H. Kanaatlı’nın İddialarına Cevap (1)

GİRİŞ: 25.04.2025 13:17      GÜNCELLEME: 25.04.2025 13:17
Rasthaber - Hasan Kanaatlı Hoca son zamanlarda yayınlanan yazılarında ortaya koyduğu yazılarında sözde reformist bir düşünceye sahip olduğunu ileri sürmektedir.

Görüşlerinin kaynağı ve dayanağı bilinmeden, hangi düşünce akımlarından beslendiği anlaşılmadan yazdıkları okunduğunda dini konularda yüzeysel bilgilere sahip olanlar için ilginç, çekici gelebilir, bazılarının aklını çelebilir, sapkınlığa sevk edebilir.

Hasan Kanaatlı Hoca birinci yazısında ne anlama geliyorsa kendisinin “Nötr” olduğunu söyleyerek Şiiliğin temel inançlarına saldırıyor ve ikinci yazısında ise kendisini “Yenilikçi” olarak tanıtarak İslam’ın temellerini sorgulayıp Kur’an’da hurafeler olduğunu iddia ederek güya itibarsızlaştırmaya çalışıyor.

Yazısının içeriği modernite veya Batı medeniyetini oluşturan köklü tarihi düşüncelere dayanıyor. Batı düşünce tarihi sürecinden habersiz muhatap yeni karşılaştığı bu teorileri ilginç bulabilir ve bu güzel görünen cümlelerle ne kastedildiğini, nasıl bir amaç güdüldüğünü anlamakta zorlanabilir.

Batı felsefesi ve düşünceleri ile az çok aşinalığı olan tahsilli kesimler, batı medeniyetinin etkisinde kalan aydınlar tereddüt etseler de bu iddialara doğruluk payı verebilirler.

Dini konularda medreselerde tahsil görmüş, İslami öğretilerde ilerlemiş veya geleneksel din anlayışına sıkı sıkıya bağlı kesimler tarafından ise bu görüşler inhiraf, batıl ve tahrif olarak algılanacaktır.

H. Kanatlı’nın görüş ve iddialarının tarihi süreci çok eskilere dayansa da din sosyolojisini araştıran ve dini öğretilerde uzman olanlar için ne kadar sığ olduğu kolayca fark edilebilir.

Bu tenkit yazısında taassuba kapılmadan, adil davranarak bilimsel açıklamalarda bulunmaya çalışacağız, inşallah.

 İddialarının tarihi geçmişi:

Biraz gerilere gidelim milattan önceye “Sofistlerin” ortaya çıktığı döneme.

Milet ekolü ve Elea ekolü filozofları dışımızdaki dünyanın varlık kaynağı ve vuku bulan olayların nedenleri hakkında maddi natüralist bir düşünceye sahip olsalar da aralarında birtakım farklı felsefi görüşler vardır. Her iki okul da Naturalizmi savunsa da bakış açılarında büyük farklılıklar vardı.

Bu iki düşünce tarzı (özellikle Pisagor ve Parmenides arasında) birbiriyle çekişme ve kavga halindeyken Antik Yunan’fa dışarıdan cedel/diyalektik metodu uzmanı “Sofistler” ortaya çıkmıştı.

Savaşların, istila ve sömürgelerin olduğu bu dönemde Yunan toplumuna giren bu şahıslar yavaş yavaş Sofizm ekolünün temel taşlarını koyuyorlardı.

Sofizmin ortaya çıkması, Antik Yunan tarihinin en hassas dönemlerinden birini oluşturur. Bu dönemde Yunan toplumunda natüralizm ile rasyonalizm arasında ilmi ve kültürel değişim söz konusuydu. Bunu fırsat bilen Sofistler cedeli gündeme taşımışlar ve yeni bir düşünce ortaya atmışlardı; “Hiçbir hakikat mevcut değildir. Tabiatta hiçbir şeyin hakikatine ulaşılamaz, hiçbir şey hakkında bilgi edinilemez, hiçbir şey tanınamaz”

Sofistler öyle bir noktayı dile getiriyorlardı ki, o nokta felsefe ve düşüncede kilit noktalardan biriydi; “Her şeyin Mizan ve ölçüsü insandır.”

İlk hümanist düşünce sofistlerin şu cümlesinde gizlidir: “Her şeyin mihveri insandır, insan her şeyin merkezinde yer alır.”

