"Onlara Âdem’in iki oğlunun başından geçen ibret verici
şu gerçeği anlat: Onlar Allah’a birer kurban takdîm etmişlerdi de birinden
kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen
kıskanıp: 'Seni mutlaka öldüreceğim' deyince, öteki şu cevabı vermişti: 'Allah
ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul buyurur.” (Mâide: 27)
Ayette de belirtildiği üzere kıskançlık ve haset yüzünden
ilk kan dökme, ilk cinayet bu şekilde işlenmiş oluyor. Kıyamete kadar işlenen
her cinayette Âdem aleyhisselâmın katil olan oğluna bir günah payı
verilmektedir. Çünkü cinayette çığır açan, ilk cinayeti işleyen olması
hasebiyle böyle bir vebâli yüklenmiş olmaktadır.
"...Her kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o kişiye
onun günahı vardır." (Hadis)
Bu hadisede biz Müslümanlara verilen ders, başta cimrilik
olmak üzere haset ve kıskançlığın kötü bir haslet olduğu, öte yandan Allah
Teâlâ'nın rızasına yönelik bir tutum olarak îsâr'ın ve beraberinde gelen
takvanın en önemli davranış şekli olduğu izhar edilmektedir. Zaten diğer birçok
ayet-i kerimede cennet ehlinin vasıflarından söz edilirken "takva"
olgusuna vurgu yapılmaktadır. Kurban hadisesinde de biz takvayı somut bir
şekilde görmekteyiz
"Kurbanlıkların ne etleri Allah'a ulaşır ne de kanları;
O'na ulaşacak olan sadece sizin takvânızdır." (Hac: 37)
Takva olgusu, kayıtsız şartsız Allah'ın hükümlerine teslim
olmanın, her hâl ve davranışta Allah Teâlâ'nın rızasını gözetmenin adıdır.
“De ki: 'Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm,
hepsi âlemlerin rabbi olan Allah içindir." (En'âm: 162)
Ayette belirtildiği üzere temel ibadetlerden bahsedilmekle
birlikte hayatın ve ölümün Allah Teâlâ'ya adanmışlığından söz ediliyor. Zaten
bize hayat veren, hayatın sahibi olan Allah Teâlâ değil mi? Şu hâlde tasarruf
hayatın sahibine aittir. Bizi yaratmış ve yaşamın kurallarını bize bildirmiş.
Aparatların, alet ve edavatların kullanım kılavuzu olduğu gibi din de insanın
hayatını kuşatan yaşam kılavuzudur. Öyle ki, insanın bütün söz ve
davranışlarından, bireysel ilişkilerde konuşmanın adabından, devlet düzeninin
tanziminden, uluslararası diplomasiye kadar din nosyonu ile yön ve şekil
verilmektedir. Örneğin, Rabbimiz bize, "Kibar konuş." (Tâhâ: 44) diyor.
Her türlü insanî ilişkide bu bizim için düsturdur. Abese Sûresi'nin 1'nci
âyetinde, "Kızgın bakma, surat ekşitme" deniyor. Bu da bizim temel
davranış ilkemiz olmalı. Sevgili Peygamberimiz, "Tebessüm sadakadır."
diyor.
