Görüşlerinin kaynağı ve dayanağı
bilinmeden, hangi düşünce akımlarından beslendiği anlaşılmadan yazdıkları
okunduğunda dini konularda yüzeysel bilgilere sahip olanlar için ilginç, çekici
gelebilir, bazılarının aklını çelebilir, sapkınlığa sevk edebilir.
Hasan Kanaatlı Hoca birinci
yazısında ne anlama geliyorsa kendisinin “Nötr” olduğunu söyleyerek Şiiliğin
temel inançlarına saldırıyor ve ikinci yazısında ise kendisini “Yenilikçi”
olarak tanıtarak İslam’ın temellerini sorgulayıp Kur’an’da hurafeler olduğunu
iddia ederek güya itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
Yazısının içeriği modernite veya
Batı medeniyetini oluşturan köklü tarihi düşüncelere dayanıyor. Batı düşünce
tarihi sürecinden habersiz muhatap yeni karşılaştığı bu teorileri ilginç
bulabilir ve bu güzel görünen cümlelerle ne kastedildiğini, nasıl bir amaç
güdüldüğünü anlamakta zorlanabilir.
Batı felsefesi ve düşünceleri ile
az çok aşinalığı olan tahsilli kesimler, batı medeniyetinin etkisinde kalan
aydınlar tereddüt etseler de bu iddialara doğruluk payı verebilirler.
Dini konularda medreselerde
tahsil görmüş, İslami öğretilerde ilerlemiş veya geleneksel din anlayışına sıkı
sıkıya bağlı kesimler tarafından ise bu görüşler inhiraf, batıl ve tahrif
olarak algılanacaktır.
H. Kanatlı’nın görüş ve
iddialarının tarihi süreci çok eskilere dayansa da din sosyolojisini araştıran
ve dini öğretilerde uzman olanlar için ne kadar sığ olduğu kolayca fark
edilebilir.
Bu tenkit yazısında taassuba
kapılmadan, adil davranarak bilimsel açıklamalarda bulunmaya çalışacağız,
inşallah.
İddialarının tarihi geçmişi:
Biraz gerilere gidelim milattan
önceye “Sofistlerin” ortaya çıktığı döneme.
Milet ekolü ve Elea ekolü
filozofları dışımızdaki dünyanın varlık kaynağı ve vuku bulan olayların
nedenleri hakkında maddi natüralist bir düşünceye sahip olsalar da aralarında
birtakım farklı felsefi görüşler vardır. Her iki okul da Naturalizmi savunsa da
bakış açılarında büyük farklılıklar vardı.
Bu iki düşünce tarzı (özellikle
Pisagor ve Parmenides arasında) birbiriyle çekişme ve kavga halindeyken Antik
Yunan’fa dışarıdan cedel/diyalektik metodu uzmanı “Sofistler” ortaya çıkmıştı.
Savaşların, istila ve
sömürgelerin olduğu bu dönemde Yunan toplumuna giren bu şahıslar yavaş yavaş
Sofizm ekolünün temel taşlarını koyuyorlardı.
Sofizmin ortaya çıkması, Antik
Yunan tarihinin en hassas dönemlerinden birini oluşturur. Bu dönemde Yunan
toplumunda natüralizm ile rasyonalizm arasında ilmi ve kültürel değişim söz
konusuydu. Bunu fırsat bilen Sofistler cedeli gündeme taşımışlar ve yeni bir
düşünce ortaya atmışlardı; “Hiçbir hakikat mevcut değildir. Tabiatta hiçbir
şeyin hakikatine ulaşılamaz, hiçbir şey hakkında bilgi edinilemez, hiçbir şey
tanınamaz”
Sofistler öyle bir noktayı dile
getiriyorlardı ki, o nokta felsefe ve düşüncede kilit noktalardan biriydi; “Her
şeyin Mizan ve ölçüsü insandır.”
İlk hümanist düşünce sofistlerin
şu cümlesinde gizlidir: “Her şeyin mihveri insandır, insan her şeyin
merkezinde yer alır.”
Sofistlere karşı en katı tavrı
Sokrates almıştır. Sokrates'in ömrünün Sofistlerle mücadele geçtiğini söylemek
abartılı olmaz.
