Rasthaber - Feyz-i Kâşânî’de Ontoloji ve “Bilgi” Mekanizması
Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Sevgili seyircilerimizi, güzel dostlarımızı ve Marifet programını içtenlikle takip eden kıymetli izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.
Birkaç programdır hakîm Feyz-i Kâşânî’nin El-Kelimâtu’l-Meknûne’sinden pasajlar seçiyor ve üstadımızın seçtiğimiz konuyla ilgili açıklamalarından istifade ediyoruz. Konumuz vücûdun ve varlık felsefesinin incelikleri idi. Yine bu konu üzerinden devam edelim:
“Dış dünyada var (mevcut) olan her şey, dış dünyada var olması bakımından, ya vücûdun kendisi ya da vücûddan başka bir şeydir. Eğer o şey vücûdun kendisi ise, mesele ispatlanmıştır. Eğer vücûddan başka bir şey ise, onun mevcudiyeti, vücûdla muttasıf olmasından ileri gelir; başka bir şeyden değil. Vücûd ile muttasıf olmak, aklın nezdinde mevsûfun ittisaftan önce mevcut olmuş olmasını gerektirir. Burada akıl ve insaf, mevcudiyeti (var oluş) gerektirmenin, (henüz) mevcut olmazdan önce gerçekleştiğine hükmetmektedir. Allah, ‘Allah’ın gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Dileseydi onu sabit tutardı’[1] âyetiyle adeta vücûdun nuru ile münevver olan mahiyetlere işaret etmektedir.”
Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Feyz-i Kâşânî’nin El-Kelimâtu’l-Meknûne’sinden, tüm meselelerin özünü teşkil eden bir pasaj seçtiniz. Yani insan ile ilgili tüm konular içinde bundan daha ciddi ve daha temel bir konu yoktur. Bizler de elimizden geldiğince bu önemli konuyu izleyicilerimize açıklamaya gayret ediyoruz. Ontoloji, diğer her şeyden farklıdır. Âlemdeki tüm varlıkları tanıyabilmek tevfikine erişmeniz mümkündür. Jeoloji, meteoroloji, botanik, zooloji, vd. Kısacası evrendeki varlıklarla ilgili olarak birçok şeyin bilgisine erişebilirsiniz. Bilim dünyası da bugün birçok varlık hakkında önemli sırlara ulaşmıştır. Ancak ontoloji bir jeoloji, meteoroloji ya da diğer bilimlerden herhangi biri gibi değildir. Burada sorulması gereken soru, vücûdu kimin tanıyacağıdır? Diğer tüm bilimlerde bir araştırmacı ya da bilim insanı unvanıyla, siz ve incelediğiniz konu karşı karşıya dururken, ontolojide vücûdu kim inceleyecek? Vücûdda da tıpkı diğer bilimlerde olduğu gibi, onu karşınıza alıp inceleme imkânı bulabilir misiniz? Öncelikle siz kendiniz, vücûdun içinde misiniz, dışında mısınız?
Lârîcânî: Vücûdun içindeyiz.
Dînânî: Yani vücûdu, onun içindeyken mi tanımaya çalışacaksınız?
Lârîcânî: İşte sır da tam olarak burada.
Dînânî: Siz diğer bilimlere konu olan varlıkları incelediğinizde, onları karşınıza alır ve o şekilde tanırsınız. Oysa vücûdu incelemeye kalktığınızda, durum farklıdır. İlk olarak siz kendiniz bir mevcut musunuz, değil misiniz?
Lârîcânî: Evet, mevcudum.
Dînânî: O halde önce kendinizi tanımanız lazım. Vücûdu tanıyabilmek için, diğer bilimlerde uygulanan yöntemleri ve genel-geçer prensipleri uygulamanız gerekmez; kaldı ki uygulayamazsınız da. Bilen (süje) ile bilinen (obje) daima birbirinden farklı iki şeydir. Örneğin elinizdeki kitabı tanımak istediğinizde, siz ve o iki ayrı şeysinizdir, onu inceler, tanır ve hakkında bir bilgi edinirsiniz. Bilgiyi edinen sizsiniz, bilinen ise kitap. Ontoloji konusunda ise vücûdu tanımak isteyen, vücûdun kendisi midir, yoksa vücûdun dışında başka bir şey midir? Vücûdu tanımak isteyen siz, vücûd musunuz, değil misiniz?