Sofistlere karşı en katı tavrı Sokrates almıştır. Sokrates'in ömrünün Sofistlerle mücadele geçtiğini söylemek abartılı olmaz.

Sokrates ilk defa tarihte huzuri ilme işaret ediyordu. İnsanın dışarıdan algıladıkları bilgilerin onun bilgisinin tamamını oluşturmadığını söyleyip, aklı ve ruhunda olan bir bilginin olduğunu da savunuyordu. İnsan içeriden basirete ulaşması ve ilmin insanın içinden coşması, kaynaması gerektiğini düşünüyordu.

Rasyonalizm düşüncesinin ilk taşını Sokrates koymuştur. Sofistlerin safsata yolu ile “hiçbir hakikat yoktur” görüşünü yaymalarının karşısında, hakikatin var olduğunu ve bunu ulaşmanın mümkün olduğunu daha sonraları “diyalektik” diye adlandırılan yol ile ispat etmeye çalışıyordu. Eğer hakikat diye bir şey yoksa, o zaman hiçbir şeyin manası yoktur.

Sokrates’in öğrencisi Platon huzuri ilmin savunucusu ve onun öğrencisi Aristotales ise husuli ilmin temelini atmıştır. Bu iki filozof Antik Yunan felsefesinin temellerini atmış ve ilk defa akılcılığı gündeme taşımışlardır.

Daha sonra gelen Helenestik dönem Yunan felsefesinin en parlak ve zirvede olduğu çağdır. Arkasından da Roma imparatorluğunun hakimiyeti gelir. Hz. İsa'nın (as) dünyaya geldiği döneme kadar rasyonalizm hemen hemen hakim olmuştur.

Hz. İsa'nın (as) istisnai durumu:

Hz. İsa (as) Roma imparatorluğunun hakim olduğu bir toplumda dünyaya geliyordu.

-Dünyaya geliş şekli; babasız olması, beşikte konuşması bir mucize....

-Beşikteyken peygamberlik verilmesi, vahiy indirilip kitap verilmesi bir mucize....

-Toplumda fevkalade işler yapması; ölüleri diriltmesi, körlerin gözlerini açması, hastalıkları iyileştirmesi, göğe çekilmesi ayrı mucize....

Bunların hiçbiri önceki peygamberde yoktu. Her peygamberin mucizesi vardı ve zamanın gereksinimine göre mucize gösteriyorlardı.

Hz. İsa’yı (as) diğer Ulu'l Azim peygamberlerden ayıran diğer bir özelliği de gönderildiği toplumun itikadi, siyasi ve sosyolojik yapısının farklı oluşuydu.

Roma imparatorluğunun hakim olduğu bir toplumdu. Şirk ve putperestliğin yaygın olduğu, imparatorların tanrı olarak veya ilahların/tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edildiği bir dönemdi. Yani “Somut insansı Tanrı” inancı hakimdi.

Diğer taraftan Hz. Musa’dan (as) sonra Yahudilik tahrif edilmiş, din adamları Tevrat diye kendi elleriyle yazdıklarını Allah’ın gönderdiği vahiy kitabı olarak topluma kabul ettirmişlerdi.

Yahudi Din adamlarının hegemonyası:

Yahudi din adamları, Hz. İsa’nın (as), Mesih/kurtarıcı olarak geleceği haberini almışlardı. Hahamlar kendilerini, Tevrat’ı ve Hz. Musa’yı (as) peygamber olarak gönderen Allah’ın temsilcisi görüyor ve kurtarıcı gelene kadar tek yetkili kendilerini görüyorlardı. 

İsrailoğulları arasında Hz. Musa’dan (as) sonra toplumun dini inancının mühendisliğini Hahamlar yapıyordu.

Hahamlar/din adamları dini öğretilerin mühendisliğinde üretken ve yenilik sunamayınca başkaları daha iyi fikir sunmasının ve mevcut dini otoriteyi sarsmasın diye şu yolu seçmek zorunda kaldılar;

- Dini bizden öğreneceksiniz.

- Dinin temsilcisi biziz.

- Dinin hükümlerini ancak biz beyan edebiliriz.

- Bizden başka kimse dini anlayamaz.

- Allah'ın ve peygamberin temsilcisi biziz.