Sokrates ilk defa tarihte huzuri
ilme işaret ediyordu. İnsanın dışarıdan algıladıkları bilgilerin onun
bilgisinin tamamını oluşturmadığını söyleyip, aklı ve ruhunda olan bir bilginin
olduğunu da savunuyordu. İnsan içeriden basirete ulaşması ve ilmin insanın
içinden coşması, kaynaması gerektiğini düşünüyordu.
Rasyonalizm düşüncesinin ilk
taşını Sokrates koymuştur. Sofistlerin safsata yolu ile “hiçbir hakikat
yoktur” görüşünü yaymalarının karşısında, hakikatin var olduğunu ve bunu
ulaşmanın mümkün olduğunu daha sonraları “diyalektik” diye adlandırılan yol ile
ispat etmeye çalışıyordu. Eğer hakikat diye bir şey yoksa, o zaman hiçbir şeyin
manası yoktur.
Sokrates’in öğrencisi Platon
huzuri ilmin savunucusu ve onun öğrencisi Aristotales ise husuli ilmin temelini
atmıştır. Bu iki filozof Antik Yunan felsefesinin temellerini atmış ve ilk defa
akılcılığı gündeme taşımışlardır.
Daha sonra gelen Helenestik dönem
Yunan felsefesinin en parlak ve zirvede olduğu çağdır. Arkasından da Roma
imparatorluğunun hakimiyeti gelir. Hz. İsa'nın (as) dünyaya geldiği döneme
kadar rasyonalizm hemen hemen hakim olmuştur.
Hz. İsa'nın (as) istisnai
durumu:
Hz. İsa (as) Roma
imparatorluğunun hakim olduğu bir toplumda dünyaya geliyordu.
-Dünyaya geliş şekli; babasız
olması, beşikte konuşması bir mucize....
-Beşikteyken peygamberlik
verilmesi, vahiy indirilip kitap verilmesi bir mucize....
-Toplumda fevkalade işler
yapması; ölüleri diriltmesi, körlerin gözlerini açması, hastalıkları
iyileştirmesi, göğe çekilmesi ayrı mucize....
Bunların hiçbiri önceki
peygamberde yoktu. Her peygamberin mucizesi vardı ve zamanın gereksinimine göre
mucize gösteriyorlardı.
Hz. İsa’yı (as) diğer Ulu'l Azim
peygamberlerden ayıran diğer bir özelliği de gönderildiği toplumun itikadi,
siyasi ve sosyolojik yapısının farklı oluşuydu.
Roma imparatorluğunun hakim
olduğu bir toplumdu. Şirk ve putperestliğin yaygın olduğu, imparatorların tanrı
olarak veya ilahların/tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edildiği
bir dönemdi. Yani “Somut insansı Tanrı” inancı hakimdi.
Diğer taraftan Hz. Musa’dan (as)
sonra Yahudilik tahrif edilmiş, din adamları Tevrat diye kendi elleriyle yazdıklarını
Allah’ın gönderdiği vahiy kitabı olarak topluma kabul ettirmişlerdi.
Yahudi Din adamlarının
hegemonyası:
Yahudi din adamları, Hz. İsa’nın
(as), Mesih/kurtarıcı olarak geleceği haberini almışlardı. Hahamlar
kendilerini, Tevrat’ı ve Hz. Musa’yı (as) peygamber olarak gönderen Allah’ın
temsilcisi görüyor ve kurtarıcı gelene kadar tek yetkili kendilerini
görüyorlardı.
İsrailoğulları arasında Hz.
Musa’dan (as) sonra toplumun dini inancının mühendisliğini Hahamlar yapıyordu.
Hahamlar/din adamları dini
öğretilerin mühendisliğinde üretken ve yenilik sunamayınca başkaları daha iyi
fikir sunmasının ve mevcut dini otoriteyi sarsmasın diye şu yolu seçmek zorunda
kaldılar;
- Dini bizden öğreneceksiniz.
- Dinin temsilcisi biziz.
- Dinin hükümlerini ancak biz
beyan edebiliriz.
- Bizden başka kimse dini
anlayamaz.
- Allah'ın ve peygamberin
temsilcisi biziz.
- Bizim dışımızdaki din
anlayışına yaşam hakkı tanımayız.
Hahamlar böylece “din alimleri
hegemonyası” oluşturmuşlardı. Kendilerine aykırı bütün dini görüş, hüküm ve
düşünceyi batıl görüp sahibini tekfir ediyorlardı.