Lârîcânî: Ben vücûd değilim, mevcudum.
Dînânî: Evet, konu budur. Bu yalnızca sizin için geçerli değil. Bu âlemdeki her şey vücûd değil, mevcutturlar. Peki, vücûd nerede? Mevcut olmayıp sadece vücûd olan bir şeyi gösterebilir misiniz?
Lârîcânî: İşte O, Hakk Teâlâ’dır.
Dînânî: Henüz Hakk’ı bulmadığınızı varsayın. Bu durumda kendisine işaret edebilir misiniz? Hayır. O halde nasıl “O” diyebiliyorsunuz?
Lârîcânî: Yani bütün mesele “vücûd” ile “mevcut” arasındaki farka vâkıf olmak, öyle değil mi?
Dînânî: Konumuz zaten bu. Bendeniz öncelikle soru sorarak asıl meseleye gelmeye çalışıyorum. Bir konuşmacı gibi hemen konuya girmek istemiyorum. Soru sorarak karşı tarafın da zihninde bir farkındalık oluşturmaya çalışıyorum.
Siz dış dünyada mevcutları görüyorsunuz. Bugün mikroskop sayesinde en küçük varlıkların bilgisine bile ulaşabiliyorsunuz. Teleskop sayesinde de uzaktakilerin bilgisine erişiyorsunuz. Böylece hem yakınınızdaki hem de uzağınızdaki varlıklara karşı ufkunuz ve bakış açınız genişlemiş oluyor. Hem en büyük hem de en küçük varlığı gördünüz. Ne var ki, bu gördüklerinizin hepsi, sadece mevcutturlar. Ancak elinizdeki imkânlar ve araçlarla vücûdu görebilir misiniz? Hayır. Elinizde bunlardan daha gelişmiş cihazlar bulunacak olsaydı, onlarla da göremezdiniz. Vücûd ile mevcut öteden beri hep birbiriyle karıştırılmıştır. İnsan ilk ândan itibaren aslında sadece mevcudu görse de, vücûdu gördüğünü sanmaktaydı. Bugün dahi bu yanlış algı devam ettirilmektedir. Mevcûdu inceliyor, ama vücûdu gördüğünü sanıyor. Vücûda gark olduğumuz halde, ona ulaşamıyoruz. Dokunamıyor, göremiyoruz. Vücûda nasıl gark olduk? Burası artık huzûr âleminden söz etmeyi gerektirir ki, bu da oldukça zordur.
Lârîcânî: Batı felsefelerinin yitiği de tam da bu değil mi? Vücûd ile mevcudu aynı sandılar.
