Rasthaber - İsmail Mansurî Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.
Cemâlin her bakana güneş olsun
Güzellikten güzel yüzün daha güzel olsun
Bana senden her an yeni bir aşk vardır
Senin her saatin bir başka güzellik olsun
Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. İbn Sînâ’nın şaheser işlerinden biri “Burhan-ı Sıddıkîn”in keşfidir. Nitekim kendisi de bunu “fethü’l-fütûh” (fetihlerin fethi) diye adlandırdı. O, bunu irfani aklın sarahati ile elde etti. Bunu bir önceki programda ele aldık ve üstadımızın açıklamalarından istifade ettik.
Sayın üstad, İbn Sînâ sarih aklın irfanından hareketle mantığın kurallarını Aristo felsefesiyle sınırlamamış oldu. Akıl için yeni bir mantık meydana getirdi. Zatıâlinizin de belirttiği gibi akıl hangi alana adım atarsa atsın kendi ölçüsünü koyuyor ve kendi mantığını yaratıyor.
O, bu açıdan teemmülü [hedefli düşünme] anlamlandırıyor ve bu irfanın bir tür teemmül biçimi olduğunu söylüyor. İzin verirseniz kitaptan aynen okuyayım, siz kitapta şöyle diyorsunuz:
“Burada şu soru gündeme geliyor: Varlıkta teemmül nedir? Teemmül nasıl gerçekleşiyor? Bu soru yalnızca şu noktada büyük bir incelik kazanıyor: Şunu bilmeliyiz ki varlığın misli, zıddı, cinsi ve faslı yoktur. Eğer böyleyse burhan haddi de yoktur. İnsanların çoğu düşünme sırasında bir şeyin mislini veya zıddını kullanır. Biz bunlara alışmışız, bunun ötesinde düşünemiyoruz. Bu durumda bu soruya cevap vermek zorlaşıyor. Dolayısıyla bu sorunun ortadan kalkması için İbn Sînâ’ya göre ‘varlıkta teemmül’ konusunun üstünde daha fazla durmak gerekiyor.”
Yani galiba İbn Sînâ bize bir ufuk açıyor, bu da insanın aklının gizli sahasıdır. Onun bahsettiği bu “teemmülü” ve akli suretle ilişkisini açıklar mısınız? Yaygın felsefi düşünüşlerle farkı nedir?
Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, sizin de dikkat çektiğiniz üzere varlığın misli ve zıddı olmayınca normal yollarla onu tanımak zor oluyor. İbn Sînâ’nın da işaret ettiği üzere biz eşyayı ya zıddıyla ya da misliyle tanırız. Bu o kadar yaygındır ki darbımesel olmuştur, denir ki: “Tu’refu’l eşyau bi ezdâdihâ.” (Eşya zıddıyla bilinir.)
Şimdi mislinden hareketle, misline gitmek veya zıddından hareketle zıddını tanımak iki ayrı yoldur. Misle, misliyle gitmeye Müslüman kelâmcılar “şahitten gaibe gitmek” derler. Şahit görünen şeydir; yani biz o görünene bakarız ve onun misli olan ama görünmeyen ve duvarın ardında olan şeye mislinden hareketle ulaşırız. Misle, misliyle ya da şahitle gaibe ulaşmak bir yoldur. Yani şahit olan tıpkı o gaip gibi olmalıdır ki biz de bu yolla istidlâl edebilelim. Buna kıyas deniyor.
Tabii bu temsilî kıyastır. Bir de burhani kıyas vardır ama izin verirseniz şimdi bu konuya girmeyelim. Orada zaruri olarak bir neticeye ulaşırız. Bunu defalarca söyledik. Mesela denir ki A, B’ye eşittir; B, C’ye eşittir, o halde zorunlu olarak A, C’ye eşittir. Bu burhandır.
Diğerinde ise bir şeyi görüyoruz, onu bir diğer şeyle benzer buluyoruz ve birini diğerine naklediyoruz. Bu da misilden misle gitmektir. Demin de söylediğim gibi kelâmcılar buna şahitten gaibe gitmek derler.