Toplumsal hayatın insicam içerisinde dizayn edilmesi ve
sosyal adaletin tahakkuku için İslâm'ın anayasal düzen içerisinde müesses
nizama dönüşmesi gerekmektedir. Bu mükellefiyetimize ilişkin Rabbimiz şöyle
buyuruyor: "Yeryüzünde adaleti kaim kılmanız için Kûr'ân'ı ve mizanı
indirdik." (Hadid: 25) "Ey Resulüm seni din ve yönetim işinde şeriat
(hukuk) üzere görevli kıldık. Sen o şeriata (hukuka) uy, bilmeyenlerin
hevasına/arzusuna uyma." (Casiye: 18) Nitekim Sevgili Peygamberimiz
hukukun üstünlüğü prensibini esas alarak 52 maddelik anayasa metni ile
Medine'de lokal anlamda bir devlet mekanizması oluşturmuştu. Sosyal hayata ve
kamusal alana tekabül eden medeniyetin temelleri böyle atılmıştı. Yeni kurulan
İslâm Devleti beraberinde uluslararası ilişkileri de getirmişti. Kısacası hemen
o dönemde barışçıl amaçlı olarak komşu ülkelerle diplomatik ilişkiler
geliştirilmişti. Bu bağlamda biz İslâm ümmetine bir nosyon olarak Mümtehine
Sûresi'nin 8'nci âyetinde devlet ricalinin uluslararası diplomaside gayr-i
müslim devletlere karşı mütekabiliyet esasına göre nasıl bir tutum sergileneceği bildirilmektedir: (Bu aynı
zamanda İslâm Devleti'nin kırmızı çizgisidir.) "Dininiz hususunda sizinle
savaşmayan (sizin yeraltı-yerüstü kaynaklarınızda gözü olmayan), sizi yurdunuzdan
çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayr-i müslimlerle iyi ilişkiler geliştirmenizi
Rabbiniz men etmemektedir. (Aksine teşvik etmektedir.)"
Ayetlerden de anlaşıldığı üzere bizim ailevî ve sosyal
yaşamımızda bireysel insanî ilişkilerimizin nasıl olması gerektiğine ilişkin
davranış kalıpları sunulurken devletler arası ilişkilerin de nasıl bir
diplomasî ile sürdürüleceğinin
algoritması-yol haritası (kırmızı çizgilerle) belirtilmektedir.
Sayın okuyucumuz gördüğünüz üzere kurban ibadetinin hikmet
ve felsefesinden söz ederken olay devlet düzeninin tanzimine evrilmiş oldu.
Bugün dinî değerlere yönelik öylesine bir inhiraf ve
kayıtsızlık yaşanıyor ki, insanlarımızın büyük ekseriyeti hem bireysel
ibadetleri icra etmiyor, hem Allah Teâlâ'nın evrensel hukuk sistemine mütenasip
bir devlet düzeni diye dertleri yok; ama öte yandan kurban vecibelerini yerine
getiriyorlar, fakat bunu da kavurma şenliğine dönüştürmüşler. Bir kısmı da,
"nasıl olsa çevremde fakir yok" diyerek buzluklarını dolduruyor. Bazı
dar gelirli vatandaşımız ise bir garabet tutum içerisinde banka kartı taksidi
ile faize bulaşarak kurban kesiyor. Peki Allah Teâlâ Âdem aleyhisselâmın
çocuklarından örnek verirken, "Ben ancak takva ehlinden kabul ederim"
demiyor mu? Faizin ve bencilce tutum içerisinde buzluğu doldurmanın
"takva" olgusu ile ne âlâkası var? Bu büyük bir çelişkidir. İslâm
bütün davranış kalıplarıyla, bütün edim ve ibadet ritüelleriyle
"yekpare" olarak yaşanmalı değil mi?
Bu itibarla ifade etmiş olalım ki, kurban faize bulaşmadan
ve helâl yoldan elde edilen para ile kesilmeli. Bakınız, "kurban"
kelimesi Arapça "kurb" kökünden gelmektedir. "Kurb" sözcüğü
ise Allah Teâlâ'ya yakınlaşmak anlamına gelmektedir. Allah Teâlâ'ya yakınlaşmak
ancak "takva" ile olur. Takvanın ön koşulu Allah Teâlâ'nın
buyruklarını bir bütün olarak kabullenip, büyük bir hassasiyet ve rikkat
içerisinde o ilâhî buyruklara göre bir hayat yaşamanın gayreti içerisinde
olmaktır. Bu itibarla ifade etmiş olalım ki, İslâm'da helâl kazanç hayatî öneme
haizdir. "Olmazsa olmaz" kuraldır.