Dînânî: Aynı zamanda huzûrî bilgiyi de yitirdiler. Üstelik sadece onlar değil, Doğu da böyle. Genel olarak insanoğlunun bir eksikliği bu: O her zaman bu ikisini birbiriyle karıştırmıştı. Oysa mevcut, hiçbir zaman vücûdun kendisi değildir, olamaz da… O sadece vardır. Vücûd bizim inceleyebileceğimiz bir şey değil. Yani gerçekte o, her şeyi ve her yeri o kadar kaplamıştır ki, bu onu görmenize bir engel teşkil eder. Peki, vücûdu görememem onun sadece gizlenmiş olmasından dolayı mıdır? Hayır. Burada da bazıları, onu gizli olduğu için göremediğimizi varsayar. Oysa durum bunun tam tersidir. O, bunca aşikâr olduğu için onu göremeyiz. Vücûdun olmadığı bir yer gösterebilir misiniz? Kesinlikle gösteremezsiniz. O, varlığının bunca şiddetliliğinden görülememektedir. “Ey nurunun çokluğundan (dolayı) gizlenen Zâhir!” Dolayısıyla Feyz gerçekten de çok önemli bir konuya değinmiş. Eğer meselelere temel olmaları hasebiyle bakacak olursak, tüm felsefeyi şu dört konuda özetlememiz gerekecektir. Yani felsefede bu dört konudan daha önemli bir şey yoktur: Birincisi vücûdun kendisidir. Bu, felsefenin, bilgisine ulaşmaya çalıştığı en önemli şeydir. İkincisi, bilgi. Bilgi iddiasında bulunan nice insan var. Herkesin kendi kapasitesince bu âlemde bir şeylere dair bir bilgisi vardır. Ancak burada da yine vücûdda olduğu gibi, hiç kimse bilginin ne olduğunu sorgulamıyor. Bu dünyada başta kendinizle ilgili şeyler olmak üzere her şey hakkında bir bilginiz var. Peki, bilginin kendisinin ne olduğu konusunda bir bilginiz var mı? İşte, bu bilgi felsefesidir (epistemoloji). Üçüncü en önemli konu, değerdir. Değerli olan şey nedir, değersiz olan şey nedir? “İyi” ve “kötü” nedir? Bizler sürekli bir şeylerin iyi ya da kötü olduğundan söz eder dururuz. Ancak bizlere “iyi” ve “kötü”nün kendisinin ne olduğu sorulsa, bunu açıklamamız o kadar kolay olmayacaktır. Bunların mısdaklarını biliyoruz. Örneğin, adaletin, doğruluğun, yardım etmenin vd. “iyi” olduğunu biliyoruz. Feyz-i Kâşânî bir hakîm olarak, sizin okuduğunuz bu pasajda, bu üç önemli meselenin her birine parmak basmıştır.
Lârîcânî: Dördüncü önemli konu da insan.
Dînânî: İnsan tüm bu saydıklarımızın merkezidir. Eğer o, öncelikle kendi kendini tanımazsa, vücûdu da tanıyamayacaktır, bilgiyi de, değeri de… Ve hatta Rabbini… Kendisini tanıyamayan bir insan belli bir bilimin inceleme alanına giren varlıkları da – örneğin sinek, tanıyamaz. Kendisini tanımadan Allah’ı tanıdığını iddia eden biri, boş bir iddiada bulunmuştur. Dolayısıyla her şeyin başı, kişinin önce kendisini tanımasıdır. Buradan itibaren Feyz, vücûdun ne olduğunu açıklamaya çalışıyor: Sizin bu âlemde görüş alanınıza giren her şey ya vücûd ya da mevcuddur; bu iki şeyin dışında değildir. Eğer o gördüğünüz vücûd ise –ki tabii ki değil– o halde vücûd sizmişsiniz demektir bu. “Konu sabit olmuştur” diyor, yani “varlık vardır ve bunun artık bir delile ihtiyacı yoktur.” Var olan bir şeye, delil ikame edilmez. Getirmek istediğiniz delilde de yine vücûda muhtaçsınız ve bunu ondan getirmek zorundasınız. Vücûdun dışından delil getirebilme gibi bir lüksünüz var mı? Dolayısıyla “Varlık vardır” önermesinin, delile ihtiyacı yoktur ve esasen delil getirebilir de değildir. Niçin? Eğer bu delil varlıktan getirilecekse, buna gerek yoktur; o