Zıtlar yolu ise diyalektiktir. Bu diyalektik yöntem, materyalist ya da materyalist olmayan diyalektik şeklindedir. Yani diyalektik denince zorunlu olarak materyalist olması gerekmez. Tevhidî diyalektik de var. Bu, zıttan zıdda gitmektir. Diyalektik yönteme göre her zıt, kendi içinde kendi zıddını besler. Tez ve anti tez, nihai aşamada senteze ulaşır. O sentez de yeniden zıddını bulur, bu şekilde devam eder. Bu da diyalektik yoldur.
Varlıkta zıt yok, o halde diyalektik yol söz konusu değil. Aynı şekilde misl de yok, o halde şahitten gaibe gitmek de söz konusu olamaz. Peki, ne yapacağız? İbn Sînâ bu noktada “varlıkta teemmül”den bahsediyor. Peki, teemmül ne demektir? Burada teemmül kelimesini biraz açıklarsam fena olmaz.
Bu konuda yakın anlamlı kelimeler var, örneğin “taakkul” kelimesi var, “tefehhüm” veya “tefhim” lafızları var. Peki, teemmül ne demektir? Sa’dî’nin tabiriyle:
Her kim dar görüşlüyse kadehi onlara ver
Rakipler şarapla ben teemmülle mestim
Yani dar görüşlüler şarapla mest olur, sen kadehi git onlara ver. Ben ise şarap istemiyorum, teemmül istiyorum, diyor.
Evet, peki teemmül nedir ve taakkul, tefehhüm ve idrakten ne farkı vardır? Bunu öncelikle kelime bilgisi bakımından inceleyelim. Teemmül hemze harfiyle yazılıyor. Bir de ayın harfiyle yazılan “taammül” var. Ayın harfiyle yazılan ‘‘amel etmek’’ demektir. Fakat burada bizim bahsettiğimiz teemmül hemzeyle yazılıyor. O halde bu tefaul babındandır ve kelimenin kökü “emel”dir. Emel ise arzu demektir.
Pekâlâ, eğer emel, arzu anlamına geliyorsa ve tefaul babında “teemmül” oluyorsa, bunun manası “bir yere ulaşmak isteyen anlama” olur. Yani ulaşmayı arzuluyor; arzu içeren bir anlamadır. Eğer ben teemmül ediyorsam bir yere ulaşmak istiyorum, bunu arzuluyorum. Yani teemmül sadece arzulamak veya sadece anlamak değil, arzu içeren bir anlamaktır. Yani ulaşmaya çalışıyorum, işte bu teemmüldür.
Peki, neyi teemmül edeyim? Varlık (vücûd) nerededir? Eğer varlığı kendi dışımda görürsem varlık benim dışımda değildir. Varlıklar (mevcudât) benim dışımdadır ama varlık (vücûd) benim dışımda değildir; ben bir varlığım (mevcûd).
Vücûd (varlık) ile mevcûd (var olan) farklı şeylerdir. “Mevcûd” dediğimiz şudur, örneğin şu duvar bir mevcuttur, şu masa bir mevcuttur; çöl, dağ, deniz bunlar birer mevcuttur. Yani bunlar “vücûd” değildir, “vücûd”a sahiptir. Biz ise mevcûda değil, vücûda gitmek istiyoruz. Peki, “vücûd”u nerede bulacağız?
Vücûd, benim karşımda değil, benim kendim “mevcûd”um yani “vücûd”a sahibim. Peki, nereye gitmem gerekiyor? Varlık (vücûd) sizin karşınızda değildir, varlık o kadar kapsamlıdır ki siz kendiniz de varlıksınız. Benim bir şeyi görebilmem için onun benim karşımda olması gerekir. Benim varlığı karşıma alıp da ona bakabileceğim bir yer yok. O halde varlığı teemmül etmenin yolu, kendini teemmül etmektir.
İbn Sînâ’dan iki bin beş yüz yıl önce Sokrat “kendini tanı” demiştir. Sokrat’ın bu sözü kıyamete kadar büyük bir söz olarak kalacaktır. Kimileri ‘‘Sokrat’ın bu sözünde ne var herkes zaten kendini tanıyor’’ diyebilir. Ancak bu sözün büyüklüğünü anlamak için öncelikle bir defa şunu bilmemiz gerekir. Ben kendimi tanımadıkça hiçbir şeyi tanıyamam.