Rabbimiz biz insanoğlunun bedenini helâl rızka göre
yaratmış. Haram lokma insanın hem bedenini, hem psikolojik yapısını mutasyona
uğratmaktadır. Haram lokma yemekle insanın bedeni fizikî olarak deforme
olurken, psikolojik olarak ise karakter üzerinde olumsuz etkide bulunuyor. Bir
başka ifadeyle, haram lokma ile insan karakteri negatif hâl alıyor. Bu tür
insanlar kul hakkına riayet etmediklerinden insanî hasletlerini yitirip bencil,
egoist, çıkarcı ve anzavur oluyorlar. Bu itibarla, böylesi bir kepazeliğe
düşmemek için Müslüman kişi alın teri ile - emek sarf ederek ve meşru yollardan
kazandığı helâl, temiz, hijyenik ve sağlığa faydalı rızıkla beslenmek
ödevindedir. Vahşi kapitalizm/serbest piyasa ekonomisi ise, kâr marjına ve
gıdanın sağlığa zararlı-kanserojen içerikli olmasına bakmaksızın "kazan,
nasıl kazanırsan kazan, bu senin hakkındır" diyor ve fabrikatörler, atölye
sahipleri, esnaf, tüccar çok kazanma hırs ve ihtirasıyla bir koyup dokuz
almanın hesabını yapıyor. Bu yüzden burjuvazinin/vahşi kapitalizmin egemen
olduğu toplumlarda îsâr ve yardımlaşma duygusu köreltilmektedir. Bu yüzden
bugün birçokları kurbanını amacı dışında kesmektedir. Kurban eti fakir ve
ihtiyaç sahibi insanlara ulaştırılmalı. Elbette ondan hane halkı yiyecektir.
Ancak bu buzluğu tıkabasa doldurmak anlamına gelmemeli. Kurbandan maksat fakir
insanların doyurulmasıdır. Bu itibarla ifade etmiş olalım ki, kurban muhtaç
insanlarla dayanışma içerisinde olmanın en güzel örneklerindendir. Evet zekât,
sadaka ve infakta bulunuyoruz ancak bu yaptığımız hasenatla insanların diğer
ihtiyaçlarını karşılıyoruz, kurban ise fakir kişinin et ihtiyacını karşılamaya
ilişkin fiîli bir yardımlaşma şeklidir.
Yüce dinimiz bizi ne tür vecibelerle sorumlu kılmışsa
bunları itirazsız olarak yerine getirme azminde olmalıyız. Her şeyden önce şu
gerçeği bilmeliyiz ki, İslâm "açık büfe" değildir. İşimize geleni
alalım, nefsimize ağır geleni terk edelim! Hayır efendim öyle değil. İslâm bir
"paket program"dır. Eksiltme ve sentez kabul etmez. Yüce Rabbimiz bu
konuda aymazlık ve ihmâlkârlık yapanlara şöyle bir uyarıda bulunuyor: "Siz
Kitab'ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Böyle yapanların
dünyadaki cezası rezillik ve istikrarsızlıktır, ahirette ise şiddetli azaba
çarptırılacaklardır." (Bakara: 85)
Az önce söz konusu ettiğimiz, İslâm'ın "açık büfe"
olmadığı bu ayette net bir şekilde anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde
aktaracağımız ayet Allah ve Resulü'nün buyruklarına teslimiyeti dinin
"olmazsa olmaz" kuralı olarak sunulmaktadır.
"Allah ve peygamberi bir işe hükümetiği zaman gerek
mü'min olan bir erkek, gerek mü'min olan bir kadın için kendilerine başka bir
seçenek ve başka bir muhayyerlik yokdur. Kim Allaha ve Resulüne isyan ederse
muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmışdır." (Ahzâb: 36)
Biz kurban konusunda Âdem aleyhisselâmın Habil ismindeki
oğlunda takvayı gördük. Ancak kurbanla ilgili asıl sınavı İbrahim aleyhisselâm
ve İsmail aleyhisselamın tutum ve teslimiyetinde görüyoruz. Bu itibarla kurban
olgusu şu ifadenin tezahürü olmaktadır:
"İbrahim'ce bir adanış, İsmail'ce bir teslimiyet."