zaten vardır. Siz kendiniz de zaten varlığa gark olmuş durumdasınız; bu nedenle onu inceleme alanı olarak karşınıza koyabilecek bir durumda değilsiniz. Vücûdu göremediğinize göre, o halde dış dünyada gördükleriniz nelerdir? Mevcut. Adım adım gidiyoruz: Burada da ikinci soru gündeme geliyor: Gördüğünüz şey vücûd olmadığına göre, geriye onun mevcut olduğu seçeneği kalıyor. Bu mevcut, vücûdla mı mevcuttur, başka bir şey ile mi? Kesinlikle “vücûd” ile mevcuttur. Bunun anlamı, vücûd olmazsa mevcudun da olamayacağıdır. Yani mevcut, vücûda tabidir. Vücûda tabi olması, vücûd ile muttasıf olması anlamına gelir. Tam da burada önemli bir konuya işaret ediyor: İttisaf ne demektir? Bir sıfatla vasfedilmiş (mevsûf) olmaktır. Örneğin şu an üzerinde oturduğumuz bu sandalye mevcuttur; yani “vücûd” sıfatıyla muttasıftır. Bu durumda sandalye, "mevsûf” olmuş olur. Feyz burada Hakk’ın ilminin zuhurları olan a‘yân-ı sâbiteye işaret ediyor. A‘yân-ı sâbite, Hakk Teâlâ’nın ilminde hâzır idiler. Onlar daha sonra bu ayn (nesnel varlık) âleminde zuhur ediyorlar. Ne ile? Vücûd ile. Bu âlemde “vücûd” ile mevcut olan a‘yân-ı sâbite, Hakk’ın aslı değil, gölgesidir (zıllullah). Âyetteki “medde” fiili, “uzatmak” yani imtidâd anlamına gelir. Peki, imtidad nedir? Yayılmak… Vücûd ta nereye kadar yayılıyor? Örneğin bir nehre bakın, kaynağı yani başladığı yerle sona erdiği yer bellidir. Keza denizlerde de durum bu şekilde. Her birinin kapladığı alan bellidir. Denizin yayılışı sınırlı mıdır, sınırsız mıdır? Sınırlıdır. Bir sahili var neticede ve oraya gittiğinizde onun sınırlarını da görmüş olursunuz. Yerkürenin de sınırı kendi yörüngesinden ibarettir. Sınır tanımayan, sahili olmayan vücûd ta nerelere kadar uzanıp yayılır? Sonsuza kadar. O, varlığın bir uzantısı ve sonsuz uzanışıdır. Burada kastettiğim elbette ki vücûd. Mevcut değil… Vücûd için artık vücûd olmayacağı bir yer var mıdır? Yoktur. Her mevcudun bir sonu, sınırı, sahili, kenarı vardır. Peki, vücûdun sınırı, sahili nerede? “O’nun kürsüsü tüm gökleri ve yeri kaplamıştır.”[2] Hakk Teâlâ’nın kürsüsü nedir?
Lârîcânî: O’nun vücûdî hükümeti ve hükümranlığıdır.
Dînânî: Münbasit (yayılmış-genişlemiş) vücûddur. Bu, âriflerin bir ıstılahıdır. Âyetu’l-kürsîde geçen “ve-si‘-a” fiili ne anlama geliyor? Bu nasıl bir genişlik ve vüsattır? Bu vüsat, yerkürenin ve galaksilerin vüsatı gibi değildir. Vücûdî bir vüsattır. Vücûdun nurunu göremeyeceğiniz bir yer var mı? Varlıkta bir boşluk, yani hiçbir şeyin olmadığı bir yer var mıdır? Hayır. Mutlaka hava, eter (esir) vd. vardır. Varlıkta mutlak boşluğun olması muhaldir. Âlem vücûd ile doludur. Âlemin kendisi de vücûddur. Kısacası, vücûd yine vücûd ile doludur. Ve tabii mevcut ile de… Varlıklar vücûdun ışığında mevcutturlar. Ontolojinin aslında ne kadar zor bir alan olduğu buralardan anlaşılabilir. Aslında hem zor hem de kolay…
Lârîcânî: Çok kritik bir noktaya değindiniz. Vücûd ile mevcudun tefkiki (ayrılması), bu meseleleri anlamanın ilk adımıdır. Genellikle Batılı filozofların gaflet ettikleri şey de buydu: Vücûdun içinde olduğu halde, vücûddan söz etmek gibi beyhude bir çabanın içerisine giriyorlar. Bunu kelimelere dökmek bile bu kadar zorken…
Dînânî: Vücûdu bulmak aslında bunca kolaylığından dolayı zordur. Ve yalnızca dikkat ister.