Hatta kendilerine gönderilen
peygamberi dahi dini farklı tefsir ediyor ve şeriatı tahrif ediyor diye
dışlayıp yalanlıyorlardı.
Kısacası, Hahamlar/Yahudi din
adamları toplumda kendi din anlayışlarından oluşan bir dünya yaratmışlardı.
Bu dünyalarına bir de
dokunulmazlık elbisesi giydirerek hem kendi din anlayışlarını sigortaladılar
hem de kendilerini eleştirilemez, dokunulamaz kılıp kutsallaştırdılar.
Diğer taraftan dünya ve siyaset
işlerini de krallara, imparatorlara, kaiserlere bırakmışlardı.
Kendileri de siyasi iktidar ile
birlikte hareket ediyor, karşılıklı ilişkiler ile biri siyasi iktidarını,
diğeri de dini otoritesini sürdürüyordu. Muhaliflerini beraberce devre dışı
bırakıyorlardı.
Hz. İsa (as) bu iki grupla
mücadele etmek zorundaydı. Tahrif edilmiş Tevrat’ın hükümlerini İncil ile ihya
etmek, diğer taraftan somut ilah olarak görülen Roma imparatorlarının hakim
kıldığı şirk düzenini yıkmak.
Hem siyasi otorite Roma
imparatorluğu hem de kendilerini ilahi din temsilcileri gören Yahudi din
adamları Hz. İsa’yı (as) peygamber olarak kabul etmek istemiyorlardı, ama Hz.
İsa’nın (as) dünyaya gelme mucizesi ve diğer mucizelere karşısında da dayanacak
güçleri yoktu, bundan dolayı yeni bir yol buldular; onu ilahlık makamına
çıkarıp Romalıların tanrıları gibi “somut insansı ilah” konumuna getirdiler,
daha sonra da çarmıha gerilmesi gerektiğini söyleyecek kadar ileri gittiler.
Fetva din adamlarından, icrası
kraldan.
Hz. İsa’nın (as) Allah tarafından
gökyüzüne çekilmesinden sonra gerçek muvahhid dindarların karanlık günleri
başlamıştı.
Hz. İsa (as) dünyaya geldikten
200-300 yıl sonra Roma imparatorluğunun Hristiyanlığı kabul etmesiyle Yunan
felsefesi din ile birleşiyordu. Antik Yunan felsefesi yerine Skolastik
felsefe/düşünce akımı hakim oluyordu. Bin yıl süren bu döneme Orta Çağ denilir.
Skolastik felsefenin hakim olduğu
Orta Çağ’da iki önemli konunun incelenmesi gerekir; din ve felsefe. “Din ve
felsefenin sentezinden” oluşan Skolastik felsefedeki “din ve felsefe” nedir?
Orta Çağda hakim olan ve Roma
İmparatorluğunun kabul ettiği Hristiyanlık nedir? Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın
(as) peygamber olduğuna ve İncil’in kutsal kitap olduğuna inanılan bir dindir.
Ama bilinmesi gerekir ki, Hz.
İsa’ya (as) nazil olan İncil doğumundan 200 yıl sonra yazılmıştır. Roma
imparatorluğu tarafından Hıristiyanlık resmi din olarak kabul edildikten sonra Hristiyanlar
hem önceden tahrif olmuş Tevrat’ı hem de şimdi kendilerinin yazdığı İncil’i
kutsal kitapları olarak kabul etmişlerdi. Orta Çağda dini öğretilerin kaynağı
bu iki tahrif edilmiş kitaptı.
Yahudiler hem Roma hem de diğer
imparatorluklar döneminde hep arka planda kalmışlardır. Yahudi din adamları
varlıklarını devam ettirmek için Hristiyanlığın resmi din olarak kabul
edilmesini fırsat bilerek Hristiyanların arasına karışarak Tevrat’ın
öğretilerini; fıkıh, kelam, şeriat hükümlerinin büyük bölümünü Hristiyanlığa
yamadılar.
Yahudiler Hristiyanlığın hukuk,
şeriat mühendisliğini üstlenmişti. Böylece kendilerini Hristiyanlığın içinde
gizlemesini bilmiş ve hayatını onların içinde devam ettirmiştir. Tevrat’ı da Hristiyanlara
kabul ettiren Yahudilerdi.
