güneş geldi.” Ben Güneş’i neyle tarif edeyim, gölgeyle mi tarif edeyim? Güneş, Güneş’le tarif edilebilir. Tümel aklı tarif etmek istediğimizde ise bunun cevabını yine Mevlânâ veriyor:

Aftâb âmed delil-é âftâb

Ger delîlet bâyed ez vey rû metâb

Güneş geldi Güneş’e delil olarak

Eğer delil gerekiyorsa ondan yüz çevirme

İşte bu bir tür tariftir. Çünkü sizin dikkatinizi kendisine çekiyor. Yani aklın kendisi, kendisini gösteriyor. Öte yandan bu mantıki tarif de sayılabilir, çünkü yukarı mertebe, daha aşağı mertebeyi tarif edebilir.

Laricanî: İkinci nokta şudur. Mevlânâ’nın cüz’î akıldan kastettiği şeyin istidlâlî veya felsefi akıl olduğu anlaşılıyor. Çünkü devamında şöyle diyor:

Bu bahiste akıl yol gösterici olsaydı

Fahr-i Râzî dinin sırrını bilirdi

Muhtemelen burada Fahreddin Râzî’nin ismini anması onun istidlâlî ve kelâmî düşüncenin sembolü olmasından dolayıdır.

Üstad Dînânî: Buyurduğunuz şey tamamen doğrudur. Mevlânâ, Fahreddin Râzî’yi misal vererek aslında ilk mısranın anlamını açıklıyor. O, istidlâlî aklı cüz’î akıl olarak görüyor; fakat istidlâlin örneğini de gösteriyor. Onun istidlâl örneğinin mazharı Fahreddin Râzî’dir. O, belirli bir istidlâl anlayışına sahiptir. O, öncelikle tam anlamıyla bir Eş’arî kelamcıdır. İkinci olarak o cedel [Meşhur olan veya doğruluğu herkes tarafından kabul edilen önermelere dayanan kıyas; tartışmada rakibi susturma yöntemi anlamında kullanılan mantık, felsefe ve kelâm terimi; Latincesi “diyalektik”] ehli biridir. Üçüncüsü -hatta belki de en önce demek mümkün- şüphecidir. Tüm dünya tarihinde demesek bile İslam tarihinde Fahr-i Râzî’den daha şüpheci, daha eleştirel ve daha cedelci bir zihin görülmemiştir. O, bu anlamıyla bir ucubedir!

Laricanî: Ama Muhammed Gazzâlî de var bu alanda.

Üstad Dînânî: Evet, ama onun kadar değil. Cedel ve şüphe yaratma konusunda hiç kimse Fahreddin Râzî’nin eline su dökemez. O bir semboldür, bu yüzden Mevlânâ doğru söylüyor. Bu tartışmacı ve sadece cedelde bulunan Eş’arî akıldır. Biliyorsunuz, cedel muhalifin tezlerinden seçmeci bir şekilde alıp onu mahkûm etmeyi amaçlar, dolayısıyla cedelci akıl gerçekliği keşfetme peşinde değildir. Onun tek istediği karşı tarafı mahkûm etmektir.

Cedelcinin tüm çabası -gerçeklik ortaya çıksın veya çıkmasın- karşı tarafı mahkûm etmeye yöneliktir. Cedelci en baştan gerçekliğin kendinde olduğunu kabul eder, karşı tarafın kendisine teslim olmasını ister, bundan dolayı da karşı tarafı mahkûm etmek için her yola başvurur.

Cedelin teknikleri vardır. Bunun içinde mugalâta, çamur atma, mücadele vardır, hatta şiirden, safsatadan istifade edilir. Bildiğiniz gibi beş istidlâl tekniği vardır. Bunlardan biri burhandır ki burhan doğru yoldur. Diğer dördü ise şiir, hitabet, cedel ve safsatadır. Cedelci bir insan hem safsatayı ve şiiri, hem cedeli hem de çamur atmayı kullanır.