Kurban hadisesiyle ilgili âyetler Kûr'ân'da şöyle
açıklanıyor:
"Bunun üzerine kendisine akıllı ve iyi huylu bir erkek
çocuğu olacağını müjdeledik. Çocuk, babasıyla beraber iş güç tutacak yaşa
gelince babası ona, 'Yavrucuğum' dedi, 'Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm;
düşün bakalım sen bu işe ne diyeceksin?' Dedi ki: 'Babacığım! Sana buyurulanı
yap; inşaallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın.' Böylece ikisi de
Allah'a teslimiyet gösterip, babası oğlunu alnı üzerine yatırınca Biz: 'Ey
İbrahim! Rüyana sadık kaldın; işte Biz iyi davrananları böylece
mükafatlandırırız' diye seslendik. Bu, kesinlikle apaçık bir imtihandı. Biz,
(oğlunun canına) bedel olarak ona büyük bir kurban (Ve fedeynahu bi zibhın
azim.) verdik. Onun hakkında, 'İbrâhim’e selâm olsun!' ifadesini sonradan gelen
nesiller arasında devam ettirdik. Evet, iyileri işte böyle ödüllendiririz.
Çünkü o, bizim mümin kullarımızdandı."
(Sâffât: 101-111)
Evet, İbrahim ve İsmail aleyhisselâm böylesi büyük bir
sınavdan geçtiler. Ama sonuç olarak sınavı başarı ile vermiş oldular. Bu
muazzam adanış ve teslimiyetten Müslümanlar olarak çıkaracağımız derse Ali
Şeriatî şöyle dikkat çekiyor:
"İbrahim'in sahnesi Mina'dasın şu anda; İbrahim gibi
davranmak üzeresin. O, oğlu İsmail'i kurban etmek için getirmişti. Senin
İsmail'in kim veya ne? Mevkîin mi? Şerefin mi? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi?
Çiftliğin mi? Araban mı? Aşkın mı? Bilgin mi? Sosyal sınıfın mı? Sanatın mı?
Elbisen mi? Hayatın mı? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Hangisi?"
Şeriatî'nin bu satırlarda vurgulamak istediği, Allah
Teâlâ'nın rızasının önüne geçen ögelerdir. Bunu biz aktaracağım ayette de
görüyoruz:
"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
hanımlarınız, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz
ticaret, hoşlandığınız meskenler, sizin için Allah ve Resulünden ve O'nun
yolunda cihad (mücadele) etmekten daha sevimli ise, Allah'ın azabı gelinceye
kadar bekleyin." (Tevbe: 24)
Aynı şekilde kurban ibadeti de bize bu hassasiyeti ve
bilinci vermelidir. Her zaman ve zeminde öncelik Allah Teâlâ'nın rızası
olmalıdır ve rızaya uygun edim ve mücadele içerisinde olunmalıdır.
Kısacası bizde var olan titr/unvanlar, hasletler, ögeler,
mal varlığımız ve aile efradımız Allah Teâlâ'nın rızasının önüne geçmemelidir.
Bunlar bize Allah Teâlâ'nın rızasını unutturmamalıdır. Bu varlıkları değer
olarak görebiliriz ancak ve elbette bizim için asıl değer her daim Allah'ın
rızası olmalıdır... Bu itibarla kurban hac farizasındaki ritüellerden biri
olarak Allah Teâlâ'ya yakınlaşma vesilesidir. Aslında hac farizasındaki bütün
yöneliş ve edimlerinde Allah Teâlâ'ya teslimiyeti görüyoruz.
Ali Şeriatî Hac farizasının diğer boyutuna şöyle dikkat
çekiyor:
"Allah'a koş! İhramlıyken, 'lebbeyk' de. Allah seni
çağırıyor. Artık O'na cevap verme ve tamamen itaat etme zamanıdır: 'Lebbeyk
[buyur] Allah'ım lebbeyk; hamd ve nimet senin için, mülk de senin için. Senin
ortağın yok, lebbeyk!'