Sokrat, “kendini tanı” diyor ve İbn Sînâ da kendini teemmülü esas alıyor. Kendini tanımak bir defa düşünmek değildir. Yani şu masayı bir defa düşünmeniz yeterli olabilir. Bu masanın cinsi nedir, neden yapılmıştır, kim yapmıştır; bunların yanıtlarını bilirseniz iş biter. Ama ben kendimi tanımak istediğimde bir defa tanımam yeterli olur mu?
İnsan her an farklı biridir. ‘‘Kendini tanı’’ demek ‘‘daima düşün’’ demektir. Yani düşünmekten bir an dahi olsa geri durma ve daima tefekkür et. Eğer daima tefekkür etmezsen kendini tanıyamazsın, insan her an bir tecelli halindedir.
Ey berader to hemé endişei
Ma baqi-yé to ostokhan-é rişei
Ey kardeş sen bütünüyle düşünceden ibaretsin
Senden geri kalan sadece et ve kemiktir.
İbn Sînâ “varlıkta teemmül” derken bunun ilk aşaması insanın kendini teemmül etmesidir. Varlığın ilk zuhuru insanın “ben”indedir. Ben kendimi tanıyamaz isem, başka şeyler üzerinde de düşünemem. İnsan, varlığını neyle idrak eder?
Laricanî: İlm-i huzûrî ile…
Üstad Dînânî: Bir çocuk kendini bulamaz mı? Daha önceki programlarımızda bahsettiğimiz İbn Sînâ’nın “muallak insan”ı kendini bulamaz mı?
Laricanî: Tabii ki bulabilir.
Üstad Dînânî: Kendi varlığını idrak etmek, varlığı idrak etmektir. Bundan başka yol da yoktur. Yani ben varım o halde varlık vardır. Ben var olmasaydım, varlığın var olduğunu nereden bilecektim? Kendi dışımdan mı? Tabii ki hayır...
Laricanî: O halde sadece teemmül ile bulunabilir.
Üstad Dînânî: Evet, yalnızca teemmül ile bulunabilir, teemmülden başka yol yoktur. Yani tasavvur edilemez, siz varlığı tasavvur edemezsiniz. Tasavvurla, tahayyülle, hisle hatta taakkul ile onu bulamazsınız. Çünkü taakkul da tümel bir kavram oluyor. Yani hisle, hayalle, vehimle ve taakkul ile varlığı idrak etmenin yolu yoktur. Çünkü bunların hepsi suretle gelir; taakkul ise tümel bir kavramla gelir. Varlık ise tümel bir kavram değil, nesnel (aynî) bir gerçekliktir.
Nesnel gerçekliğe ancak huzurla ulaşılabilir. Kendine ulaştığın zaman varlığa ulaşmış olursun. Elbette bu da sonuçta akıldır, teemmüli akıldır. İnsanın kendisi zaten aklın cilvesinden başka bir şey değildir. İbn Sînâ “akli teemmül” diyor, Molla Sadrâ ise “sarih müşahede” diyor.
Burada akılla ilgili bir şey söylemek istiyorum. İbn Sînâ’nın söyledikleri arasında, belki benim şimdi söyleyeceklerim kadar açıkça yer almayabilir. Herkes aklı kabul eder ve akla saygı gösterir ve aklın daima hedeflere doğru gittiğini düşünür. Akıllı insan işlerini belirli bir hedef doğrultusunda yapar. Akıl daima belirli bir hedefe gider.
Ancak akıl başka bir şey daha yapar; insanlar buna ya dikkat etmez veya çok az insan bunun farkındadır. Akıl sadece hedefe gitmez; aynı zamanda hedef tayini de yapar. Yani iki iş yapar: birincisi hedefin tayini, ikincisi de hedefe doğru gitmek. Hedefler arasından bir hedef belirlemek ve o belirlediği hedefe gitmek, bunların ikisi de aklın işidir. Bu da kendini teemmül ile meydana gelir. İbn Sînâ, varlıktan hareketle varlığa gitmekten bahsediyor. Evet, onun buyurduğu şey tamamen doğrudur. Peki, ama varlığın kendisini nasıl buluyoruz? Kendi dışımızda mı, kendimizde mi? Tabii ki kendimizde.