Laricanî: Şiir biraz kötülenmiş oldu sanki.

Üstad Dînânî: Hayır, şiir kendi yerinde önemlidir ama şiir istidlâlî ve burhani değildir. Benim asla şiiri kınamak gibi bir kastım yok, ben de şiiri seviyorum, bazen şiir okuyorum. Şiirin kendine göre bir azameti vardır ama şiir istidlâl veya burhan değildir. Biz şiir aracılığıyla burhan ortaya koyamayız. Şiir insanın önüne sınırsız âleme akmasını sağlayacak bir ufuk açar ancak hayale akmak, burhandan ve hakikatin keşfinden farklı bir şeydir. Şiirin kendine özgü bir azameti vardır ama asla burhan değildir.

Dolayısıyla Mevlânâ “Bu bahiste akıl yol gösterici olsaydı, Fahr-i Râzî dinin sırrını bilirdi” derken bu aklın Fahr-i Râzî ve benzerlerinin aklı olduğunu söylemek istiyor. Bu cüz’i akıldır, burhana dayalı akıl değildir. 

Laricanî: Mevlânâ, Altıncı Defter’de ve başka yerlerde şöyle buyuruyor:

İnsana şah damarından daha yakın olan Hak’tır

Sen düşünce okunu uzağa attın

Ey yayla ok atan, av yakındı sen uzağa attın

“Câhedû fînâ” dedi o Sultan

“Câhedû annâ” demedi, ey kararsız kişi

Burada “fînâ” ve “annâ” ifadelerini kullanıyor. Ankebût Sûresi 69. âyetteki “Velleżîne câhedû fînâ” (Bizim uğrumuzda cihad edenler / çaba gösterenler) dediğini, “câhedû annâ” (bizden) demediğini söylüyor.

Üstad Dînânî: Gerçekten de her beytinde birçok incelikler var. Mevlânâ sadece anlam derinliği açısından değil, söyleyiş incelikleri bakımından da gerçekten hayret vericidir. Bakınız, elinizde ok ve yay var ve avınız yakın fakat siz uzak yerlere ok atıyorsunuz. Sizin istediğiniz şey, ovadaki ceylan veya av değil, siz Hakk’a ulaşmak istiyorsunuz. Hak ise size her şeyden daha yakındır. Size şahdamarınızdan daha yakındır. Uzağa gitme, kendine geri dön. Allah bize şahdamarımızdan yakın ama biz O’ndan uzağız ve O’ndan uzak olduğumuz için de oku uzağa atıyoruz. O bize değil şahdamarımızdan, bize kendimizden de daha yakındır!

Dûst nezdikter ez men bé men est

Vîn ecebter ké men ez véy dûrem

Çé konem bâ ké tevan goft ké dûst

Der kenâr-é men u men mehcûrem

(Sa’dî)

Dost bana benden yakındır

Ne tuhaf ki ben ondan uzağım

Ne yapayım kime denebilir ki dost

Benim yanımdadır ve ayrı duran benim

Ârifin biri “Allah bizimle ama biz O’nunla değiliz” diyor. Bir diğer ârif ise ondan daha güzelini söylüyor: “Allah bizimle ama biz kendimizle değiliz.”

Laricanî: Pekâlâ üstad, kısa bir aradan sonra devam edelim.

***

Üstad, Mevlânâ iki beyitte iki Kur’ân âyetini çok güzel bir şekilde açıklıyor. Ben demin okuduğum o beyitleri tekrar okuyayım.