Lârîcânî: Burada artık aşk ve irfân devreye girer.
Dînânî: Ve marifet (bilgi)… İrfân ile marifet sözcükleri aynı kökten geliyorlar zaten. Marifetten başka bir sermayemiz yok ki. Âlemde her şey bir marifettir. Bu marifet de dışarıdan başlayacak bir şey değildir. Kişi önce kendisiyle başlamalı işe. Biraz önce de belirttiğim gibi, önce kendisini tanımayı becerebilmelidir. Kendini tanımadıkça eşyâyı da tanıyamayacaktır. Evrende gördüğünüz her şey, bir yerde sizin bilginizin ölçüsüne de bağlı. Bu kimilerinde daha kapsamlıyken, kimilerinde sınırlıdır. Bugün bilimler onlarca dala ayrıldı ve artık herkes, yalnızca sınırlı bir alanda uzmanlaşabiliyor. Bir doktor tıptan, bir mühendis mühendislik bilimlerinden ve bir sosyolog da tahsil ettiği bilimlerin ilişkili olduğu dallardan (psikoloji, antropoloji vd.) ötesini bilmiyor. Tüm ilimlere, doğru bir şekilde ve bu bilimlerin kendi ölçüleriyle vâkıf olabilen kimselere artık pek az rastlanmaktadır. Bunun sebebi de bilimlerin dallarının gitgide genişlemesi ve kapsamlı bir hale gelmesidir. Geçmişte, tüm ilimlere vâkıf olan “allâme”lere sıkça rastlanmaktaydı. Artık günümüzde böyle kimseler kalmamıştır, denebilir. Bu bağlamda felsefe, diğer ilimlere göre daha geneldir. Bu, felsefenin tüm ilimleri kuşattığı anlamına gelmemekte elbette… Fakat onun düşünce türü/yöntemi, diğer alanlardan daha genel ve kapsamlıdır.
İnsanın cemâdât, nebâtât ve hayvânât, mülk, melekût vd. hakkındaki her bilgisi, onun varlığının bir parçasıdır. Bu âlemi tanıdığınızda o sizin varlığınızın bir parçası olur. Bildiğiniz şey sizin içinizde midir, dışınızda mıdır?
Lârîcânî: Bizim bir parçamızdır.
Dînânî: Ne kadar ilginç bir söz. Evet, neyi bilirseniz, o sizin bir parçanız olur. Peki, bu durumda siz de bilgilerinizin bir parçası olmaz mısınız?
Lârîcânî: Oluruz.
Dînânî: Burada bir örnek vererek konuyu daha da kolaylaştırmamız mümkün. Gözlerinizle dış dünyadaki her şeyi görebiliyorsunuz, öyle değil mi? Şu an bu stüdyodaki her şeyi görüyorsunuz, peki kendi gözünüzü görebiliyor musunuz?
Lârîcânî: Hayır.
Dînânî: Göz, her şeyi görür ama kendisini göremez. Yine başka bir örnek: Bir fotoğraf makinesini düşünün. O, belli bir sahneden görüntü alıyor. Veya o kadar uzak bir örneğe de gerek yok. Şu an bizi kayda alan kamerayı da buna örnek verebiliriz. Peki, bu kamera kendi kendisini de çekebilir mi? Bu saydığım örneklerde, şeyler kendi karşılarında olanı alabiliyorlar sadece. Kendi kendilerini alabiliyorlar mı? Hayır. İnsan da tıpkı bu kamera gibi, evrenin görüntülerini almaktadır. Ancak siz de o âlemin içindesiniz, öyle değil mi? Yoksa içinde değilsiniz de, ona dışarıdan mı bakıyorsunuz?
Lârîcânî: Aynı zamanda içindeyiz tabii ki.