“Burhan-ı Sıddıkîn”in aslı bizatihi Allah’ın kendi sözüdür. Allah’ın kendisi şöyle diyor: “Rabbinin her şeye tanık olması yetmez mi?” (Fussilet,53) Siz Allah’a, Allah’ın dışında başka bir şeyle mi gideceksiniz? En büyük sıddık Allah’tır, burhan-ı sıddıkîn, ilahi burhandır.
Laricanî:
Güneşin varlığına güneş delildir
Sana delil lazımsa güneşten yüz çevirme
Gerçi gölge de güneşin varlığının belirtisini verir
Fakat güneş her zaman can nuru bahşeder
Ne cahildir o kimseler ki parlayan güneşi
Eline mum alarak aramaya koyulur
Üstad Dînânî: Evet, eline mum alıp güneşi arayan bayağı akılsız olsa gerek gerektir! Bu noktaya ulaşmanın yolu teemmüldür. İbn Sînâ’nın akli irfan dediği budur. İrfan iddiasında bulunup da akla karşı olan, deliden başka bir şey değildir. Akla karşı olan bir ârifin doğru söylediğine asla inanma. Akla karşı çıkılır mı hiç?
Ayrıca akla karşı çıkanlar bunu neyle yapıyorlar, akılla yapmıyorlar mı? Aslında noksan bir akılla, akla karşı çıkıyorlar. Aristo’nun 2500 yıl önce söyledikleri çok önemlidir. O ‘‘felsefe ile filozofluk yapılır, felsefeye karşı çıkanların da filozofluk yapması gerekir’’ diyor. Yani felsefeye karşı çıkmak için bile felsefe yapılmalıdır. Felsefenin dışında bir yolla felsefeyle savaşılmaz. Hatta bilim yoluyla da felsefeyle savaşamazsınız.
Bilim eşyayı tanır, felsefe ise ‘‘tanımak nedir’’ der. Bilim eşyayı bilmek isterken felsefe tanımanın kendisini bilmek ister. İkincisi bilim, kurallar ve yasalar bulur. Felsefe ise ‘‘kural nedir’’ der.
Laricanî: Üstad, kısa bir aradan sonra devam edelim.
***
Üstad bu akli sarahat ve İbn Sînâ’nın teemmül bahsi gerçekten çok güzel. İnsanı teemmül etmeye yöneltiyor. İnsan kendini günübirlik meşgalelerden ve ilgilerden kurtarabildiğinde hakikat noktasının yakın olduğunu görüyor.
Bu yüzden de Allah’ın Resûlü (s.a.a.) “el-aqlu resulu’l-Hak” (Akıl Hakk’ın resulüdür) diye buyurmuştur. Siz de kitabınızda şöyle diyorsunuz: “İbn Sînâ’nın irfani aklı, İşârât kitabının 9. Nemet’inde [bölümünde] bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. O, bu kitabın 9. Nemet’inde âriflerin makamına değinmekte ve sülûk ehlinin manevi derecelerinden söz etmektedir. İbn Sînâ’ya göre manevi sülûk ve irfani merhaleleri kat etmek, ârif bir salik için onun aklından ve düşüncesinden ayrı değildir. Ve gerçekte hakiki sâlik akıldır.” Bu çok güzel bir tespit.
Üstad Dînânî: Hatırlarsanız Attâr’dan bahsederken onun da “sâlik-i fikret”ten (fikir sâliki) bahsettiğini söylemiştik. İbn Sînâ ise açıkça “akıl sâliki” diyor. Attâr bir âriftir, İbn Sînâ ise bir filozoftur ve her ikisi de aynı şeyi söylüyor. Akıl fikret; fikret ise akıldır zaten.
Laricanî: Bunlara çok da güzel mantıksal ilgi kuruyor ve düzen kazandırıyor. Bunun sistematik hale getirilmesi çok önemli. Çağdaş filozoflardan birini okurken görmüştüm. İbn Sînâ’nın mazlumluğunu göstermek için izin verirseniz ben onun ifadelerini okuyayım. O, “Burhan-ı Sıddıkîn” konusuyla ilgili olarak şöyle diyor: “Ebû Ali Sînâ’nın doğruluğu ve dindarlığı, tüm ilmî ve felsefi tecrübeleriyle birlikte ‘Kendisinden başka ilah olmadığına Allah tanıktır.’ (Âl-i İmrân, 18) âyeti ile Hakk’a teslim olmaktadır. Onun bu konuda felsefeye hizmeti aklın gücünü ve Aristo felsefesinin kabiliyetini, Kant metafiziğinin karanlık ve belirsiz tavanından melekût akılcılığına çekmiş olmasıdır. İmani aklı hakikat sahasının tek şahbazı olarak tanıtmaktadır.” Bu çok insaflı bir yargıdır. Üstad benim sorum şu: Kant gibi biri neden aklı tanıyamadı ve ona bir tavan-sınır belirledi, aklın tavanı olabilir mi?
Üstad Dînânî: Herkesin hakikatten belirli bir payı vardır. Kant büyük bir adamdır; ama büyük olması onun her şeye ulaştığının veya söylediği her şeyin doğru olduğunun delili değildir. Onun en büyük yanlışlarından biri aklın metafiziğe ulaşamayacağı sonucuna varmasıdır. Hâlbuki tam aksine metafizikten söz etmek aklın işidir.
Ben uzun zaman önce yine bu programda bir şey söylemiştim demiştim ki herkesin anlamını bildiği istiklal kelimesi, metafizik anlamı olan bir kelimedir. İnsanlar bunu bilmiyor. İstiklal kelimesinin anlamını metafizik olmadan anlayamayız. İstiklal, müstakil olmak ve bağlı olmamak demektir. Siz şu âlemde dağlardan, denizlerden tutun da galaksilere kadar bir şeye bağlı olmayan herhangi bir şey gösterebilir misiniz? Böyle bir şey bulunamaz.
Peki, müstakil olmak nerededir? Metafiziktedir; istiklal tabiatın ötesindedir. Akl-ı Evvel ve aklın kendisi müstakildir. Aklın mı bedene ihtiyacı var, bedenin mi akla ihtiyacı var?
Laricanî: Bedenin akla ihtiyacı var.
Üstad Dînânî: Aklın mı bu âleme ihtiyacı var, yoksa âlemin bu akla ihtiyacı var?
Laricanî: Âlem, aklın tecellisidir.
Üstad Dînânî: İşte bu kadar. O halde akıl müstakildir. Aklın kendisi metafiziğe özgüdür. Bakın, Kant ne kadar büyük bir yanlış yapmıştır. O, “aklın metafiziğe yolu yoktur” diyor. Neden? Çünkü o, aklı maddi bir şey olarak görüyor ve akıl maddi olduğu için de metafiziğe ulaşamayacağını düşünüyor. Hâlbuki akıl metafizikseldir. Akıl fiziksel bir şey değildir, aklın ağırlığı yoktur, uzunluğu, genişliği yoktur.
Aklın zamanı yoktur, akıl zamanı anlayan bir şeydir. Akıl zamanı anladığına göre zaman aklı değil, akıl zamanı kuşatır. Aklın mekânı yoktur, doğulu da batılı da değildir. Zamanın ve mekânın üstünde olan bir şey fiziki olamaz, metafizikseldir.
Evet, Kant büyük bir filozoftur. Batı’da Kant’tan sonraki tüm filozoflar şu ya da bu şekilde Kant’ın etkisindedir. Kant bir dönüm noktasıdır. Ben Kant’ın büyüklüğünü sorgulayamam. Ama benim ona şu itirazı yapma hakkım var: Beyefendi akıl fiziksel bir şey değil ki metafiziğe yolu olmasın. Aklın kendisi metafizikseldir. Metafizikten bahsedebilecek olan sadece aklın kendisidir. Bu büyük bir yanlıştır, büyük insanların yanlışlığı da büyük olabiliyor. Hangi filozofun yanlışı yok ki? Ama şunu diyebiliriz, İbn Sînâ nerede, Doğu’nun ve Batı’nın filozofları nerede!
Laricanî: Kitabınızda daha sonra şöyle diyorsunuz: Onun görüşüne göre ârif, kendi düşüncesini kullanarak “kuds-i ceberrut”a ulaşan ve kendi “sırr-ı süveydâ”sında, Hakk’ın nurunun işrâkından faydalanan kimseye denir.