İnsana şah damarından daha yakın olan Hak’tır

Sen düşünce okunu uzağa attın

Ey yayla ok atan, av yakındı sen uzağa attın

“Câhedû fînâ” dedi o Sultan

“Câhedû annâ” demedi, ey kararsız kişi

Üstad Dînânî: Bakınız, “fi” kelimesiyle “an” kelimesi iki edattır. Nahiv âlimlerinin terimiyle söyleyecek olursak bunların ikisi de “harf-i cer”dir. “Câhedû fînâ” ve “câhedû annâ” ifadelerine gelince. Burada “cehd” çaba göstermek demektir. Yani tüm gücüyle çaba göstermek. “Cehdu fîhî” Hak yolunda demektir. Yani eğer o çaba Hak Teâlâ yolunda olursa bu sizi Hakk’a ulaştırabilir. “Anhu” ise “iraz”dır, yani uzaklaşmaktır.

Yani eğer Hak yolunun aksine çaba gösterirsen o zaman da gittikçe uzaklaşırsın. Bu uzaklığın sonu yoktur. Aynı şekilde eğer Hak yolunda çaba gösterirsen her an daha çok yaklaşırsın ve bu yakınlaşmanın da sonu yoktur.   

Dikkat edin, iki tane sonsuz yolla karşı karşıyasınız: “Fîhî” ve “anhu”. İşte o “fîhî”yi bulmak gerekir; yani Hak yolunun nere olduğunu bulup oraya adım atmak ve ilerlemek gerekir. Bunun aksine eğer “anhu” yoluna adım atılırsa o yol, Allah’tan uzaklaştırır; o yol, Şeytan’ın yoludur. Burada ikisinin ortası yoktur. Ya Hak yoludur ya Şeytan yolu.

Laricanî: Üstad, Mevlânâ cüz’î aklı açıklayıp eleştirdikten sonra şu noktaya ulaşıyor:

İstidlâlcilerin ayağı tahtadandır

Tahta ayak ise çok dayanıksızdır.

Bu durumda akla şu soru geliyor: O külli akıl, eğer ayağı tahtadan olan o istidlal tarafına gelirse, yani iktisat tarafına gittiğinde iktisat aklı, fizik tarafına gittiğinde fizik aklı olur. O halde ne yapacağız, o külli aklın metodolojisi nedir? Onu hangi kurallara göre tanımak gerekiyor?

Üstad Dînânî:  Evet, çok ağır ve derin bir soru. Mevlânâ burada, her yerde olduğu gibi acayip bir incelik kullanmıştır. Burada istidlâlden kastettiği, daha önce de söylediğim gibi cedele dayalı istidlâldir. Nitekim Fahr-i Râzî’nin adını da bu yüzden kullanmıştır. Fakat Mevlânâ’nın inceliğine bakın! Buna rağmen “bizim istidlâlî akla da ihtiyacımız var” diyor. İstidlâlî akıl yeterli değildir ama hâlâ istidlâlî akla olan ihtiyacımız bitmiş değil.

Peki neden? Çünkü bu şiirin kendisi bir istidlaldir. Bir kıyas yapmaktadır. Bakınız, mantıkta kıyasta bir “sugra” vardır, bir “kübra” vardır, bir de netice vardır. Kübra her zaman tümeldir. Sugra bazen tümel bazen de tikel olabilir ama kübra her zaman tümeldir.

Ben şimdi Mevlânâ’nın bu beytini sizin için mantık kalıbına dökmek istiyorum. Burada bir kıyas oluşturulmuştur, hem de tam anlamıyla bir mantıksal kıyas. Bakın, buradaki meselenin sugrası “istidlâlcilerin ayağı tahtadır” ifadesidir. “Tahta ayak çok dayanıksızdır” ifadesi de kübradır. Meselenin sugrasının tümel olması gerekmez. Bu yüzden bazı istidlâlcilerin ayağı tahta olmayabilir. Ancak sugranın tümel olmasının da bir sakıncası yoktur. Her istidlalcinin ayağının tahta olması burada tümel olarak verilmiş. Tahta olan ayak sağlam değildir, istikameti yoktur. Bu durumda “tahta ayak sağlam değildir” de bunun neticesidir.