Dînânî: Çok mahir bir ressamın, evreni tuvaline taşıdığını düşünün. Resmi bittiğinde kendisi de o tablonun içinde yer alır mı, yer almaz mı? Yer almaz. İşte, bizler de evreni sanki ona dışarıdan bakıyormuşçasına temaşa ederiz. Ancak burada şu hususa dikkat çekmemiz gerekir ki, biz âlemden daha yüceyiz. Evet, âlemde olduğumuz doğrudur; fakat burada olan, sadece bedenimizdir. Aklımız ise bu âleme hâkimdir. Aklınızı bu âlemde arayacak olsanız, onu kendinizden başka bir yerde bulamazsınız. Bedeniniz bulunabilir: Örneğin bir yerde oturursunuz, uyursunuz vd. Peki, aklınız nerededir? Tüm sorunumuz, bilginin ne olduğunu bilmememizdir. Akıldan sıkça söz eder dururuz. Ondan söz etmeyen var mı? Dahası, akılsız olduğunu söyleyebilecek biri var mıdır? Ancak insanlara aklın ne olduğunu sorsak, verecekleri cevap ne olur? İnsan her şeyi akılla tanıyor, öyle değil mi? Ancak aklın ne olduğunu bilmiyor. Felsefe kitaplarına müracaat ettiğinizde, akıl hakkında yapılmış yüzlerce tanıma denk gelirsiniz. Bendeniz bu noktada –pek de kapsamlı olmayan hitabî bir tanım olsa da, fazlasıyla aydınlatıcıdır– akıl hakkında başka bir tanım ortaya koymak istiyorum: Bir hakîme aklın ne olduğu soruluyor: O buna “tümellerin idrakı” gibi ifadeler yerine, “Akıl, Allah’ın zihinde yaktığı bir kandildir” cevabını veriyor. Ne kadar güzel bir tanım…
Lârîcânî: “Akıl, nûru’l-enverdir (en aydınlık nur).”
Dînânî: Karanlık bir yerde oturduğunuz sırada ışığı açtığınızda ne olur? Ortam aydınlanır. Bu arada günümüzde ortaya şöyle bir iddia da ortaya atılıyor: Bazılarına göre akıl, beyin hücrelerinde aranması gereken bir şeydir. Bu da üzerine saatlerce konuşulacak ayrı bir konu. Evet, bedenimiz bir sistemdir. Bu beden, tüm faaliyetlerini çok ince bir işleyişle sürdürmektedir. Akıl bu organizmanın neresinde yer alıyor? Akıl bu sistemdeki aydınlık kandildir. Bu durumda onun hangi beyin hücresinde olduğunu iddia edebilirsiniz ki? Bunların hepsi, gülünç sözler gerçekten. Bu gibi iddiaları öne sürenler, aklı olması gerektiği gibi yorumlayamazlar. Bu, insanın iç dünyasında aydınlık bir şekilde var olan manevî ve ilâhî bir kandildir. Onun hem kendisi aydınlıktır hem de her şeyi aydınlatandır. Ve anladığımız her şey, bizim bir parçamız olmaktadır. Akıl, bir şeylerin parçası olmaz. Söylemek istediğim şey, aslında buydu. Neyi öğrenirseniz öğrenin, o sizin bir parçanızdır artık. Ancak aklınız, bir şeylerin parçası değildir. Örneğin, aklınız denizin, çölün vd. bir parçası mıdır? Hayır. Bunlar, idrak ettiğiniz an sizin bir parçanız olurken, aklınız bu âlemdeki hiçbir maddî şeyin parçası değildir.
Lârîcânî: Şebusterî’nin de şu zarif beyitlerinde geçtiği gibi;
Muvahhid vahdeti şuhûd ettiğinde
Onun ilk bakışı vücûdun nurunadır
Marifetten nurun safâsını müşahede eden kalp
Gördüğü her şeyde ilk Allah’ı görür
Buradaki nurun safâsı, akıl kandilinin nuranî ışığı öyle değil mi?
Dînânî: Evet. O safâ, aklın nurudur. Eğer aklın nuru olmazsa, hiçbir şey olmaz. İnsan nuranî bir akıldır ve aynı zamanda aklın da nuranî kıldığı bir varlık… Elbette ki, insanın ötesinde de bir akıl vardır. Aklı olmayan bir insan, hayvan mesabesindedir. Nefes alıyor gibi görünür ama aslında yaşamıyordur bile.