"Dünyanın sömürücü, dolandırıcı ve despotik süper
güçlerini reddeden insanlar yüksek sesle nida ediyorlar: 'Lebbeyk, Allahumme lebbeyk!'
"Hacc, Kâbe'ye değil, Allah'a doğru harekettir!"
"Sonsuzluğa doğru varmaya karar verdikten sonra hacca
başlarsın. Hacc, Kâbe'ye doğru değil, Allah'a doğru sonsuz bir harekettir. Kâbe
artık hiçbir şeyin yapılamadığı son değil, başlangıçtır."
"O'nu arayıp bulmalısın. Eğer Allah'a yaklaşmak
istiyorsan, İsmail'i Mina'da kurban etmen gerek."
"Şu hâlde tekrar kendine sor, 'Benim İsmail'im, benim
kurbanım kim? Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs.."
"Ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim'in İsmail'i
sevdiği kadar sevdiğin birşey olmalı. Senin özgürlüğünden çalan, görevlerini
yerine getirmeni engelleyen, seni eğlendiren, hakikatı duymaktan ve bilmekten
alıkoyan, sorumluluk kabul etmek yerine mazereti meşrulaştırıcı sebepler
ürettiren ne varsa kurbanın o olmalı."
"Eğer Allah'a yaklaşmak istiyorsan, İsmail'i Mina'da
kurban etmen gerek."
"İsmail'in yerine geçecek koçu (fidye) sen tespit etme,
bırak Allah sana yardım etsin ve bir hediye olarak göndersin.
O, koçu ancak bu şekilde kurban olarak kabul eder.
Koç ancak İsmail'in bedeli olduğunda kurbandır; yalnızca
kurban olsun diye koç boğazlamak ise kasaplıktır."
"Ey 'Hakk'a teslim olan', Allah'ın kulu! Hakikatin
senden istediği şey, işte budur. Budur "imanın daveti",
"risaletin mesajı".
"Bu senin sorumluluğundur, ey 'sorumlu insan"!
"İnsanın daha ulvi bir makama ve aşka; ve bilinçli bir
insan olarak sorumluluklarını yerine getirmesine engel olacak her şeyden azade
olduğu bir iradeye yükselişitir hac ve kurban..." (Şehid Ali Şeriatî'nin
yorumu böyle.)
Elbette ki, İbrahim aleyhisselâmın sınav ve serüveni bu
anlatılanlarla bitmiyor.
İbrahim aleyhisselâm tevhidî değerler uğruna Nemrut ve
avanesine karşı tek başına büyük mücadeleler verdi. Daha çocuk denilecek yaşta
putları baltasıyla kırıp, putperestlik adına oluşturulmuş sömürü düzenine karşı
isyan bayrağını çekti. Korkusuzca putperest sömürü düzenine karşı tek başına
savaş açtı, mücadele verdi. Yüce Rabbimiz, tek başımıza da olsak tevhidî
değerlerin mücadelesini verebileceğimizi İbrahim aleyhisselâm örnekliği ile
bize bildirmekte ve şöyle buyurmaktadır: "İbrahim tek başına bir
ümmetti." (Nahl: 120) Evet, İbrahim aleyhisselâm tek başına bir ümmetti.
O, "Tek başınayım, yalnız başıma ne yapabilirim?" demedi. Zalimlere
karşı, zamanın egemen gücünü temsil eden ve burjuva sermayedarlarının başı olan
Nemrut'a karşı tek başına mücadele etti. Ateşe atıldı, yine yılmadı. Allah
Teâlâ'nın lütfu ile ateşten kurtuldu. Allah Teâlâ bir sinek ile Nemrut'u helâk
etti...