- Bizim dışımızdaki din anlayışına yaşam hakkı tanımayız.

Hahamlar böylece “din alimleri hegemonyası” oluşturmuşlardı. Kendilerine aykırı bütün dini görüş, hüküm ve düşünceyi batıl görüp sahibini tekfir ediyorlardı.

Hatta kendilerine gönderilen peygamberi dahi dini farklı tefsir ediyor ve şeriatı tahrif ediyor diye dışlayıp yalanlıyorlardı.

Kısacası, Hahamlar/Yahudi din adamları toplumda kendi din anlayışlarından oluşan bir dünya yaratmışlardı.

Bu dünyalarına bir de dokunulmazlık elbisesi giydirerek hem kendi din anlayışlarını sigortaladılar hem de kendilerini eleştirilemez, dokunulamaz kılıp kutsallaştırdılar.

Diğer taraftan dünya ve siyaset işlerini de krallara, imparatorlara, kaiserlere bırakmışlardı.

Kendileri de siyasi iktidar ile birlikte hareket ediyor, karşılıklı ilişkiler ile biri siyasi iktidarını, diğeri de dini otoritesini sürdürüyordu. Muhaliflerini beraberce devre dışı bırakıyorlardı.

Hz. İsa (as) bu iki grupla mücadele etmek zorundaydı. Tahrif edilmiş Tevrat’ın hükümlerini İncil ile ihya etmek, diğer taraftan somut ilah olarak görülen Roma imparatorlarının hakim kıldığı şirk düzenini yıkmak.

Hem siyasi otorite Roma imparatorluğu hem de kendilerini ilahi din temsilcileri gören Yahudi din adamları Hz. İsa’yı (as) peygamber olarak kabul etmek istemiyorlardı, ama Hz. İsa’nın (as) dünyaya gelme mucizesi ve diğer mucizelere karşısında da dayanacak güçleri yoktu, bundan dolayı yeni bir yol buldular; onu ilahlık makamına çıkarıp Romalıların tanrıları gibi “somut insansı ilah” konumuna getirdiler, daha sonra da çarmıha gerilmesi gerektiğini söyleyecek kadar ileri gittiler.

Fetva din adamlarından, icrası kraldan.

Hz. İsa’nın (as) Allah tarafından gökyüzüne çekilmesinden sonra gerçek muvahhid dindarların karanlık günleri başlamıştı.

Hz. İsa (as) dünyaya geldikten 200-300 yıl sonra Roma imparatorluğunun Hristiyanlığı kabul etmesiyle Yunan felsefesi din ile birleşiyordu. Antik Yunan felsefesi yerine Skolastik felsefe/düşünce akımı hakim oluyordu. Bin yıl süren bu döneme Orta Çağ denilir.

Skolastik felsefenin hakim olduğu Orta Çağ’da iki önemli konunun incelenmesi gerekir; din ve felsefe. “Din ve felsefenin sentezinden” oluşan Skolastik felsefedeki “din ve felsefe” nedir?

Orta Çağda hakim olan ve Roma İmparatorluğunun kabul ettiği Hristiyanlık nedir? Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın (as) peygamber olduğuna ve İncil’in kutsal kitap olduğuna inanılan bir dindir.

Ama bilinmesi gerekir ki, Hz. İsa’ya (as) nazil olan İncil doğumundan 200 yıl sonra yazılmıştır. Roma imparatorluğu tarafından Hıristiyanlık resmi din olarak kabul edildikten sonra Hristiyanlar hem önceden tahrif olmuş Tevrat’ı hem de şimdi kendilerinin yazdığı İncil’i kutsal kitapları olarak kabul etmişlerdi. Orta Çağda dini öğretilerin kaynağı bu iki tahrif edilmiş kitaptı.

Yahudiler hem Roma hem de diğer imparatorluklar döneminde hep arka planda kalmışlardır. Yahudi din adamları varlıklarını devam ettirmek için Hristiyanlığın resmi din olarak kabul edilmesini fırsat bilerek Hristiyanların arasına karışarak Tevrat’ın öğretilerini; fıkıh, kelam, şeriat hükümlerinin büyük bölümünü Hristiyanlığa yamadılar.