Orta Çağ Hristiyanlığında “Ahdi
Kadim ve Ahdi Cedid” dedikleri “Tevrat ve İncil” bu dönemde ilahi vahiy ve
kitap olmaktan çıkmış tamamen beşeri özelliğe sahip kitaplara dönüşmüştür.
Hıristiyanlık bu dönemde kendi
içinde iki mezhebe ayrılıyor; Katolikler ve Ortodokslar
Katolikler, papa ve kilisenin
hatadan beri olduğuna inanmaktaydılar. Bir din adamı papalık derecesine
ulaşmışsa artık hatasızdır, masumdur. Papanın etrafına bir dokunulmazlık duvarı
çekiyorlar, kimse itiraz edip karşı gelemesin diye.
Ortodokslar buna karşı gelirler.
Diyorlardı ki, eğer böyle olursa kilisede her türlü yozlaşma ve yolsuzluk
meydana gelir. İtikadi, ekonomik, ahlaki, siyasi sapmalar kaçınılmaz olur.
Ortodoksluk, usullere/ilkelere
bağlı; nas ve yazılı kutsallara bağlı, köktenci manasındadır.
Orta Çağ’da Skolastik filozoflar
genellikle kelamcılardan oluşuyordu. Bu filozoflar hem papaz hem de
kelamcıydılar. Dolayısıyla Hristiyanlığa “akılcılık” boyutunu eklemek
istiyorlardı.
Ortodokslar içlerinden “Palama”
diye bir mezhep çıkardılar. Dine akılcılığı sokmak isteyenlere karşı bir
hareket başlattılar. “Kimsenin dini akıl ile ölçmeye hakkın yoktur”,
dediler. Orta Çağ’ın kelamcı filozoflarından olan St. Agustin, Thomas Aquinas,
Anselm gibilere karşı kesin tavır aldılar.
Palama, dini akıl ile ispat
etmeye ve kelami bahisler açılmasına karşı çıkıyordu. Bunlar Ortodoksların ana
gövdesini oluşturuyorlardı. Ortodokslar Hristiyanlığın usullerine/ilkelerine
bağlıydılar ve iyi savunuyorlardı ama akılcılığa karşı çıkmalarıyla duraklamaya
başladılar ve bunun neticesinde putperestliğe/ Hz. İsa’ya (as) tapmaya
başladılar.
O kadar ileri gittiler ki
taptıkları tanrının ete kemiğe bürünmüş “insansı somut tanrı” olduğuna inanmaya
başladılar. Peygamberlerin getirdiği ilahi dinde ilk defa böyle bir keskin bir
inhiraf gerçekleşiyordu.
Palama mezhebi, Hristiyanlığın
sorunlarını halledip kurtaramadığı gibi daha fazla şirke sürüklemiş oldu.
Orta Çağ’da büyük bir “iman
buhranı” söz konusu oluyor; iman, metafizik bir olgu olduğundan ve metafiziğe
imanı ne görmek mümkündü ne dokunmak; Allah’a, meleklere, cennete cehenneme
imanı anlamak zordu. Dolayısıyla metafizikle iman sorgulanmaya başlandı;
metafizik alem hakkında bilgi edinme şüphesi ilk adım olmuştu.
Tevrat ve İncil’de geçen
kelami/metafizik konularını fiziki konular gibi tebyin etmek mümkün değildi.
Sadece metafizik aleme iman edilmesi isteniyordu. Akıl da zaten devre dışı
bırakılmış akli konulara girmek de yasaklanmıştı.
Dini ve imanı akli olarak
incelemek isteyen, akıl ile anlamak isteyen bilim adamlarını tekfir edip
öldürüyorlardı.
Kiliseler engizisyon mahkemeleri
kurmuşlardı muhalifler bu mahkemelerde yargılanıp idam ediliyorlardı.
Yavaş yavaş imanı akli olarak
tebyin etme imkanının olmadığı hissedilmeye başlandı. İman aklın karşısına
koyuldu.
Kavga şuydu; acaba saf iman, saf
akıl var mıdır? Hangisi hangisinin altında yer alması gerekir? Bu ikisinin
ilişkisi nedir?
Tevrat ve İncil’in içeriği
bunların cevabını verip savunabilecek kadar sağlam değildi. Din adamları da
darda kaldıkları zaman akla müracaat ediyorlardı.