Üstad Dînânî: İdrak, aklın mülküdür. Akıl idraktir ve idrak belirli bir hiyerarşi içerisinde “sırr-ı süveydâ”dan, “kuds-ı ceberût”a kadar gidebilir. Bu da aklın işidir.
Laricanî: Ebû Ali Sînâ irfana, felsefeye, dine ne kadar büyük hizmette bulunmuş.
Üstad Dînânî: İbn Sînâ, irfana anlam verdi.
Laricanî: Daha sonra da ‘‘Ârifin en iyi gıdası Hakk’ın nurudur’’ diyor.
Üstad Dînânî: Keşke sülûk vadisine veya irfana adım atanlar, gidip İbn Sînâ’dan bir kurs alsalar ve ondan sonra bu alana girseler.
Laricanî: Gerçekten de öyle, en azından Tenbihât ve İşârât’ı okumaları lazımdır. Kitabınızda daha sonra şöyle diyorsunuz: “İbn Sînâ’ya göre ârif şahıs, hem yaratıcı düşünceye her zaman muhtaçtır ve yaratıcı düşünce olmaksızın Hakk’ın nurunun istişrâkı makamına asla ulaşamayacaktır. Bu da onun akli irfan veya akli sülûk diye bahsettiği şeydir. İbn Sînâ şunu bilmektedir ki doğru ve bütünlüklü düşünme mutlak arayışı olmaksızın mümkün değildir.’’
Üstad Dînânî: Evet, bu çok önemli; zira insan eğer “mutlak”ı hedef edinmezse düşünsel bütünlüğü birbirine girer.
Laricanî: Evet, kitabınızın şu bölümünde de çok ilginç bir şey söylüyor ve şöyle diyorsunuz: Doğrusu İbn Sînâ’nın açıklamalarından şu anlaşılıyor. İbn Sînâ’nın düşüncelerinin derinliklerine varamayan kimseler, irfan ile felsefe arasında ayrılık olduğunu düşünenler, irfana da felsefeye de büyük bir insafsızlık yapıyorlar. Bundan daha büyük bir cefa olamaz! Bu büyük ârif filozofun irfani meselelerle ilgili söz konusu ettiği şeyler, kendi felsefesinin başına koyduğu bir altın taçtır. Hâlbuki durum çok daha başkadır. İbn Sînâ felsefesi ve düşüncesi, irfanın, kelamın ve bu alandaki tüm marifet öğretilerinin tacıdır.
Üstad Dînânî: Bakınız, filozof olup da irfandan nasibi olmayan kimseler, felsefeyi bütünüyle dünyevileştiriyorlar. Böylece felsefe kupkuru oluyor ve ölüyor. Ârif olup da felsefeden ve akletmeden nasipsiz olanlar ise yollarını kaybediyorlar. Ne dediklerini bilmiyorlar, ölçüye sahip değiller.
Doğru yol İbn Sînâ’nın yoludur. Felsefe, hedef tayin ederek gerçek ve mutlak manaya ulaşmaya çalışmalı ve nihayetinde de irfana varmalıdır. Doğru yol budur, bunların arasını açmak her ikisini de ortadan kaldırmaktır; bu hem irfanı ortadan kaldırır hem de felsefeyi.
Molla Sadrâ’nın felsefesinin irfanla iç içe olduğunu görüyoruz. O aslında İbn Sînâ’nın takipçisidir. Molla Sadrâ, İbn Sînâ’nın gerçek bir takipçisidir. O, İbn Sînâ’nın gittiği yoldan gitmiştir. Aynı şekilde Şeyh-i İşrâk (Sühreverdî) da İbn Sînâ’nın gittiği yoldan gitmiştir.
Laricanî: Ama İbn Sînâ’dan çok az alıntı yapıyor.
Üstad Dînânî: Hayır, bazen yapıyor ama ‘‘ben İbn Sînâ’nın takipçisiyim’’ demek istemiyor. Ama gerçek anlamda onun takipçisidir.
Laricanî: Sarih müşahede ile irfani akıl arasındaki ilişkinin ne olduğunu da bir sonraki programa bırakalım. Programımızın süresi bitti. Bir sonraki programda görüşmek dileğiyle hoşça kalın.
Medya Şafak