Yahudiler Hristiyanlığın hukuk, şeriat mühendisliğini üstlenmişti. Böylece kendilerini Hristiyanlığın içinde gizlemesini bilmiş ve hayatını onların içinde devam ettirmiştir. Tevrat’ı da Hristiyanlara kabul ettiren Yahudilerdi.

Orta Çağ Hristiyanlığında “Ahdi Kadim ve Ahdi Cedid” dedikleri “Tevrat ve İncil” bu dönemde ilahi vahiy ve kitap olmaktan çıkmış tamamen beşeri özelliğe sahip kitaplara dönüşmüştür.

Hıristiyanlık bu dönemde kendi içinde iki mezhebe ayrılıyor; Katolikler ve Ortodokslar

Katolikler, papa ve kilisenin hatadan beri olduğuna inanmaktaydılar. Bir din adamı papalık derecesine ulaşmışsa artık hatasızdır, masumdur. Papanın etrafına bir dokunulmazlık duvarı çekiyorlar, kimse itiraz edip karşı gelemesin diye.

Ortodokslar buna karşı gelirler. Diyorlardı ki, eğer böyle olursa kilisede her türlü yozlaşma ve yolsuzluk meydana gelir. İtikadi, ekonomik, ahlaki, siyasi sapmalar kaçınılmaz olur.

Ortodoksluk, usullere/ilkelere bağlı; nas ve yazılı kutsallara bağlı, köktenci manasındadır.

Orta Çağ’da Skolastik filozoflar genellikle kelamcılardan oluşuyordu. Bu filozoflar hem papaz hem de kelamcıydılar. Dolayısıyla Hristiyanlığa “akılcılık” boyutunu eklemek istiyorlardı.

Ortodokslar içlerinden “Palama” diye bir mezhep çıkardılar. Dine akılcılığı sokmak isteyenlere karşı bir hareket başlattılar. “Kimsenin dini akıl ile ölçmeye hakkın yoktur”, dediler. Orta Çağ’ın kelamcı filozoflarından olan St. Agustin, Thomas Aquinas, Anselm gibilere karşı kesin tavır aldılar.

Palama, dini akıl ile ispat etmeye ve kelami bahisler açılmasına karşı çıkıyordu. Bunlar Ortodoksların ana gövdesini oluşturuyorlardı. Ortodokslar Hristiyanlığın usullerine/ilkelerine bağlıydılar ve iyi savunuyorlardı ama akılcılığa karşı çıkmalarıyla duraklamaya başladılar ve bunun neticesinde putperestliğe/ Hz. İsa’ya (as) tapmaya başladılar.

O kadar ileri gittiler ki taptıkları tanrının ete kemiğe bürünmüş “insansı somut tanrı” olduğuna inanmaya başladılar. Peygamberlerin getirdiği ilahi dinde ilk defa böyle bir keskin bir inhiraf gerçekleşiyordu.

Palama mezhebi, Hristiyanlığın sorunlarını halledip kurtaramadığı gibi daha fazla şirke sürüklemiş oldu.

Orta Çağ’da büyük bir “iman buhranı” söz konusu oluyor; iman, metafizik bir olgu olduğundan ve metafiziğe imanı ne görmek mümkündü ne dokunmak; Allah’a, meleklere, cennete cehenneme imanı anlamak zordu. Dolayısıyla metafizikle iman sorgulanmaya başlandı; metafizik alem hakkında bilgi edinme şüphesi ilk adım olmuştu.

Tevrat ve İncil’de geçen kelami/metafizik konularını fiziki konular gibi tebyin etmek mümkün değildi. Sadece metafizik aleme iman edilmesi isteniyordu. Akıl da zaten devre dışı bırakılmış akli konulara girmek de yasaklanmıştı.

Dini ve imanı akli olarak incelemek isteyen, akıl ile anlamak isteyen bilim adamlarını tekfir edip öldürüyorlardı.

Kiliseler engizisyon mahkemeleri kurmuşlardı muhalifler bu mahkemelerde yargılanıp idam ediliyorlardı.

Yavaş yavaş imanı akli olarak tebyin etme imkanının olmadığı hissedilmeye başlandı. İman aklın karşısına koyuldu.

Kavga şuydu; acaba saf iman, saf akıl var mıdır? Hangisi hangisinin altında yer alması gerekir? Bu ikisinin ilişkisi nedir?