Bunun neticesinde üç düşünce
ortaya çıktı;
1-Akıl, imanın lehine bir yana
çekilmelidir; iman edilen metafizik akıl ile anlaşılmaz.
2-İman, aklın lehine
çekilmelidir; akıl ile açıklayamadığımız konularda iman bir yana çekilmelidir.
3-İkisini beraber yürütmek
mümkündür; birini diğerine tercih edecek delil yoktur.
St. Agustin, Thomas Aquinas...vs
bu görüşü savunuyorlardı.
“Skolastik felsefe” denilen bu
dönemin de önemli bir eksikliği vardı; Skolastik felsefede tefekkür ve taakkul
yoktur, okul ve medrese ne derse ona uyarsınız. Düşünce, eleştiri, görüş
belirtme yoktur. Skol denmesinin sebebi “öğrenci yetiştiren yer” henüz düşünme,
fikir yürütme derecesine ulaşmamış sadece öğrenmesi, ezberlemesi gereken okul
demektir; günümüzde ilk, orta, lise derecesindeki çocuklara “öğrenci” denildiği
gibi.
Skolastik felsefede düşünce
şuydu; diyorlar ki, “siz bundan daha ileri gidemezsiniz, sadece bizim
söylediklerimizi ezberleyeceksiniz. İlerleyebileceğiniz en son nokta bizim
düşüncemizin seviyesinde ve doğrultusunda olabilir.”
Bu büyük bir buhran oluşturmuştu.
Kilise çıkmaza girmişti çünkü düşünce ve ilim üretilmiyordu. Gidişat geleneksel
gidişattı.
Diğer taraftan Kilise ve papazlar
yolsuzluk ve fesada batmıştı, böyle bir kiliseden siyasiler gelip iktidarları
için teyit ve onay alıyorlardı.
Kilise ile Kaiser arasında bir
mutabakat ve ilişki vardı, öyle ki halk artık bu durumdan bıkmıştı. Kilise ve
Kaiser birbirlerini kolluyor, birbirlerinin her alandaki fesatlarını örtbas
ediyorlardı.
Böyle bir durumda M. Luther
ortaya çıkıyordu.
M. Luther çok dindar ve katı bir
papaz idi.
Ms.1500 yıllarında M. Luther’den
sonra batıda yeni çağ başlamış oluyor. M. Luther reformist bir papaz olmasına
rağmen dini ihya etme, hurafelerden arındırma akla uygun bir din sunmak
istiyordu.
1511 yıllarında Almanya’da bir
mesuliyet ve görev almak için Almanya’dan görevli olarak Roma’da bulunan
Vatikan’da yüksek eğitim almak için gönderilen M. Luther’in ilmi ve dini bilgi
derecesi o zaman yüksekti ve daha yüksek bir derece almak için Roma'ya gidiyordu.
Roma’ya vardığında 6-7 yıl orda
kalır. Tevrat ve İncil’de okuduklarının aksine çok farklı bir din anlayışı
görür. Kilisenin gidişatı, papazların durumu din ile bağdaşmıyordu. İçine şüphe
düşmeye başlamıştı.
Luther, Papazın huzuruna çıkıp
günah çıkarma, para ile af biletleri satma, hatta kiliseye papazın huzuruna
çıkmaya gerek bile kalmadan biletleri alıp kendini affettirme gibi konularla
karşılaşıyordu.
Kilise bu yolla büyük paralar
kazanıyor ve servet sahibi oluyordu. Bunları Roma’da yakından gören M. Luther
döndüğünde bunların caiz olmadığına, insanların almaması gerektiğine 59 ayrı
konuda kanıt sunuyordu.
1518 yılında bir bildiri
yayınlıyordu.
M. Luther'in bu faaliyetlerinden
haberdar olan Papa Lui, 1517 yılında ihtar mektubu gönderse de M. Luther bunu
dikkate almaz.
Vatikan İki yıl sonra M. Luther
hakkında tekfir/kafirlik hükmü verir.
M. Luther’den sonra temelini
atmış olduğu Protestanlık böylece üçüncü mezhep olarak ortaya çıkıyordu.