Lârîcânî: O halde Allah hakkındaki bilgimiz, bizim içimizde zaten mevcuttur, öyle değil mi?
Dînânî: Bu bilginin, kendi kendisini bilmesi gerekir. İşte, meseleyi zorlaştıran şey budur. Bilgi yalnızca şeyleri mi bilmelidir, yoksa kendisini de bilmeli midir? Bilgi önce kendisini, sonra diğer şeyleri tanımalıdır. Bütün şeyler, bilgi ile bilinir. Ancak bilginin kendisini neyle bilmek gerekir? Yine bilginin kendisiyle… Her şey akıl ile bilinir, aklın kendisi de yine akılla bilinir. Bütün şeyler vücûdla mevcut olur; ancak vücûd yine kendisidir.
Lârîcânî: Kâşânî, sonrasında yine âyetlerle devam ediyor: “O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır.”, “Allah göklerin ve yerin nurudur.”[3] “Sonra onu (gölgeyi) yavaş yavaş kendimize çektik.”[4]
Dînânî: Ne kadar ilginç ifadeler… Aklın genişliği bu âlemden de daha fazladır. Akıl, bu âlemde onun önüne koyabileceğiniz her şeyi aşabilecek bir kapasitededir. O her şeyi anlar, bazen çabalayarak da olsa… Bu âlemde olup da aklın anlayamayacağı bir şey var mıdır? Sorum sadece bu âlemdeki şeyler için geçerli.
Lârîcânî: Yoktur. O her şeyi anlar.
Dînânî: Anlar ve (bazı şeyleri de çabalayarak) anlayabilir. Bilfiil anlamasa da, bilkuvve anlayabilir. Bugün anlamazsa yarın, on yıl sonra ya da birkaç asır sonra vd. mutlaka anlar. Peki, akıl bu âlemdeki her şeyi kavradı diyelim. Bu aşamadan sonra artık kavrayacağı bir şey kalmıyor mu? Bundan da daha öteye gidebilir, öyle değil mi? Gidebilir. Eğer bir gün bu âlemdeki her şeyin – hatta galaksilere kadar – bilgisine erişse, edindiği bu bilgi, yine oldukça az ve naçizdir. Ve o, bundan her zaman daha ötesini de anlayabilecek kapasitededir. Bunlar Kur’ânî ifadeler, dolayısıyla hepsi üzerinde dikkatle düşünmek gerekir. Bir gün, bu âlemdeki her şeyi öğrenecek duruma gelirsek, bu öğrendiklerimizle yetinmemiz mümkün olabilir mi? Hayır. İşte bu, o toplanmışlıktır. Yani, o toplanan gölgedir…
Lârîcânî: Sonrasında şöyle devam ediyor Feyz: “O’na aitiz ve O’na döneceğiz”[5] âyetinin anlamı da budur. Çünkü onu, o sonsuzluğa sevk etmektedir.” İnsan aslında ne kadar da sonsuz bir varlık.
Dînânî: İnsanın azametine bakın…
Lârîcânî: Kendisini küçücük şeylere hapsedip, onlarla sınırlıyor.
Dînânî: İşte âyette geçen kabz’ın yani, o sınırlanmışlığın ve toplanmışlığın bir başka şekli… Yani kendisini birtakım şeylerle meşgul edip, o meşguliyetin içinde oyalıyor. Tıpkı çocuklar gibi… Onların eline bir oyuncak, bir pamuk şekeri tutuştursanız, razı olurlar ve bununla kendilerini meşgul edip oyalarlar. Oysa insanın, aklı ilerlediğinde artık hiçbir şeye kanaat etmesi mümkün değildir. Bu aşamadan sonra o, artık oyuncakları ve pamuk şekerini bir kenara bırakır.
Lârîcânî: Epistemolojik açıdan açılan bu ufuklar da yine akılla açılıyor.
Dînânî: Çünkü kendisi sonsuz bir ufuktur. Âyetin de belirttiği gibi,[6] bizim hem içsel hem de dışsal ufuklarımız vardır. Ufkun sınırları nereye kadar uzanıyor? Belli bir yere oturduğunuzda, gözlerinizin de bulunduğunuz yere göre bir ufku vardır. Ne kadar ilerlerseniz, ufuk da o kadar ilerlemeye devam eder. Ufku sonlandırabildiğiniz yere kadar gidebilir misiniz hiç? Gidemezsiniz. Düz bir yerde alabildiğine koşun mesela. Siz koştukça ufuk daha da genişler. İlerlediğinizi sanırsınız, ama o sizden önce ilerlemiştir. Siz ilerledikçe, o da ilerler. Bu ufuk nereye kadar gider? Sonsuza dek. Bu söylediklerim, dışarıdaki ufuk içindi. İç âleminizdeki ufuklarınız için de aynı şey geçerlidir. Nefsin ufukları vardır. Nefsin içinde ilerleyerek onun sınırlarını, sahilini bulabileceğiniz bir yere ulaşabilir misiniz? Hayır. Ne kadar giderseniz, bir başka iç âlemle daha karşılaşırsınız. Âyetin, hem içteki (enfüs) hem de dıştaki (âfâk) ufuklara dikkat çekmesi çok ilginç. Bizzat âyetin kendisi sonsuzdur. Bir diğer ilginç husus da, Kur’ân’ın, ilgili âyette, ufku “âyet” olarak nitelendirmesidir. Kur’ân’ın her bir cümlesinin “âyet” olarak adlandırılması bile başlı başına ilginç değil midir? “Âyet” nişane, belirti, delil demek… Âlemde nişane olmayan bir şey var mıdır? Her şey nişanedir. Peki, bunlar neyin nişanesidirler? Onlar neticede bir şeye işaret ediyorlar. Bu âlemde gördüğümüz her şey başka bir şeyi göstermektedir. Eğer gördüğümüz her şey başka bir şeyi gösteriyorsa, o zaman bu nişaneler nereye kadar devam edecektir? “Ufuk” dediğimiz şeye kadar. Kur’ân burada âyet ile ufku birleştiriyor. Yani âyeti ufuk, ufku da âyet olarak kabul ediyor.
Lârîcânî: Bir ayna…
Dînânî: Evet, ayna da bir âyettir. Yani nişanedir.
Lârîcânî: Evet, onun da ufukları var.
Dînânî: Tıpkı bir şiirde geçtiği gibi, “Güneş ve Ay birer âyinedir.” Kaldı ki kendileri de birer âyetler zaten. Aynada neyi görürüz? Yansımayı mı, yoksa şeyin kendisini mi? Yansımayı. Peki, yansıma da bir nişane değil midir? Yani bizler nereye bakarsak bakalım, gerçekte nişanelerden başka bir şey görmüyoruz. Peki, tüm nişanelerin, kendisini gösterdiği şey nerede? “Kendilerine Hakk aşikâr oluncaya dek.”[7]
Lârîcânî: “Allah’ın her şeye şahit olması yetmez mi?”
Dînânî: Âlemin kendisi Hakk’ın âyinesidir. Bu ayna ne kadar saf ve pak olursa, o kadar güzel gösterir.
Lârîcânî: Zaten Feyz de bunu belirtiyor: “O, tüm zamanları ve mekânları ihata ettiği için, her şey O’nun aynasıdır” diyor. Lakin programımızın sonuna geldiğimiz için, bu bölümü bir sonraki programa bırakalım.
Yine çok güzel bilgilerden faydalandırdınız bizleri.
Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.
[1] Furkân Sûresi, 45. âyet
[2] Bakara Sûresi, 255. âyet
[3] Nûr Sûresi, 35. âyet
[4] Furkân Sûresi, 46. âyet
[5] Bakara Sûresi, 156. âyet
[6] Fussilet Sûresi, 53. âyet
[7] Fussilet Sûresi, 53. âyet