İşte bu bir sugra kübradır ve görüldüğü gibi Mevlânâ istidlâli, istidlâlle reddediyor. Bir başka deyişle istidlâlin yardımıyla istidlâlle savaşıyor. Aristo, iki bin beş yüz yıl önce “felsefeyle savaşacak olanların felsefe silahıyla savaşması gerekir” demiştir. Felsefe, felsefeden başka bir şeyle reddedilemez. Siz, bilimle, kelâmla, nakille, hadisle felsefeyi reddedemezsiniz. Felsefeyi reddetmek istiyorsanız bunu felsefeyle yapmanız gerekir. Aynı şekilde istidlâli reddetmek istiyorsanız da bunu istidlâlle yapmanız gerekir.

İşte Mevlânâ’nın birinci inceliği budur. İkinci inceliği ise her halükarda şunu ortaya koymasıdır: Akıl (ister cedelî ister burhani olsun) istidlâlî olduğu kadar, aynı zamanda şuhûdîdir de.

Akıl bazen öyle bir merhaleye ulaşır ki Eflatun’un dediği gibi orası artık şuhûddur. Şuhûd derken neyi kastediyoruz? Yani öncüller olmadan neticeye ulaşırsınız. Kimileri şuhûdu yanlış anlıyorlar ve duyusal olarak görmek sanıyorlar. İbn Sînâ “yağa ihtiyaç duymayan kandil” diyor. Yani öyle bir lambadır ki gazyağı hiç bitmemekte veya her zaman hazır olmaktadır.

Bazen öncüllerle yani sugra ve kübra ile neticeye gidersin. Bazen de zihin o kadar hazır olur, nefis de o kadar aydınlanmış olur ki doğrudan neticeye ulaşır. İşte şuhûd budur, yani doğrudan neticeye gitmektir. İbn Sina buna “hads-i kudsî” adını vermiştir.

Mevlânâ, siz öncüller olmadan da neticeye ulaşabilecek akli, zihnî ve nefsî yeterliliğe sahipsiniz, demek istiyor. Enbiya, evliya ve kâmil insanlar böyledir. Mevlânâ bu beyitlerde hem istidlâli reddetmek için istidlalde bulunuyor hem de bizim öncüller olmadan da neticeye ulaşabileceğimiz bir akla sahip olduğumuzu söylüyor.

Akıl meselesi Mevlânâ’da oldukça fazla yerde hem övülmüş hem de yerilmiştir. Yerilen akıl, cedelci akıldır; övülen ise burhana dayalı akıldır. Ben bu programda Mevlânâ’dan şu şiiri defalarca okumuştum:

Ez yek endişe ké âyed der derûn

Sed cehan gerded bé yeş dem sernégûn

İnsanın gönlüne gelen bir düşünce ile

Yüz dünya bir anda baş aşağı devrilir

Mevlânâ düşünceye çok önem verir. Bir düşünce dünyayı değiştirir, diyor. Mevlânâ düşünceye, burhana dayalı akla asla karşı değildir.

Laricanî: Bir beytinde de şöyle diyor:

Bu dünya tümel aklın bir düşüncesinden ibarettir

Akıl padişaha benzer, suretler ise resûllere

Üstad Dînânî: Evet, akla bu kadar değer veren biri elbette akla karşı değildir. Daha önce de arz ettiğim gibi cüz’î akıl belirli bir alana saplanıp ondan dışarı çıkamadığı için Mevlânâ tarafından yeriliyor.

 Laricanî: Evet, zatıâlinizin ifadesiyle akıl şuhûd kabiliyetine sahiptir ve hakikati doğrudan elde edebilir. Mevlânâ bunu “imani akıl” adıyla ifade ediyor. O, aklın mümin olması halinde hakikatleri bulmak için en iyi araç olacağını söylüyor ve şöyle diyor:

İmani akıl adil bir hâkim gibidir

Gönül şehrinin hükümdarı ve bekçisidir.