Hıristiyan din adamları asırlar
sonra tahrif edilmiş, toplumsal sorunlara cevap veremeyen ve hatta bireysel
hayat tarzını dahi düzenleyemeyecek bir hal almış, akıl ve ilimden
uzaklaştırılmış Hristiyanlığı ve onun merkez ve temsilciliğini yapan kiliseyi ıslah
etme hareketine başladılar. Tabi ki böyle bir hareket hemen birkaç yılda gerçekleşemeyecekti,
kendilerinin dahi tahmin edemedikleri bir zamana ihtiyaç vardı. Bu hareketin
başlangıcı 1300’lü yıllar ve bitişi ise 1700’lü yılların sonu olacaktı.
Hareketin asıl hedefi kiliseleri
ihya etmek, hurafelerden arındırıp kemale ulaştırmaktı. Çoğu Hristiyanlar
kilisenin her yönlü ıslah edilmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Martin Luther'in asıl hedefi
kiliseye bağlı kuruluşların yok edilmesiydi. Bu hedef doğrultusunda “dini
inançta sadece iman yeterlidir” görüşünü ortaya atarak, Katolik mezhebinin
inançlarını inkar ve reddetmeye başladılar. Katolik inancının temellerinden
olan kutsal kişilerin övülmesi, mukaddes gece, rahiplerin ahitleri, papazların
ruhban yaşantıları, din alimlerinin zincirleme makam silsilesi (özellikle
papalık) tamamen Martin Luther’in aleyhinde tebliğ ettiği inançlardı.
Kutsal kitap İncil’in yalnız
imanın kaynağı ve örneği olduğunu savunuyor, kalbi imanın asıl olduğunda ısrar
ediyor, Hz. İsa´nın (as) emir ve öğretilerine uyarak ruhun temizleneceğini
savunuyordu. Ve aynı şekilde kutsal erkek ve kadınların takvalı ve temiz
insanlar olduğunu, onların bu gibi hurafelere inanmadıklarını, onların insan
üstü bir varlık olmadıklarını ve mucize sahibi olmadıklarını savunuyordu.
Martin Luther bu mücadelesinde
toplumda nüfuz sahibi birçok insanı kaybetmesinin yanı sıra kilisenin gücünün
yok olmasını isteyen seküler düşünceye sahip Kral, Kayzer ve idarecilerin
desteğini kazanmıştı.
• Almanya’da
Martin Luther ve öğrencisi Thomas Müntzer,
• İsviçre’de
Ulrich Zwingli,
• Fransa’da
Johannes Calvin
• İngiltere’de
Thomas Cromwell
Hıristiyanlıkta reformun öncüleri
ve ıslah hareketinin fikir babalarıydı.
Çok geçmeden bu reformist din
adamlarının yaptıkları reformların sonucunda rasyonalistler aradan geçen 1400
yıldan sonra dini devre dışı bırakarak Rasyonalizmi hakim kıldılar.
Rasyonalizmi savunan filozoflar siyasi otorite olan krallar/ kayzerlerle birlikte
toplumları yönetmeye başladı. Peşinden sekülerizm, hümanizm, pozitivizm ve
empirizm dünyada özellikle de Batıda son sözü söyler hale geldi.
Gerekli gördüğümüz bu girişten sonra şimdi
gelelim H. Kanatlı hocanın üzerinde durduğu konulara:
Kendisini “Yenilikçi” olarak
tanıtan H. Kanaatlı'nın Orta Çağ’da “din-ilim”, “iman-akıl” kavgasını doğru
anlayamadığı görülüyor. Çünkü din- ilim kavgasında “Din” Allah’ın indirdiği
vahiyden ibaret din olmaktan çıkmıştı. Dinin kaynağı olan “Tevrat ve İncil” de
kendi elleriyle yazıp Allah adına sundukları metinlerdi.
Kanatlı hocanın en belirgin hatası
İslam'ı Orta Çağ Hristiyan din anlayışının yerine koymasıdır. Tevrat ve
İncil’in yerine “Kur’an’ı”, İslam alimlerini de akılcılığa karşı olan rahipler
yerine koyarak kendisini reformcu “M. Luther” olarak görmesidir.
H. Kanaatlı’nın düşüncelerinin
alt yapısını oluşturan bu tarihi süreç anlaşılmadan onun iddialarına cevap
vermek ikna edici olamaz.
Bir sonraki yazımızda H.
Kanaatlı’nın yazısının içeriğine değinip iddialarına cevap vermeye çalışacağız.
İnşallah.
Sabahattin Türkyılmaz