Tevrat ve İncil’in içeriği bunların cevabını verip savunabilecek kadar sağlam değildi. Din adamları da darda kaldıkları zaman akla müracaat ediyorlardı.

Bunun neticesinde üç düşünce ortaya çıktı;

1-Akıl, imanın lehine bir yana çekilmelidir; iman edilen metafizik akıl ile anlaşılmaz.

2-İman, aklın lehine çekilmelidir; akıl ile açıklayamadığımız konularda iman bir yana çekilmelidir.

3-İkisini beraber yürütmek mümkündür; birini diğerine tercih edecek delil yoktur.

St. Agustin, Thomas Aquinas...vs bu görüşü savunuyorlardı.

“Skolastik felsefe” denilen bu dönemin de önemli bir eksikliği vardı; Skolastik felsefede tefekkür ve taakkul yoktur, okul ve medrese ne derse ona uyarsınız. Düşünce, eleştiri, görüş belirtme yoktur. Skol denmesinin sebebi “öğrenci yetiştiren yer” henüz düşünme, fikir yürütme derecesine ulaşmamış sadece öğrenmesi, ezberlemesi gereken okul demektir; günümüzde ilk, orta, lise derecesindeki çocuklara “öğrenci” denildiği gibi.

Skolastik felsefede düşünce şuydu; diyorlar ki, “siz bundan daha ileri gidemezsiniz, sadece bizim söylediklerimizi ezberleyeceksiniz. İlerleyebileceğiniz en son nokta bizim düşüncemizin seviyesinde ve doğrultusunda olabilir.”

Bu büyük bir buhran oluşturmuştu. Kilise çıkmaza girmişti çünkü düşünce ve ilim üretilmiyordu. Gidişat geleneksel gidişattı.

Diğer taraftan Kilise ve papazlar yolsuzluk ve fesada batmıştı, böyle bir kiliseden siyasiler gelip iktidarları için teyit ve onay alıyorlardı.

Kilise ile Kaiser arasında bir mutabakat ve ilişki vardı, öyle ki halk artık bu durumdan bıkmıştı. Kilise ve Kaiser birbirlerini kolluyor, birbirlerinin her alandaki fesatlarını örtbas ediyorlardı.

Böyle bir durumda M. Luther ortaya çıkıyordu.

M. Luther çok dindar ve katı bir papaz idi.

Ms.1500 yıllarında M. Luther’den sonra batıda yeni çağ başlamış oluyor. M. Luther reformist bir papaz olmasına rağmen dini ihya etme, hurafelerden arındırma akla uygun bir din sunmak istiyordu.

1511 yıllarında Almanya’da bir mesuliyet ve görev almak için Almanya’dan görevli olarak Roma’da bulunan Vatikan’da yüksek eğitim almak için gönderilen M. Luther’in ilmi ve dini bilgi derecesi o zaman yüksekti ve daha yüksek bir derece almak için Roma'ya gidiyordu.

Roma’ya vardığında 6-7 yıl orda kalır. Tevrat ve İncil’de okuduklarının aksine çok farklı bir din anlayışı görür. Kilisenin gidişatı, papazların durumu din ile bağdaşmıyordu. İçine şüphe düşmeye başlamıştı.

Luther, Papazın huzuruna çıkıp günah çıkarma, para ile af biletleri satma, hatta kiliseye papazın huzuruna çıkmaya gerek bile kalmadan biletleri alıp kendini affettirme gibi konularla karşılaşıyordu.

Kilise bu yolla büyük paralar kazanıyor ve servet sahibi oluyordu. Bunları Roma’da yakından gören M. Luther döndüğünde bunların caiz olmadığına, insanların almaması gerektiğine 59 ayrı konuda kanıt sunuyordu.

1518 yılında bir bildiri yayınlıyordu.

M. Luther'in bu faaliyetlerinden haberdar olan Papa Lui, 1517 yılında ihtar mektubu gönderse de M. Luther bunu dikkate almaz.

Vatikan İki yıl sonra M. Luther hakkında tekfir/kafirlik hükmü verir.