İbrahim aleyhisselâmın Allah Teâlâ'ya olan tevekkül ve
teslimiyeti tam bir ibret vesikasıdır. İbrahim aleyhisselâm birçok zorlu
sınavdan geçti ve hepsinde bi iznillah muvaffak oldu. Allah Teâlâ, İbrahim
aleyhisselâmın başarıyla geçtiği sınavların sonunda O'na şöyle bir taltifte
bulunuyor:
"Vaktiyle Rabbi İbrâhim'i, birtakım emirlerle imtihan
etmiş, o da bunları harfiyyen yerine getirmişti. Bunun üzerine Rabbi ona: 'Seni
insanlara imâm kılacağım' buyurdu. İbrâhim: 'Zürriyetimden de imâmlar çıkar!'
diye dua edince: 'Benim verdiğim söz, zâlimler için geçerli değildir! (Zalimler
benim ahdime erişemez)' buyurdu." (Bakara: 124)
Ayette görüldüğü gibi İbrahim aleyhisselâmın "soyumdan
da" talebini Allah Teâlâ, "Zalimler benim ahdime erişemez."
diyerek koşullu olarak kabul ediyor. Nitekim şu ayeti kerime İbrahim
aleyhisselâmın talebini vuzuha kavuşturuyor: "Pak/mutahhar ve temiz
kılınmışlar (tayyibe-i şecere) olarak onları birbirinden türeyen imâmlar
kıldık." (Enbiya: 73) Aktarmış olduğumuz bu ayette işaret edilen Ehl-i Beyt
imâmlarının ayrıca Ahzâb Sûresi'nin 33'ncü ayetinde "mutahhar"
(pak-temiz/günahlardan arınmış) kılındığı belirtiliyor. Şura Sûresi'nin 23'ncü
ayetinde ise Ehl-i Beyt imâmlarına "meveddet" göstermemiz
emredilmektedir. Bu ilâhî emirlerden dolayıdır ki, Ehl-i Beyt imâmları nübüvvet
misyonunun varisleri ve Sevgili Peygamberimiz'in vâsîleridirler.
Sayın okuyucumuz gelinen bu noktanın, yani "Ehl-i Beyt
imâmlarının kurbanın hikmet ve felsefesiyle ne âlâkası var?" diye
düşünebilir. Konuyu açalım: Yukarıda aktarmış olduğumuz Sâffât Sûresi'nin
107'nci ayetinde, Allah Teâlâ İbrahim aleyhisselâma "Ve fedeynahu bi
zibhın azim." (Muhakkak ki, biz sana fidye olarak büyük bir kurban
vereceğiz.) vadedinde bulunuyor. Kaynaklarımızda "zibhın azim"den
kastın İmâm Hüseyin olduğu bildirilmektedir. Nitekim Kerbelâ'da İmâm Hüseyin
şehid edilince, İmâm'ın kızkardeşi Seyyide Zeynep Validemiz, İmâm Hüseyin'in
naaşı başında, "Ya Rabbi bu kurbanımızı bizden kabûl buyur" demişti.
Evet, "Zibhın azim" asıl olarak kendisinisini din
uğruna feda eden "büyük kurban" Şehid-i Şûheda İmâm Hüseyin'dir.
"Kurban'ın Hikmet Ve Felsefesi" ismini verdiğimiz
bu yazımız vesilesi ile "Zibhın Azim" (Büyük Kurban) olan Şehid-i
Şûhedâ İmâm Hüseyin'i minnetle ve şükranla yad etmiş oluyoruz...
Sonuç olarak, Kurban ibadeti bize "İbrahim'ce bir
adanışı ve İsmail'ce bir teslimiyeti" öğretirken aynı zamanda (İmâm
Hüseyin örnekliğinde) zulme ve haksızlıklara karşı mücadele azmi ile birlikte
İslâm'ın bir anayasal düzen olarak müesses bir nizam hâline gelmesi için çaba
göstermemiz gerektiğini hatırlatmış oluyor...
İslâm Birliği'nin tesisine ve özgür Filistin'e kavuşmak
umuduyla hayırlı bayramlar diliyoruz...