Onun aklı kedi gibi uyanıktır

Hırsız, fare gibi delikte kalakalır.

Daha sonra da taklidi bir iman olmaması ve aklın mümin olması gerektiğini söylüyor:

Taklide uymaksızın bakmayı adet edin

Kendi aklın için de düşün

Üstad Dînânî:  Çok harika, bakın işte mesele budur. Sizin de çok güzel buyurduğunuz üzere onun bahsettiği imani akıl, taklidî iman değildir. İnsanların annesinden babasından duyduğu ve sorgulayıp araştırmadan kabul ettiği dogmatik kabuller değildir. Vehim değil, akıl mümin olmalıdır.

Dikkat ederseniz aklı, gönlün sultanı kabul ediyor. Şimdi sizin okuduğunuz şiirde aklın gönlün sultanı olduğunu söylüyor. Peki, gönlün sultanı ne demektir? Onun hâkimiyeti altındaki yere artık vehim, hayal, vesvese, anlamsız küçük meseleler giremez. Günah, saldırganlık vs. gibi şeytani şeyler giremez. Çünkü gönülde artık aklın saltanatı vardır.

İnsanın gönlü tümel aklın elindeyse artık vesveseler, hayaller, vehimler, şeytanlıklar ve rezaletler tıpkı bir fare gibi deliğe girip saklanırlar. Mevlânâ burada çok ilginç bir benzetme yapmış. Çevik ve akıllı bir kedi pusuda beklemekte ve fareler ise deliklerine saklanmaktadır.  İşte bu gönüldeki mutlak akıl hâkimiyetidir ve Allah’a iman eden de işte budur.

Buradaki iman taklidî bir iman değildir, dogmatik değildir. İşte zatıâlinizin bahsettiğiniz şuhûd da budur. Burada artık istidlale, sugra ve kübraya gerek yoktur. Tüm fareler kaçıp deliklerine saklanmış ve akıl gönül ülkesine hâkim olmuştur. Burada akıl ve aşk da birbiriyle uyumludur. Çünkü gönül aynı zamanda aşkın da merkezidir.

Laricanî: Aynı zamanda akıl, adil bir hükümdardır. Ayrıca şöyle diyor:

 Tahkiki ilmin müşterisi Hak’tır

Onun pazarı daima canlı ve kazançlıdır

Üstad Dînânî: Çok güzel, yani taklidi bırak diyor. Taklidin karşıtı tahkiktir. Kulak herkesin söylediğini dinlememelidir. İnsanların her söylediğini dinleyip kabul etmemiz gerekmiyor. Tahkik ehli olmak gerekiyor.   

Laricanî: Tahkiki ilmin müşterisi de Hak’tır.

Üstad Dînânî: Allah Hak olduğu için tahkiki satın alıyor. Tahkik ile hak kelimeleri aynı köktendir, dikkat ediniz. Tahkik, hak kelimesinden geliyor. Bu yüzden de tahkikin müşterisi Hak’tır. Bu çok güzel bir ifadedir, hem edebi açıdan hem de anlam açısından çok güzel.

Laricanî: Zaten muhakkik, hakkın peşinde olan demektir. Üstad konu çok güzel bir noktaya geldi: Akıl ve kalp ilişkisi. Temiz bir kalp, yani âşık aklın hâkimiyetini ister.

Evet sevgili seyirciler, şimdiye kadar cüz’î akıl yani istidlâlî akıl kavramıyla ve akıl kavramının anlamıyla tanıştık. Akıl, hakikatleri doğrudan elde etme kabiliyetine sahiptir. Ancak bu aklın; taklidî olmayan, tahkikî bir imana sahip olması şartıyla…

İnşallah bir sonraki programda bu konuya devam edeceğiz. Bugünkü süremiz burada doldu. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.

 
Medya Şafak

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM