Rasthaber - 2. Bölüm: Marifet
İnsan içgüdüsel olarak ilmi sever ve marifeti arar. Daha önce de söylendiği gibi insanın hayvana en önemli imtiyazı idraki ve bilgisidir. Hace Nasir bu konuda kendinden geriye değerli düşünceler bırakmıştır. Bazılarına burada değineceğiz.
Tanım
İdrak ve bilgi, idrak edilenin suretinin idrak edende şekillenmesi ve zihninde belirmesidir. Bu esasa göre idrak edilen maddî bir varlık ise duyu organlarıyla algılanıp sureti nefiste şekillendiğinde duyusal idrak tahakkuk eder. Şekillenen suretin haricî şeyden ayrı soyut bir suret olduğu açıktır. İdrak edilen, maddî bir varlık değil de soyut bir varlık olursa insanın nefsinde bulunmasıyla idrak edilir, soyutlanması gerekmez. Bununla beraber marifet ve bilgi, idrak edilenin idrak eden yanında bulunmasıdır.[33]
Marifetin Kısımları
Marifet genel anlamıyla duyusal, hayalî, vehmî, aklî[34], şuhudî[35], rabbanî ve vahyanî[36] marifet olarak sınıflandırılır. Biz burada Hace Nasir’e göre her birinin tanımını vereceğiz.
1.Duyusal Marifet: İnsan zahirî duyuları vasıtasıyla açık maddî varlıkları tanır. Maddî bir şeyle karşılaştığında, o şeyin cüzi ve şahsi sureti nefsinde şekillenir ve hafıza yardımıyla o sureti saklayabilir.[37]
Hace Tûsî duyusal marifetin önemi üzerinde duruyor ve marifetin ilk adımının ve ilmin anahtarının duyusal idrak olduğunu hatırlatıyor. Zira duyusal marifetin sadece gerekliliklerin idrakine zemin hazırlayıp gereklilikler idrak edildiğinde kesbî marifetlere ulaşılmasını sağlamakla kalmadığı, doğal, deneysel, matematiksel ve fiziksel ilimlerin de bu marifet üzerine kurulu olduğu bilinmelidir.[38]
2. Hayalî Marifet: Bütün özellikleriyle beraber maddî bir şeyin idrakidir; ister o maddî şey hazır bulunsun, ister bulunmasın. Bu marifet, hayal kuvvesiyle gerçekleşir.[39]
3. Vehmî Marifet: Maddî olmayan cüzi manaların idrakidir.[40] İnsanın karanlıktan, kuzunun kurttan korkması buna örnek olarak gösterilebilir.
4. Aklî Marifet: Hace Nasir’e göre hakiki marifet aklî şeylerin idrakidir, yani bir şeyin genel olarak, maddeden ve maddenin özelliklerinden soyut biçimde idrak edilmesidir.[41] Hace zarurî, teorik ve eğitimsel ilimleri insan için gerekli telakki etmiştir. Zarurî ilimleri cennette su nehrine, teorik ilimleri cennette süt nehrine ve eğitimsel ilimleri cennette bal nehrine benzeterek hepsini insanın ilmî tekâmülü için gerekli bilmiştir.[42]
Hace başlangıç düzeyindeki ve açık marifetlerin tek başına insanı düşüncede hataya düşmekten alıkoyamayacağına inanır. Bu yüzden insanın, teorik ve kesbî ilimlere ulaşabilmek ve düşüncesini hatadan koruyabilmek için mantık kurallarını öğrenmesi kaçınılmazdır. Zira düşünce, görüş ve edinim olmadan teorik ve kesbî ilimlere ulaşmak mümkün değildir. Düşünmek, meselelere ulaşmak, bir bilinmeyeni bilinene dönüştürmek münasip bir mukaddimeyi ve özel bir sıralamayı gerektirir. Bu da mantıkla mümkün olur.[43]
5. Şuhudî Marifet: Aklî marifetten daha üstün olan şuhudî marifettir. Mükaşefe ve şuhud ehli, varlık âleminin hakikatlerini müşahede edip incelerler. Şüphesiz ateşi yakından müşahede edip onun ışığıyla diğer varlıkları gören kimsenin marifeti, uzaktan gördüğü duman vesilesiyle ateşin olduğunu anlayan kimsenin marifetinden daha üstündür.[44]
Hace Tûsî’ye göre şuhudî marifetin mertebeleri vardır ve huzu, dua, yakarış ve dünyevî alakalardan uzaklaşmakla bu mertebelere ulaşılabilir.[45]
6. Rabbanî Marifet: İlim öğretim, iktisap ve tefekkür olmadan direk Allah Teâla’dan ve gaybî kaynaktandır. Hace Nasir bu konu hakkında şöyle yazıyor: Rabbanî ilmin üç mertebesi vardır: İlki vahiydir ve enbiyaya mahsustur. Peygamber’in mukaddes nefsi, makulat ve malumat hakikatlerini gaybî kaynaktan aldığı için ruhuyla kabul eder ve bunlarla ilim ve kemalin doruğuna yükselir. Sonra eğer tebliğle vazifelendirilirse rabbanî ilmi diğerlerine de ulaştırır.[46]
Rabbanî ilmin ikinci mertebesi ledünnî ilimdir. Bu mertebe enbiya ve evliya arasında müşterektir. Hızır hakkında şöyle söylenmiştir:
“Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.”[47]
Şüphesiz ledünnî ilim, öğretme ve tefekkür olmadan ulaşılan rabbanî ilimdir. Allah’ın inayetine şamil olmayan ve ruhu buna hazır olmayan hiç kimse bu ilme ulaşamaz. Müminlerin Emiri de (a.s) Resulullah vasıtasıyla bu ilme ulaşmıştı.[48]
Rabbanî ilmin üçüncü mertebesi ilhamî ilimdir. Rabbanî ilham salihler için müyesserdir. Bu ancak dünyevî alakalardan uzaklaşılması ve karanlık hicapların yırtılmasıyla mümkün olur.[49]
Âlimler ve Cahiller
Hace Nasir halkı, ilim veya cehalete sahip olmaları açısından dört guruba ayırmıştır:
1) Âlim: O bilen ve bildiğini bilen kimsedir. Böyle bir kimseye uyulması gerekir.
2) Gafil: O hakikatleri bilen ama bildiğini bilmeyen kimsedir. Şüphesiz bilgilendirilmesi ve gafletinden uyandırılması gerekir.
3) Talip: O bilmeyen ve bilmediğini bilen kimsedir. Böyle olanlar amaçladıkları menzile ulaşırlar.
4) Cahil: O bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyen kimsedir. Böyle bir şahıs iki kere cehalete müptela olmuştur ve uyanması çok zordur.[50]
Dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Enbiyanın risaleti ilim taliplerini ve gafilleri uyandırmak ve bilgilendirmektir. Bu yüzden aklî ilimlerin öğrenilmesi her ne kadar zaruri olmasa da akıl kendisine ulaşamadığı için naklî ilimlerin öğrenilmesi zaruridir. Enbiya ve imamların sözleri, yolu aydınlatan ışık gibidir.[51]
3. Bölüm: Ahlâk
Hace Tûsî insan ve marifet hakkındaki bilgilerine dayanarak ahlâk ve ahlâk felsefesiyle ilgili görüşlerinden bahsetmiştir. Bu bölümde huy, ahlâk, ahlâkın insanın davranışı ve kemali üzerindeki rolü, ahlâkın değişebilirliği, ahlâkla ahlaklanmanın amelî yöntemi, lezzet, elem, saadet ve şekavet (mutsuzluk) gibi konulardaki görüşlerini işleyeceğiz.
Huy
Hace Nasir, aynı Miskeveyh ve İbn Sina gibi huyu nefse yerleşmiş meleke olarak görmektedir ki ona uygun fiiller ve davranışlar kolaylıkla, şüpheye düşmeden, çok düşünmeye gerek olmadan kendisinden sadır olmaktadır. Nefiste huyun ortaya çıkmasının kaynağı iki şeydir:
a) İnsanların tabiatları: İnsanlar doğal olarak birbirlerinden farklı ahlâka sahiplerdir. Bazıları iyi huylu ve rauftur, bazıları serttir, insanlardan kaçarlar ve ufak bir rahatsızlıkta öfkelenirler. Herkes kendi davranışıyla huy altyapısının diğerlerinden ne kadar hazır olduğunu gösterir.
b) Adet: Nefsanî melekenin ortaya çıkmasında ikinci etken adettir. Fiilin tekrarı sonucu nefis için bazı durumlar ortaya çıkar. Bu durumlar çabucak yok olursa adına hal denir. Kolaylıkla yok olmaz ve kalıcı olursa meleke denir.[52]
Bununla beraber ahlâk, insanın nefsinin hangi melekelere sahip olduğundan ve iradî fiillerinin güzel olup olmadığından bahseden bir ilimdir. Nefsi tanıma, nefsin kuvveleri, nefsin kemali, kemale nasıl ulaşılacağı, kemal etkenleri ve engelleri gibi konular, ahlâk ilminin temellerinden sayılır. Bu konular felsefede veya ahlâk ilmi içerisinde ahlâk felsefesi unvanıyla incelemeye tabi tutulurlar.[53]
Hace Tûsî ahlâkı iki düzeyde işlemiştir: Biri ahlâkî konuları istidlal yöntemiyle beyan eden “filozofların yöntemiyle ahlâk”, diğeri “amelî ahlâk” ve irfanî seyr u sülûktur. Hace Ahlâk-ı Nasırî’yi felsefî bakışla, Evsafu’l-İşrak’ı da irfanî eğilimle yazmıştır.
Ahlâkın Rolü
Hace Nasir Tûsî, Kuran-ı Kerim ayetlerinden ve din önderlerinin rivayetlerinden ilhamla, insanın ahlâkın ışığında kendi nefsini aşağılıklardan, karanlıklardan ve pisliklerden kurtarabileceğine, en üstün kemallere ulaşabileceğine ve kemalin son derecesi olan Allah’a yakınlık makamına varabileceğine inanır.[54] Diğer bir deyişle ahlâkın rolü o kadar büyük ve geniştir ki İslam Peygamberi (s.a.a) kendi peygamberliğinin hedefinin üstün ahlâkı tamamlamak ve kemale ulaştırmak olduğunu söylemiştir.[55] Zira insanın nefsinde hayra ve şerre eğilim yerleştirilmiş, yapısında tekmil, tekâmül, yükseliş ve çöküş ortamı hazırlanmıştır. İnsan kendi haline bırakılmazsa, zulme ve ziyana teveccühü engellenirse şüphesiz kemale doğru hareket eder. Bununla beraber insanların fıtratında saadete de şekavete de eğilim olduğundan ahlâka ihtiyaçları vardır ve onları şekavetten alıkoyacak ve saadete yönlendirecek kimseler olmalıdır.[56]
Hace Tûsî ahlâkın ruhsal tıp olduğu, uygulama yönünün olduğu ve bir bilim unvanıyla işlendiği noktasına değinerek iki bölüme ayrıldığını söylüyor: Biri faziletlerin ve değerlerin korunması, diğeri nefsanî hastalıkların tedavisi.[57]
Bu esasa göre herkes başlangıçta kendi huylarını tanımalıdır. Eğer ahlâkı güzelse ve iyiliklerle donanmışsa onları korumaya ve nefsinde kalıcı hale getirmeye çalışmalıdır. Bunun için iyilerle arkadaşlık etmek, dünyaya dalanlarla oturup kalkmaktan uzak durmak, insanı Allah’tan uzaklaştıran yazı ve şiirleri okumaktan sakınmak ve dinî vazifeleri yerine getirmek gibi etkenlerden istifade etmelidir.[58]
Elbette eğer insan kötü ahlâka sahip olduğunu teşhis ederse onları uzaklaştırmaya, nefsini helak ve günaha götüren şeylerden arındırmaya, düşünce yardımıyla ve güzel davranışların tekrarıyla kendisinde iyi huylar oluşturmaya çalışmalıdır. Hatta eğer gerekirse kendisini kötü huylarına muhalif fiilleri ve davranışları yapmaya zorlamalıdır. Bu yöntem de müessir olmazsa Allah’a ağır ve zor sözler vererek ve de meşakkatli ameller yaparak kendisini pisliklerden uzaklaştırmalıdır.[59] Bununla beraber insan düşünce, akıl ve irade nimetine sahip olduğu için her huyu seçebilir ve o huya uygun davranışları sürekli tekrar ederek o huyu kendisinde kalıcı hale getirebilir.
Ahlâkın Değişebilirliği
Hace Tûsî ahlâkın değişebilir olduğuna inanıyor ve ahlâkın değişmesinin mümkün olmadığını düşünen kimselerin görüşlerini de reddediyor. Ona göre insan, kendi ahlâkî sıfatlarını, adetlerini ve hatta melekelerini değiştirebilir; istediği huyu, ona uygun davranışı tekrarlayarak edinebilir.
Hace huylardan bazılarını değiştirmenin zorluğu beraberinde getirdiğini itiraf ediyor. Bazıları şöyle demişlerdir: Her kişinin ahlâkı zati ve doğaldır. Bunlar ateş ile harareti gibidirler. Hararet ateş için nasıl zatiyse ve ikisinin ayrılması mümkün değilse ahlâkın değiştirilmesi de mümkün değildir. Hace cevabında şöyle diyor: İnsan akla, düşünceye ve iradeye sahip bir varlıktır. Hangi huyu istese seçebilir. Böyle olduğu için eğitim-öğretimin, enbiyanın risaletinin, ödül ve cezanın bir anlamı vardır. İnsanın kendi ahlâkını değiştiremeyeceğine inanmak demek, aklın, düşüncenin ve iradenin varlığının beyhude olduğuna ve şeriatın, diyanetin ve eğitimin batıl olduğuna inanmak; her türlü edebin, ödülün, cezanın bir kenara bırakılması ve aynı şekilde bütün suçluların ve günahkârların beraat ettirilmesi demektir.[60]
İnsanın Tabiatı
Hace Tûsî ahlâkın değişebilir olduğunun üzerinde durduktan sonra insanın tabiatının hayır ve saadet üzerine mi yoksa şer ve şekavet üzerine mi olduğu konusunu işlemiştir. Hace şöyle diyor: “Stoacılar bütün insanların iyi bir tabiat üzere yaratıldıklarına, kendi haline bırakılan herkesin hayra, iyiliğe ve fazilete doğru gideceklerine inanır. Ancak kötülerle oturup kalkmak, şehvetlere yönelmek ve kendini terbiye etmemek, neticede tabiatı kötülüğe doğru sevk eder.”[61]
Başka bir gurup insan tabiatının şer üzere olduğuna, kendi haline bırakılırsa şerre ve kötülüklere yöneleceğine inanır. Elbette eğitim-öğretim, terbiye ve iyilerle oturup kalkma yoluyla tabiatın faziletlerle ve değerlerle süslenmesi mümkündür.[62]
Bu arada Galen, tabiatları üçe ayırmıştır: Bazı tabiatlar hayır, bazı tabiatlar şer üzeredir ve halkın bir kısmı da iki yönlüdür.[63]
Hace Tûsî insanların fıtratlarında hayır, saadet, şer ve şekavet olduğuna, insan nefsinde hayra ve şerre eğilimin bulunduğuna, hem yükselme hem de alçalma potansiyeline sahip olduğuna inanır.[64]
Bütün bunlarla beraber insanların tabiatları muhteliftir, aynı dış görünüşlerinin muhtelif olduğu gibi. Bu yüzden bazı tabiatlar saadete ve hayra eğilimlidir. Faziletleri ve iyilikleri kabul etmeye daha yatkındırlar. Bazıları da şerre eğilimlidirler ve kötülükleri kabule daha yatkındırlar.[65] Yine de bütün herkes ahlâkını, adetlerini ve melekelerini değiştirebilir. Bu yüzden öğretmenler, eğitimciler ve hidayet önderleri, bazılarının iyi ahlâkı kabule daha yatkın olmasına, bazılarının ise güçlükle kabul etmesine rağmen insanları terbiye etmeye çalışmışlardır. Allah da hidayetini farklı tabiatlara sahip bütün insanları kapsayacak şekilde genişletmiştir.[66]
Ahlâk ve Gelişim Merhaleleri
Hace Nasir’e göre ahlâkî eğitim insanın doğal gelişim merhalelerine uygun şekilde olmalıdır. Zira ahlâk, insanın tabiatında olan ve zamanla ortaya çıkan şey üzerinde çalışmaktadır. Öyleyse tabiî kuvvelerin gelişimiyle uyumlu sahih ahlâkî programlarla nefis tezkiyesine ve kuvvelerin hidayet edilmesine çalışılmalıdır.
İnsanın başlangıçta yemek, su ve istirahat gibi bedensel ihtiyaçları baş gösterir ve çocuk ağlayarak bu ihtiyaçları giderme peşine düşer. Bunun için eğitim ve ahlâk programlarına da bu ihtiyaçlarla uyumlu olacak şekilde başlanmalıdır. Çocuğun doğal gelişim merhalelerine göre de düzenlenmelidir. Zira bedensel davranışların ve amellerin nefiste tesiri kaçınılmaz ve kesindir. Her davranışın devamlı ve sürekli tekrarı, nefiste sağlam bir halin ortaya çıkmasını sağlar ve bu hal artık kolayca yok olmayacaktır. Eğer çocuğun doğal gelişim merhalelerine dikkat edilmezse fırsatlar kaçırılacaktır.[67]
Bununla beraber ahlâkî ve eğitimsel programlar şehvet, öfke ve idrak gibi bütün kuvvelerin gelişimiyle adım adım uyumlu olmalıdır. Kuvvelerin zamanla gelişen seyrinden gaflet edilmemelidir. Zira insanın tabiatının gerektirdiğinden sapmak, eğitimi sekteye uğratır.
Lezzet ve Elem
Lezzet ve elemin mahiyetini tanıma, insanın faziletlere yönelip kötü sıfatlardan uzak durmasında önemli rol oynar. Zira eğer bir insan iyi huydan kaynaklanan lezzeti ve kötü fiilden hâsıl olan elemi tanırsa faziletlere amel etme ve kötü sıfatlardan uzak durma motivasyonu artar ve kolaylıkla kötü fiillerin zahiri lezzetinden vazgeçer.
Hace Tûsî lezzet ve elemi iki idrak türü kabul ederek bu ikisini şöyle tanımlamıştır: Lezzet mülayim ve nefisle uyumlu olan, nefsin hayrı, kemali ve saadeti sayılan şeyin idrakidir. Elem de mülayim ve nefisle uyumlu olmayan ve nefis için hayır ve kemal sayılmayan bir şeyin idrakidir.[68] Bununla beraber bir şeyin nefisle uyumlu ve mülayim olmaması, lezzet ve elemin temel rükünlerindendir.[69]
Lezzet ve elem iki kısımdır: Duyusal ve aklî. İnsan zahiri duyuları yoluyla duyusal lezzetleri algılar. Örneğin yeme, içme ve uyuma lezzetini bu şekilde idrak eder. Bu lezzetler insanın bedensel ihtiyaçlarını temin edebilmesi ve sıkıntıları kendinden uzaklaştırabilmesi için ona yerleştirilmiştir. Sonsuz olmadıkları, sıkıntı ve zahmetlerle birlikte ve geçici oldukları halde insanlar bunları elde edebilmek için sürekli çaba harcarlar. Hatta sadece duyusal lezzetlerin peşinde olan, bütün düşüncelerini ve enerjilerini bu tür lezzetlere ulaşmak için harcayan ve duyusal lezzetlerin saadet kaynağı olduğunu sanan düşük seviyeli kimseler vardır.[70]
Aklî lezzet zahiri duyularla idrak edilmez, duyu organlarına ihtiyaç yoktur. Sonsuz olmalarına rağmen kolay elde edilmedikleri, dokunulabilir ve hissedilebilir olmadıkları için genellikle herkes tarafından istenilmezler.[71]
Duyusal lezzet evvela halis lezzet değildir. Zira elemlerden sonra gelirler. İnsan açlık elemini tatmadıkça yediklerinden lezzet almaz. Susuzluğun meşakkatine katlanmadıkça su içmenin lezzetine varamaz. Bu lezzetler sadece elemlerden sonra gelmekle kalmazlar, elde edildikten sonra da zorlukla beraberdirler.
İkincisi diğer lezzetleri kaybetmekle beraberdir.[72]
Üçüncüsü geçicidirler ve sürekli ayrılık acısıyla iç içedirler.[73]
Bununla beraber eğer insan duyusal lezzetlerin mahiyetini anlar ve bunların eksikliklerini bilirse şüphesiz aklî ve manevî lezzetlere ulaşmak için duyusal lezzetlerden vazgeçecektir.[74]
Saadet
İnsanın nefis tezkiyesi ve tekmilinden güttüğü hedef saadete ulaşmaktır. Başlangıçta saadetin ve kısımlarının tanınması gerekir. Böylece saadete ulaşmak isteyenler, nihaî hedefleriyle daha fazla aşina olurlar ve motivasyonları artar. İnsanlar arasında da saadete ulaşma şevki ortaya çıkar.[75]
Saadetin Tanımı
İnsanın saadeti duyusal lezzetlere ulaşmada değildir. Zira bu tür lezzetler noksanlık ve acıyla iç içe olmaları ve beraberlerinde sorunlar taşımalarına ilaveten ulaşıldıklarında da hayal kırıklığı yaratırlar. Bu yüzden daha fazlası istenir. Ancak gerçek saadet, saf ve halis lezzettir. Acı ve sorundan arınmıştır. İnsan ona ulaştığında daha fazlasını istemez. Öyleyse nefsanî saadet insanın saadetinin temeli ve bunun esası da felsefeye, cesarete, iffete ve adalete ulaşmaktır.[76]
Hace Tûsî saadeti insanın özelliklerinden sayıyor, hayvanlar hakkında kullanımını da caiz biliyor. Saadet ile kemal ve hayır arasında geniş ve derin bir bağ olduğunu düşünüyor.[77] Pisagor, Sokrat ve Eflatun gibi büyük filozoflardan şöyle naklediyor: “Felsefe, adalet, iffet ve cesaret olan saadet, nefs-i natıkaya mahsustur, bedenin bunda bir nasibi yoktur. Aristo ve Stoacılar ise saadetin nefs-i natıkayla irtibatlı olduğunu kabul etseler de bedensel saadetin nefsanî saadeti tamamladığına inanırlar.”[78]
Saadetin Mertebeleri
Hace Nasir saadetin dereceleri ve mertebeleri olduğuna inanıyor ve Aristo’dan saadetin beş kısım olduğunu naklediyor: Bedenin, duyuların ve mizacın selameti ve saadeti; insanlara infakta ve ihsanda bulunmak, malî saadet; iyi bir nama sahip olmak, toplumsal saadet; arzulara ulaşma ve ihtiyaçların giderilmesi saadeti; aklî ve dinî saadet. İnsan, bu mertebelerin hepsine ulaştığında kâmil saadete ulaşır.[79]
Hace Tûsî Aristo’nun düşüncesini naklettikten sonra saadet konusunda iki temel noktaya değiniyor:
1. Saadet üç türlüdür: Nefsanî, bedensel ve medeni. Nefsanî saadet, insanın kendi varlık cevherini tanıması, ilahi ahlâka bürünmesi ve sonsuz lezzetlere ulaşmasıdır. Nefsanî saadete ahlâk, mantık, matematik, fen bilimleri ve ilahi ilim dallarını öğrenerek ve Allah’ın emirlerine uyarak kavuşulur.[80]
Bedensel saadet, beden, bedenin azaları ve organları sağlam olduğunda mümkün olur. Tıp, sağlık ve eczacılık dalları bu yolda insana yardımcı olabilir. Medenî saadet ise millet ve devlet gibi toplumsal düzenlerle, cemiyet ve geçim meseleleriyle irtibatlıdır. Bu alanda insan fıkıh, kelam, hadis, edebiyat, belagat ve nahivden yardım alabilir.[81]
2. İnsan gibi bir varlığın saadeti, nefsanî saadet olmadan anlamsızdır. Zira onun varlık cevheri tanınmadıkça, o saf inci perdenin dışına çıkmadıkça, ilahi ahlâka bürünmedikçe, sonsuz lezzetlere ulaşmadıkça ve Hazreti Hakk’ın cemalinde gark olmadıkça saadet sadece mecazdır.[82]
Saadetin Özellikleri
Hace Tûsî gerçek saadeti iki özellikle mümtaz kılmıştır:
1. Saadet halis lezzettir ve hiçbir acı ve elemle karışık değildir. Saadetli insan asla hüzne ve hüsrana kapılmaz. Lezzetlerin ve nimetlerin zevaliyle üzülmez, mahbubunun kınamasından ve ayrılığından mahzun olmaz, sevdiğinin ölümüyle yıkılmaz ve amacına ulaştığında kendisini kaybetmez. Bu lezzet, insan Allah’a yakınlaştığında, iradesi Allah’ın irade ve takdirinde fani olduğunda, asla Allah Teâlâ’nın iradesine aykırı bir fiil ve davranış göstermediğinde hâsıl olur.[83]
2. Gerçek saadet sabit, sonsuz ve değişmez bir şeydir. İnsanların durumunun değişmesi, zamanenin başka türlü olması, sorunlar ve musibetler ona tesir etmez. Çünkü saadetli insan ne itidalden vazgeçer, ne kendi varlığının boyutlarıyla ilgilenirken diğer boyutlardan geri kalır. Aksine hep zorluklar, sıkıntılar ve musibetler karşısında sabırlı ve sağlam durur. Neşesini, sakinliğini ve kafasının rahatlığını kaybetmez.[84]
Buna karşı kendi varlık cevherlerini kaybeden, fıtrî imkânlarından ve kabiliyetlerinden faydalanmayan, kendilerini melekût sofrasına davet eden aziz nebileri ve evliyaları dinlemeyen, hak yoldan dönüp yanlış yoldan giden kimseler şüphesiz saadete ulaşamazlar.[85]
4. Bölüm: Eğitim ve Öğretim
Geçmiş bölümlerde Hace Tûsî’ye göre insan, marifet ve ahlâk gibi eğitim-öğretimin temel esasları işlendi. Şimdi onun eğitim ve öğretimle ilgili düşüncelerini işleyeceğiz. Bu bölümde eğitim ve öğretimin zarureti, eğitilebilirlik, eğitim ve öğretim yöntemleri, çocuk eğitimi, dinî eğitim ve toplumsal eğitim konuları incelenecektir.
Eğitim ve Öğretimin Zarureti
İnsan çeşitli becerilere, kabiliyetlere ve altyapıya sahiptir. İçinde hayra, şerre, saadete ve şekavete eğilim vardır. Yapısında yükselmesi veya alçalması için zemin vardır. Bu sebeple güçlerini eğitmeye, eğilimlerini yönlendirmeye ve kuvvelerini geliştirmeye ciddi anlamda ihtiyacı vardır. Böylece ilmî ve amelî kemale, nihaî saadete ve yakınlık makamına ulaşabilir. Eğitim, öğretim ve eğitimcilerin, öğretmenlerin ve rehberlerin hidayetinin bu yolda çok işe yarayacağı açıktır.[86]
Hace Tûsî Kuran-ı Kerim ayetlerinden ve rivayetlerden ilham alarak çocuk eğitimini ve öğretimini ebeveynlerin, öğretmenlerin ve eğitimcilerin üzerine farz bilmiş, zorunlu eğitimi gerekli görmüştür.[87] İlim öğrenmenin her Müslüman kadın ve erkeğin üzerine vacip olduğunu söylemiş, halkı seçkinlerin ve filozofların idare etmesini zaruri görmüştür. Zira böyle bir idare, halkın eğitim-öğretim görmesi için ortam hazırlayacak, onları fazilete ve kemale davet edecek, ilahi yakınlık makamına ve saadete giden yolu hazırlayacaktır.[88]
Aynı şekilde öğretmenin makamını ve konumunu babanın konumundan daha üstün görmektedir. Zira öğretmen manevî yaşamı ve sonsuz saadeti hazırlar, baba onun maddi hayatını temin eder. Öyleyse öğretmene nispetle baba, ruha nispetle beden gibidir.[89]
Eğitilebilirlik
Yaratılış alanında madde tarafından suretin kabulü, değişim ve tekâmülün temeliyken manevî gelişim ve tekâmül alanında da eğitilebilirlik ve öğrenme, insanın eğitim-öğretiminin temellerinden sayılır.[90] İnsan çeşitli şartlardan ve durumlardan, iç ve dış etkenlerden, arkadaşlıklardan ve ilişkilerden ve de kendi fiil ve davranışlarından etkilenir ve şahsiyetini şekillendirir. Eğer bu yapısal bir özellik olmasaydı gelişim ve tekâmül, eğitim ve öğretim, hidayet, nübüvvet ve risalet bir anlam taşımazdı.[91] Bu yüzden Allah’ın bize bahşettiği büyük nimetlerden birinin eğitilebilirlik nimeti olduğu söylenebilir. Bu nimet için Allah’a gerçekten şükretmeliyiz.[92]
Eğitilebilirliğin Dereceleri ve Mertebeleri
Hace Tûsî’ye göre insanın eğitilebilirliği üç açıdan farklıdır:
1. Kuvvelerin eğitilebilirliği: İnsanın behimî, sebî ve mülkî olmak üzere üç nefsi vardır. Hace bu üç nefsi, nefs-i emmare, nefs-i levvame ve nefs-i mutmainneye karşılık gelecek şekilde isimlendirmiştir. Filozoflardan nakille nefs-i mülkî ve sebîyi eğitilebilir, nefs-i behimîyi eğitilemez kabul etmiştir. Şöyle ki insanın onu eğitmesi çok zordur, sabırla direnerek diğer kuvveleri eğitmelidir.[93]
2. Kişilerin eğitilebilirliği: Hace Tûsî’ye göre insanların eğitilebilirlikleri birbirinden farklıdır. Bazılarının bu alanda daha fazla hazırlığı vardır, kolaylıkla eğitilebilirler. Bir huy, rahatça önceki huyun yerine yerleştirilebilir. Bu tür kişiler neciptir, kalpleri yumuşaktır, özel bir hayâ ve utanma duygusundan nasiplenmişlerdir. Bazıları ise bu hazırlığa sahip değillerdir. Eğitim ve hidayet karşısında direnç gösterirler. Işığı kabul etmeyen siyah bir taş gibidirler. Işığı bir taraftan alıp diğer taraftan yansıtan şeffaf camla, ışığı kabul etmeyen siyah mat bir taş arasında ne kadar da çok fark vardır.[94]
3. Çocuğun eğitilebilirliği: Hace Tûsî çocukların ve ergenlerin, gençlerden ve orta yaşlılardan daha fazla eğitilebilir olduğuna inanır. Hace, Sokrat’a şöyle dediklerini nakleder: “Sen neden daha çok çocuklara ve ergenlere ders veriyorsun?” Cevabında şöyle der: “Zira ağacın yaş ve ince dalları eğildiğinde kolaylıkla düzeltilebilir ama esneklikten yoksun sert ve kuru dallar asla düzeltilemezler.”[95]
Bununla beraber çocuğun eğitilebilirliği, kendisinden gaflet edilmemesi ve özen gösterilmesi gereken önemli bir iştir. Daha başlangıçta ruhlarını muhabbetle doyurmak[96] ve ehil olmayanlarla muaşeretten uzak tutmak gerekir.[97]
Eğitilebilirlik her ne kadar birkaç açıdan farklı olsa da insanın yapısal özelliği sayılır ve insanın şahsiyetinin çeşitli iç ve dış etkenlerle şekillenmesi, alınan bu eğitimle olur.[98]
Eğitim Etkenleri
İnsanın şahsiyetini şekillendiren etkenler arasında amelleri, davranışları ve düşünceleri sayılabilir. Bir amel ve davranış tekrar edildiğinde kişinin derinlerine nüfuz eder ve gitgide köklü bir meleke haline gelir. Öyle kolayca yok olmayacak kadar sağlam olur.[99] Her fen, maharet ve zanaat tekrar edildiğinde nefiste kalıcı bir etki bırakır, kolayca zihinden silinemez.[100] Kalıcı olmayan bütün amel ve davranışlar da tekrar edildiklerinde insanın derinliklerinde kalıcı bir etki bırakır ve meleke haline gelir. Bununla beraber sürekli yaratılış ve mead düşüncesiyle yaşayan ve her an rububî cemali müşahedeyle meşgul olan kimsenin nefsine tabi kuvveleri bu mukaddes alana uygun suretleri kabul eder. Bu şekilde cennette ölümsüzlük güzelce tefsir edilebilir. Bunun karşısında hayatının her anını günah ve zulümle geçiren, küfür ve zulüm kendisinde meleke haline gelen kimse için de sonsuz azap tamamen açıklanabilir bir olgudur.[101]
İnsan üzerinde tesir bırakan etkenlerden bir diğeri arkadaştır. Arkadaşın insan şahsiyetini şekillendirmedeki müessir rolü inkâr edilemez. Hace Tûsî’ye göre arkadaşın davranışlarının, sıfatlarının ve özelliklerinin insan üzerindeki tesiri kaçınılmazdır.[102] Bu yüzden insan bu kaçınılmaz etkiden gafil olmamalı, kötü huylardan arınmış ve faziletlere boyanmış kimselerle muaşerette bulunmaya çalışmalıdır. Hace iyi arkadaşı, en azından güzel kokusundan faydalanılan bir aktara benzetmektedir.[103]
Bu esasa göre kemal peşinde olanlar, kemale ulaşabilmek için kâmil bir insanın peşinde olmalı, onunla oturup kalkmalı ve sözünü dinlemelidirler. Zira kemale ulaşmak isteyen her varlık, kemalinden faydalanabilmek için kendisini daha üstün bir varlığa teslim etmelidir. Toprak kendisini bitkilerin tasarrufuna soktuğunda, bitki onun özünden faydalanır ve onu bitkiye çevirir. Bitki hayvanın ihtiyarına girdiğinde hayvansal hayatın etkileri onda görünür.[104] İnsan da ilim, basiret ve zekâyla, kemale ulaşabilmek için salihlerle oturup kalkar ve onlara uyar.[105] Bu hususta her şeyden daha üstün olan Allah’la birlikte olmak, Allah’ı anmak ve O’na teslim olmaktır. Bunlar insanın davranışlarına ve düşüncesine ilahi renk katar.[106]
Usul ve Yöntemler
Eğitim ve öğretim kurallar ve genel siyasetler üzerine kuruludur. Bu kurallara eğitim ve öğretim usulleri denir ve bazı yöntemlerle uygulamaya geçirilirler. Hace Tûsî bu usullerden bir kısmını açıklamıştır. Biz de bunları aktarmakla yetineceğiz.
1. Yeteneğin Keşfi
İnsanların ilim öğrenme ve uzmanlık alanlarında yetenekleri, zihinsel hazırlıkları, becerileri ve kişisel ilgileri birbirinden farklıdır.[107] Eğer her insanın ilim, bilim ve zanaat alanlarına olan ilgisinin ölçüsü belirlense, yani yetenekleri keşfedilse ve buna uygun alana yönelmesi sağlansa şüphesiz göz alıcı başarılara ulaşacaktır.[108]
Hace insanların ilim, fen ve zanaat alanlarındaki yeteneklerinin, becerilerinin ve ilgilerinin farklı olmasının yüce Allah tarafından alınmış ince bir tedbir olduğunu düşünüyor. Bunun insanlık ve toplumsal düzenlerin idaresi için gerekli olduğuna inanıyor. Her şahsı kendi yeteneğini, becerisini ve ilgisini ferasetle keşfetmekle vazifeli görüyor. Bunları keşfederken öğretmenlerinden ve eğitimcilerinden yardım alması gerektiğini söylüyor.[109] Bu önemli konuya teveccüh göstermemesinin güçlerinin heder, yeteneklerinin semeresiz ve ömrünün zayi olmasına sebep olacağını bilmesi gerektiğinin üzerinde durur.[110]
Hace ebeveynlerin, öğretmenlerin ve eğitimcilerin vazifelerinden birinin çocukların yeteneklerini ve ilgilerini keşfetmek olduğunu söylüyor: “Aile bireylerinin her birinin belli bir hedefe yöneltilen kendine özel yapısı, davranışı ve hareketi vardır. Bu yüzden bir tabip konumunda olan ev reisi, aile bireylerinden her birinin tabiatını, özelliklerini ve ilgilerini bilmeli, onları kemallerine doğru yönlendirmelidir.”[111]
Hace Tûsî çocukların ve ergenlerin yeteneklerini keşfetmeyi ebeveynlerin ve eğitimcilerin vazifesi olarak görüyor, çalışanların yeteneklerinin keşfedilmesi gerektiğini de hatırlatarak şöyle söylüyor: “Öncelikle toplumdaki her ferdin yetenekleri, becerileri ve ilgileri keşfedilmeli, sonra her biri bunlara uygun meslek ve uzmanlık dalına sevk edilmelidirler.” Hace bu konunun üzerinde duruyor, bu esasa dikkat edilmezse ortaya çıkacak durumun ineği koşmaya, atı da saban sürmeye zorlamaya benzeyeceğini belirtiyor.[112]
Hace tabiatların farklı olmasını yeteneklerin, becerilerin ve ilgilerin farklı olmasının etkenlerinden biri saymıştır. Milletlerin, ümmetlerin ve ırkların[113] farklı özelliklerine ve her bir ferdin tabiatının farklı olmasına değinerek bu özelliklerin ve becerilerin keşfinin ve tanınmasının doğru yolu, mesleği ve uzmanlığı seçmede daha fazla bilgiye sahip olarak doğru seçim yapmasında müessir olduğunu savunmuştur.[114]
2. Tabiatla Uyumlu Olmak
Tabiatla uyumlu olmak ve ona uymak, eğitim ve öğretimin esaslarından biridir. Bu esas Miskeveyh ve İbn Sina gibi Hace’den önceki filozofların düşüncelerinde olduğu gibi ondan sonra gelen eğitim âlimlerinin sözlerinde de vardır. Ancak Hace kuvvelerin zamanla gelişim seyrine teveccüh göstermiştir.[115] İbn Miskeveyh daha çok yenidoğanın doğal gelişimiyle ilgilenmiştir. Jean Jacques Rousseau da tabiata dayanmış ve zaman ve mekân özelliklerinden soyutlanmış bir eğitime teveccüh etmiştir.
Hace Tûsî’ye göre çocuk eğitiminde onun tabiatı ve nefis kuvvelerinin zaman içerisindeki seyri tanınmalıdır. Kuvvelerinin gelişim merhaleleriyle uyumlu olan bir eğitim-öğretime başlanmalıdır. Zira eğitim zanaattır ve zanaat tabiattan alınma; tabiat öğretmen ve zanaat öğrenci konumundadır. Bu yüzden insan kuvvelerinin ortaya çıkışı ve varlıksal sıralamasının nasıl olduğu üzerinde düşünmeliyiz. Sonra eğitimsel programımızı o zamansal seyirle uyumlu hale getirmeliyiz.
Hace kuvvelerin ortaya çıkış sırasını ve zamansal seyrini dakik biçimde açıklıyor ve şöyle hatırlatmada bulunuyor: “Çocukta kendini gösteren ilk kuvve yiyecek isteği ve yiyeceğe ulaşma çabasıdır. Anneden doğar doğmaz kendisine öğretilmediği halde süt peşine düşer. Ağlayarak bağırarak bunu ister. Sonra öfke kuvvesi ortaya çıkar. Zararlı şeylerden kaçınır ve kendi menfaatine ulaşmaya çalışır. Sonra idrak kuvvesi zahir olur.”[116]
Devamında şöyle diyor: “Fazilet talibi kuvvelerin zaman içerisindeki seyrine ve tabiattan öğrenilen eğitime teveccüh etmelidir. Önce şehvet kuvvesini, sonra öfke kuvvesini düzeltmelidir. Daha sonra idrak kuvvesi üzerinde çalışmalıdır.”[117]
Hace bu konuda başka bir noktaya daha değinmiştir: “Tabiatta bir denge söz konusu olduğu, varlık âlemindeki süreklilik, nizam ve intizam adalet üzere kurulduğu gibi, eğitim ve öğretimde de tabiattan alınan itidal esasına riayet edilmelidir ki insanın varlığının bütün boyutları gelişebilsin.”[118]
3. Allah’ı Arama ve Din İsteme Fıtratıyla Uyum
Hace Tûsî’ye göre fıtrat ve din ile uyum, eğitim ve öğretimin esaslarındandır. Bütün eğitimsel düşüncelerin, kendisinin ilahi siyaset diye adlandırdığı fıtrat ve din temeli üzerine olması gerektiğini söyler. Zira Allah, insanı bu yapı üzere yaratmış, eğitimini, gelişimini ve kemalini bu yolla mümkün kılmıştır.[119] Çünkü insanın ilk eğitimcisi din, ikincisi felsefedir. Şeriat su gibi hayat kaynağıdır; insanı helak olmaktan kurtarır ve onu yeniden canlandırır[120], bütün alanlarda saadetini ve huzurunu temin eder.
Bu esasa göre eğitimsel programın, insanı âlemin kaynağıyla tanıştırması ve onu iradesini, ilmini ve kudretini ilahi irade, ilim ve kudrete tabi kılacağı yere kadar ilerletmesi gerekir.[121] İşte Harise b. Zeyd’i bu uyum yakin, rıza ve teslim makamına ulaştırdı. Hz Peygamber (s.a.a) ona “Ne haldesin?” diye sorduğunda “İmana ve yakine ulaştım ki nişanesi şudur: Şu anda cennet ehline bakıyorum, birbirleriyle görüşüyorlar.” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.a) şöyle buyurdu: “Bu gencin kalbi yakin nuruyla aydınlanmıştır.”[122]
Şüphesiz bu esasın görmezden gelinmesi, şehvet ve öfkenin hâkimiyeti olan şeytanî siyasetin eğitimsel düşüncelere ağır basmasına sebep olur.[123] İnsanı çöküşe sürükler. Dünyada fıtrat ve dinle uyum içinde olmadığından ve kendi varlık boyutlarını geliştiremediğinden, ahirette kendi hazırladığı azapları çekmeye mecbur olur, azaptan kurtulmak istedikçe tekrar azaba geri döndürülür.[124] Buna karşın yaşamlarını din temeli üzerine kuranlar ve fıtratlarıyla uyumlu olarak çaba gösterenler, kendi hazırladıkları cennette sonsuza dek kalacaklardır.[125]
Hace Tûsî bu esas üzere ayrıntılı şekilde dinî eğitimden bahsetmiştir. Bunları ilerde işleyeceğiz.
4. Gelişim Merhalelerine Riayet
Hace Nasir tabiata uyma ve her varlığın tabii gelişim ve tekâmülünün zamanla, merhale merhale ilerlediği esası üzerine eğitim ve öğretimin de merhaleleri olduğu, eğitim-öğretim programlarında bu merhalelere riayet edilmesi ve insanın varlığının tüm boyutlarında fiiliyata dönüşmesi için münasip üsluplarla uygulanması gerektiği üzerinde duruyor.[126] Çocuğun eğitim-öğretim merhalelerinin zamanla gelişim ve tekâmül esasına göre eğitim ortamında, kuvvelerin zamanla şekillenmesinin niteliğine ve çocuğa öğretim üslubuna değiniyor.
a) Çocuğun eğitim ve öğretim merhaleleri
1. Süt çağı: Bu merhale çocuğun doğumundan iki yaşına kadar olan dönemdir. Ebeveynlerin vazifesi çocuklarına iyi bir isim seçmektir. Zira ona uygunsuz bir isim verirlerse ömrü boyunca bunun sıkıntısını çeker.[127] Eğer sütannesi olacaksa bu sütannesi güzel ahlâklı olmalı, yetenek ve zekâ açısından da kabul edilebilir düzeyde olmalı, ahmak olmamalıdır. Zira sütannesinin birçok sıfatı, süt yoluyla çocuk üzerinde etki bırakır.[128]
2. Edep verme: Süt çağının sona ermesinin ardından çocuğun eğitimi başlamalı ve ehil olmayanlarla bir arada olması engellenmelidir. Zira yaşıtlarının, oyun arkadaşlarının ve bir arada bulunduğu kişilerin çok tesiri altında kalır. Bu yaş merhalesinde onun yanında iyilikleri, yücelikleri ve değerleri övülürse bunlara yönelir.[129]
3. Din ve ahlâk eğitimi: Çocuk öğrenmeye hazır olduğunda ona öğretilmesi gereken ilk şey dinî ve ahlâkî öğretilerdir. Çocuk en başından Kuran, din ahkâmı, sünnetler ve dinî vazifeleriyle aşina olmalıdır ve bu öğretiler ruhuna işlemelidir.[130]
Hace Tûsî bu konuda şöyle diyor: “Sünnet ve dinî vazifeleri ona öğretmeliler ve bunlara uymaya teşvik etmeliler. Hayrı ve edebi yanında methetmeli ve kötülükleri kınamalılar… Bu merhalede çocuk ahlâkî hasenelerle aşina kılınmalı[131] ve kötü huylardan ve çirkinliklerden alıkoyulmalıdır. Zira çocuk gelişiminin başlarında daha çok kötülüklere yönelir.[132]” Hace çocuklara rivayet ve şiir öğretilmesini tavsiye ediyor. Elbette onu güzel ahlâka teşvik edecek şiirler öğretilmelidir. Gazelden, aşktan, şaraptan bahseden şiirleri öğretmekten kaçınılmalıdır.[133]
4. Tamamlayıcı eğitim: Başlangıç düzeyindeki eğitim sona erdikten sonra tamamlayıcı eğitim başlamalıdır. Bu merhale çocukluk döneminin sonu olduğu için dakik düzenlenmiş bir eğitim-öğretim programını gerektirir. Bu yüzden kişinin yeteneğine ve ilgisine bakılarak yapılan bir program daha gerçekçi olacaktır. Eğer ilim öğrenmeye ilgi duyuyorsa önce ahlâk ilmini öğrenmeli, sonra teorik felsefe ilimlerini öğrenerek önceki merhalede öğrendiklerini tamamlamalıdır.[134]
5. Bu merhalede ona toplumsal muaşeret adabı ve topluma uyum sağlama etkenleri öğretilmeli, refah peşinde olmaktan, nimetlere dalmaktan ve gösteriş yapmaktan uzak tutulmalıdır.[135]
6. İş ve çalışma: Tamamlayıcı eğitim dönemi sona erdiğinde gence iş ve çalışma ortamı sağlanmalıdır. Bu yolla işin ve çalışmanın tadına varır ve geçimini sağlar.[136] Hace Tûsî’ye göre bir baba çocuğunun bir zanaata yöneldiğini görürse en iyisi önce onu evlendirmesi ve evini ayırmasıdır. Böylece daha fazla motivasyonla işini yapar.[137]
b) Kuvvelerin zamanla şekil alması
Daha önce söylediğimiz gibi Hace Tûsî şöyle diyor: İnsan şehvet, öfke ve idrak kuvvelerine sahiptir. Bu kuvveler zamanla ve sırayla zahir olurlar. Önce şehvet kuvvesi, sonra öfke kuvvesi ve nihayetinde idrak kuvvesi zahir olur. Eğitim-öğretim programları hazırlanırken bu kuvvelerin ortaya çıkma zamanının seyri dikkate alınmalıdır.[138]
c) Çocuk eğitimi üslubu
Hace Tûsî şöyle diyor: “İnsan tabiatına ilmî ve amelî kemale eğilim yerleştirilmiştir. Eğer eğitim-öğretim programı marifet, felsefe ve maslahat esasına göre düzenlenirse kendine yakışır gelişimi gösterecek, her yönden ıslah olacak, olması gereken ilmî ve amelî kemale ulaşacaktır.[139] Hazırlanan programlarda dikkat edilmesi gereken noktalardan biri, eğitim seyrinin kolaydan zora, somuttan soyuta ve kuraldan teoriye doğru ilerlemesidir.[140] Bu eğitimsel tedbir, ders konularının ve metinlerinin başlangıçta kolay öğrenebilecek şekilde düzenlenmesini sağlar.[141]
Hace Tûsî’ye göre yukarıya doğru seyir, manevî eğitim ve insanın kemale ulaşması zamanla olur ve çeşitli merhaleleri vardır. Aynı şekilde aşağıya inişi ve çöküşü de zamanla olur ve muhtelif merhaleleri vardır. Hace, Peygamber efendimizin (s.a.a) “Kırk gün ihlaslı olan ve Allah rızası için çalışan kimsenin kalbinde hikmet çeşmesi akmaya başlar ve hikmet, kalbinden diline cari olur” rivayetinden ilham alarak insanın kemalinin zamanla olduğuna inanır ve şöyle der: “Tevfiki olan her gün çalışır, değerli hasletlerini artırır ve zamanla kemal mertebelerini geçer.”[142]
[33] Şerh-i İşarat ve’t-Tenbihat, c. 2, s. 310 ve 311.
[34] A.g.e., c. 2, s. 323-326.
[35] Evsafu’l-İşrak, s. 130-134.
[36] Sergüzeşt ve Akaid-i Felsefî-yi Hace Nasiruddin Tûsî (İlim, Alim ve Muallim risalesinden naklen), s. 168-169.
[37] Şerh-i İşarat ve’t-Tenbihat, c. 2, s. 323-326; Esasu’l-İktibas, s. 61.
[38] Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İtikat, s. 231-240; Telhisu’l-Muhassil, s. 12, 13 ve 26.
[39] Şerh-i İşarat ve’t-Tenbihat, c. 2, s. 324-326.
[40] A.g.e.
[41] A.g.e.
[42] Tûsî, Nasiruddin; Ravzatu’t-Teslim, s. 141 ve 142.
[43] Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İtikat, s. 238-240.
[44] Evsafu’l-İşrak, s. 130-134.
[45] Fusuli’l-Akaid, s. 18-21.
[46] Sergüzeşt ve Akaid-i Felsefî-yi Hace Nasiruddin Tûsî (İlim, Âlim ve Muallim risalesinden naklen), s. 168 ve 169.
[47] Kehf/65.
[48] Sergüzeşt ve Akaid-i Felsefî-yi Hace Nasiruddin Tûsî (İlim, Âlim ve Muallim risalesinden naklen), s. 168 ve 169.
[49] A.g.e.
[50] Tûsî, Nasiruddin; Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 57 ve 58.
[51] Telhisu’l-Muhassil, s. 53-56.
[52] Ahlâk-ı Nasırî, s. 101 ve 102.
[53] A.g.e., s. 48.
[54] A.g.e., s. 106 ve 107.
[55] Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 248-251.
[56] Ahlâk-ı Nasırî, s. 64.
[57] A.g.e., s. 152 ve 153.
[58] A.g.e., s. 155-165.
[59] A.g.e., s. 170-172.
[60] A.g.e., s. 102.
[61] A.g.e., s. 103.
[62] A.g.e., s. 104.
[63] A.g.e., s. 103-106.
[64] A.g.e., s. 64.
[65] A.g.e., s. 105.
[66] A.g.e., s. 64, 134 ve 251.
[67] Şerh-i İşarat ve’t-tenbihat, c. 2, s. 307; Ahlâk-ı Nasırî, 105-151.
[68] Ahlâk-ı Nasırî, s. 222.
[69] Telhisu’l-Muhassil, s. 389.
[70] Ahlâk-ı Nasırî, s. 71 ve 72.
[71] A.g.e., s. 73-74.
[72] A.g.e., s. 262.
[73] Evsafu’l-İşrak, s. 122-162.
[74] Keşfu’l-Murad fi Şerh-i Tecridu’l-İtikat, s. 250 ve 251; Kavaidu’l-Akaid, s. 47.
[75] Ahlâk-ı Nasırî, s. 80.
[76] A.g.e., s. 81, 83 ve 85.
[77] A.g.e., s. 81 ve 82.
[78] A.g.e., s. 83-86.
[79] A.g.e., s. 85.
[80] A.g.e., s. 154.
[81] A.g.e.
[82] A.g.e., s. 78.
[83] A.g.e., s. 88-89.
[84] A.g.e., s. 93-94.
[85] A.g.e., s. 88.
[86] A.g.e., s. 64, 65, 69, 71, 247; Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 22.
[87] Ahlâk-ı Nasırî, s. 105, 106 ve 136.
[88] Ahlâk-ı Nasırî, s. 64; Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 63 ve 64; Tûsî, Nasiruddin; Şive-i Danişpejuhî, s. 56-63.
[89] Ahlâk-ı Nasırî, s. 271.
[90] A.g.e., s. 59-62.
[91] Ağaz ve Encam-ı Cihan, s. 35, 36, 59.
[92] Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 449.
[93] Ahlâk-ı Nasırî, s. 76 ve 77.
[94] Ravzatu’t-Teslim, s. 101.
[95] Ahlâk-ı Nasırî, s. 229.
[96] A.g.e., s. 258.
[97] A.g.e., s. 222-223.
[98] Ağaz ve Encam-ı Cihan, s. 59.
[99] Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 364 ve 377.
[100] Ağaz ve Encam-ı Cihan, s. 35.
[101] Ahlâk-ı Nasırî, s. 282.
[102] Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 364-377 ve 532-534.
[103] Şive-i Danişpejuhî, s. 73-91 ve 117.
[104] Ravzatu’t-Teslim, s. 96 ve 98.
[105] A.g.e.
[106] Ağaz ve Encam-ı Cihan, s. 63 ve 64; Evsafu’l-Eşraf, s. 142 ve 152; Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 65; Ahlâk-ı Nasırî, s. 149.
[107] Ahlâk-ı Nasırî, s. 281 ve 282.
[108] A.g.e., s. 227 ve 228.
[109] Şive-i Danişpejuhî, s. 76.
[110] Ahlâk-ı Nasırî, s. 227-228; Şive-i Danişpejuhî, s. 76.
[111] Ahlâk-ı Nasırî, s. 209, 304 ve 305.
[112] A.g.e., s. 241-242.
[113] A.g.e., s. 243-244; Esasu’l-İktibas, s. 568-569.
[114] Ahlâk-ı Nasırî, s. 243-244; Esasu’l-İktibas, s. 568-569.
[115] Ahlâk-ı Nasırî, s. 150, 151 ve 222.
[116] A.g.e.
[117] A.g.e., s. 151.
[118] A.g.e., s. 146-147.
[119] Ahlâk-ı Nasırî, s. 109.
[120] A.g.e., s. 278-279.
[121] A.g.e., s. 79, 163 ve 284.
[122] Ağaz ve Encam-ı Cihan, s. 16-18.
[123] Ahlâk-ı Nasırî, s. 79, 163 ve 284.
[124] Secde/20.
[125] Furkan/16.
[126] Ahlâk-ı Nasırî, 64-93.
[127] A.g.e., s. 222.
[128] A.g.e.
[129] A.g.e., s. 223.
[130] A.g.e.
[131] A.g.e., s. 222-226.
[132] A.g.e., s. 223.
[133] A.g.e., s. 223-224.
[134] A.g.e., s. 227.
[135] A.g.e.
[136] A.g.e., s. 229.
[137] A.g.e.
[138] A.g.e., s. 146-151.
[139] A.g.e., s. 64 ve 93.
[140] Şive-i Danişpejuhî, s. 88, 89 ve 113.
[141] A.g.e.
[142] Ahlâk-ı Muhteşemî, s. 3-5.