M. Luther’den sonra temelini atmış olduğu Protestanlık böylece üçüncü mezhep olarak ortaya çıkıyordu.

Hıristiyan din adamları asırlar sonra tahrif edilmiş, toplumsal sorunlara cevap veremeyen ve hatta bireysel hayat tarzını dahi düzenleyemeyecek bir hal almış, akıl ve ilimden uzaklaştırılmış Hristiyanlığı ve onun merkez ve temsilciliğini yapan kiliseyi ıslah etme hareketine başladılar. Tabi ki böyle bir hareket hemen birkaç yılda gerçekleşemeyecekti, kendilerinin dahi tahmin edemedikleri bir zamana ihtiyaç vardı. Bu hareketin başlangıcı 1300’lü yıllar ve bitişi ise 1700’lü yılların sonu olacaktı.

Hareketin asıl hedefi kiliseleri ihya etmek, hurafelerden arındırıp kemale ulaştırmaktı. Çoğu Hristiyanlar kilisenin her yönlü ıslah edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı.

Martin Luther'in asıl hedefi kiliseye bağlı kuruluşların yok edilmesiydi. Bu hedef doğrultusunda “dini inançta sadece iman yeterlidir” görüşünü ortaya atarak, Katolik mezhebinin inançlarını inkar ve reddetmeye başladılar. Katolik inancının temellerinden olan kutsal kişilerin övülmesi, mukaddes gece, rahiplerin ahitleri, papazların ruhban yaşantıları, din alimlerinin zincirleme makam silsilesi (özellikle papalık) tamamen Martin Luther’in aleyhinde tebliğ ettiği inançlardı.

Kutsal kitap İncil’in yalnız imanın kaynağı ve örneği olduğunu savunuyor, kalbi imanın asıl olduğunda ısrar ediyor, Hz. İsa´nın (as) emir ve öğretilerine uyarak ruhun temizleneceğini savunuyordu. Ve aynı şekilde kutsal erkek ve kadınların takvalı ve temiz insanlar olduğunu, onların bu gibi hurafelere inanmadıklarını, onların insan üstü bir varlık olmadıklarını ve mucize sahibi olmadıklarını savunuyordu.

Martin Luther bu mücadelesinde toplumda nüfuz sahibi birçok insanı kaybetmesinin yanı sıra kilisenin gücünün yok olmasını isteyen seküler düşünceye sahip Kral, Kayzer ve idarecilerin desteğini kazanmıştı.

•          Almanya’da Martin Luther ve öğrencisi Thomas Müntzer,

•          İsviçre’de Ulrich Zwingli,

•          Fransa’da Johannes Calvin

•          İngiltere’de Thomas Cromwell

Hıristiyanlıkta reformun öncüleri ve ıslah hareketinin fikir babalarıydı.

Çok geçmeden bu reformist din adamlarının yaptıkları reformların sonucunda rasyonalistler aradan geçen 1400 yıldan sonra dini devre dışı bırakarak Rasyonalizmi hakim kıldılar. Rasyonalizmi savunan filozoflar siyasi otorite olan krallar/ kayzerlerle birlikte toplumları yönetmeye başladı. Peşinden sekülerizm, hümanizm, pozitivizm ve empirizm dünyada özellikle de Batıda son sözü söyler hale geldi.

 Gerekli gördüğümüz bu girişten sonra şimdi gelelim H. Kanatlı hocanın üzerinde durduğu konulara:

Kendisini “Yenilikçi” olarak tanıtan H. Kanaatlı'nın Orta Çağ’da “din-ilim”, “iman-akıl” kavgasını doğru anlayamadığı görülüyor. Çünkü din- ilim kavgasında “Din” Allah’ın indirdiği vahiyden ibaret din olmaktan çıkmıştı. Dinin kaynağı olan “Tevrat ve İncil” de kendi elleriyle yazıp Allah adına sundukları metinlerdi.

Kanatlı hocanın en belirgin hatası İslam'ı Orta Çağ Hristiyan din anlayışının yerine koymasıdır. Tevrat ve İncil’in yerine “Kur’an’ı”, İslam alimlerini de akılcılığa karşı olan rahipler yerine koyarak kendisini reformcu “M. Luther” olarak görmesidir.

H. Kanaatlı’nın düşüncelerinin alt yapısını oluşturan bu tarihi süreç anlaşılmadan onun iddialarına cevap vermek ikna edici olamaz.

Bir sonraki yazımızda H. Kanaatlı’nın yazısının içeriğine değinip iddialarına cevap vermeye çalışacağız. İnşallah.

Sabahattin Türkyılmaz

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM