İnsan Nefsine Neden ‘‘Nâtıka’’ Deniyor? İbn Sina Dersleri (9)

"Din, sanat ve felsefe, insanlığın en üstün idrak mertebeleridir. Tabii ki bilimin de yeri başkadır. Biz burada bilimi küçük görmüyoruz fakat felsefe daha üstten bakıyor, bilim ise deney ve tecrübe düzeyinden. Sonuçta deneyi de muteber sayan yine akıldır. Dolayısıyla akıl mutlak hâkimdir."
GİRİŞ: 21.07.2022 12:41      GÜNCELLEME: 21.07.2022 12:41
Rasthaber -  İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.

Laubali biri ilim defterini ne yapsın

Sevdalı bir âşık vaaz ve nasihat dinlemez

Gözün faydası sevgiliyi görmesidir

Eğer onu görmüyorsa görmenin ne faydası var?

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Takip ettiğiniz üzere bugün İbn Sînâ açısından ‘‘nefs-i nâtıka’’yı ele alacağız. Bu son derece önemli ve hassas konuya sizler de çok ilgi gösteriyordunuz, biz de bugün bu konuyu üstadımızın açıklamalarından yararlanarak öğreneceğiz.

Üstad bugünkü programda neden ‘‘nefs-i nâtıka’’ diyoruz? diye sorarak biraz bu ‘‘nâtıka’’ ile ilgili konuşmak istiyorum. İzin verirseniz ben İbn Sînâ’dan bir cümle okuyayım: Şeyhu’r-Reis, Tuhfe adlı risalesinde şöyle buyuruyor: “İnsandaki ‘nutkiye’ kuvveti, işlevsiz ve kullanışsız bir durumda değildir. ‘Nutkiye’ kuvvetinden sâdır olan fiiller, ilahi feyiz ve bağışın ulaşması ile mümkün olmaktadır. Zira ulvi ve süfli âlemlerde, varlıklardaki kemâl Hak Tebarek ve Teâlâ’nın feyiz ve bağışının vasıtasıyladır. Böylece varlıklar arasında bir varlık Allah’ın geniş rahmetinden mahrum kalmış ve Hak Teâlâ’nın feyzinden istifade edememişse eksiklik onun kendisinden kaynaklanıyor demektir.”   

Bu, çok müthiş bir cümle, buyurun Üstad.

Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm, evet, çok sarsıcı bir cümle. En temel meselelerden biri ‘‘nefs-i nâtıka’’ konusudur. Neden ‘‘nefs-i nâtıka’’ deniyor, diye çok güzel bir soru sordunuz. Bundan açıkça anlaşılıyor ki ‘‘nefs-i nâtıka’’nın karşısında bir de nâtıka olmayan nefis bulunmaktadır. Hayvanlar da nefse sahiptir. Hatta kimilerine göre bitkiler bitkisel (nebati) bir nefse, hayvanlar hayvani bir nefse sahiptirler ama onların nefsi ‘‘nâtıka’’ değildir.

Hayvanların nefsi nâtıka değildir, hayvanların sesi vardır ama nutku yoktur. Tabii bir papağana veya bir maymuna belirli bir düzeyde belki bir şeyler öğretilebilir. Papağanlar birtakım şeyleri taklit ederek öğrenip söyleyebilirler ama bu ‘‘nutuk’’ (konuşma) değildir. ‘‘Nutuk’’ kelimesinin üzerinde durmak gerekiyor. Nutkun mutlaka lafız ile olması gerekmez. İnsanın lafızlar, kelimeler söylediği doğrudur. Kelimeler seslerden oluşuyor, sesler kelimeleri, kelimeler cümleleri oluşturuyor ve anlam ortaya çıkıyor. Fakat bütün bunlar düşünce olmaksızın olmaz.

Yani sesleri anlamlı bir bütün haline getiren düşüncedir. Dolayısıyla “nutuk”, içinde anlam barındıran lafızdır. Bu durum hayvanlarda, cansızlarda veya bitkilerde yoktur. Ben öğrencilerime bazen ‘‘anlam nedir’’ diye soruyorum. Onlar da çoğu zaman benim kelime anlamını sorduğumu sanıyorlar. Ben ise onlara sözlük anlamı sormadığımı söylüyorum. Evet, her kelimenin bir anlamı vardır ve onun anlamı için de sözlüğe bakılır. Fakat anlamın kendisi nedir?

Anlam nedir, nereden geliyor? İşte “nutuk” dediğimiz şey anlamdır. Zuhur edip dille söylenince lafız olarak ortaya çıkıyor. İnsanın dili olmasa ya da dili olmakla birlikte yaşadığı bir sorun yüzünden konuşamasa bile yine de ‘‘nâtık’’tır. Çünkü anlamı kavramaktadır ve içinde nefsî bir kelâma sahiptir. İnsan dile getiremiyor olsa bile anlamlar insanın zihnindedir. Nutuk sadece sesten ibaret değildir; nutuk anlamdır.

Peki, bu anlam nereden geliyor? İnsanların çoğu anlamın ne olduğunu bildiğini düşünür. Onların yanılgısı, anlamın bir kelimenin sözlükteki karşılığı olduğunu düşünmelerindendir. Peki, ama o anlam nereden geliyor? Anlam başka bir âlemdendir. Mühmel değildir. İbn Sînâ’nın söylediği çok önemlidir: İnsanın nâtıka gücü mühmel değildir. Peki, mühmel olmaması ne demektir? İnsanın daima nutuk halinde olması demektir.

Eğer nutuk, sadece konuşmak demek olsaydı, insan her zaman konuşmuyor ki. Mesela insan uyurken konuşmuyor, insan zamanın büyük bölümünden suskundur. Fakat insan konuşmuyor diye nâtık değil midir? Hayır, insan daima nâtıktır ve hatta yatarken bile nutuk halindedir. İnsan bazen yatarken de düşünür. Dolayısıyla nâtıka kuvvetinin mühmel olmaması demek, onun hiçbir zaman durmaması ve çalışmaz durumda olmaması demektir.

Kelimeler sınırlıdır ama anlam sınırlı değildir. Bakınız İbn Sînâ “nutuk kuvveti mühmel değildir” derken ne kadar önemli bir şey söylüyor. İnsan daima düşünce halindedir. Nutuk düşüncedir, bilinçtir; bilinç sese ve kelimeye dökülünce karşı taraf da onu duyuyor. Mesela, Allah’ın velileri mana âlemiyle irtibatlı olduğundan sizin içinizi okuyarak ne kadar sözünüzün olduğunu görüyorlar.

Allah’ın velileri mana âlemiyle konuşur. Nitekim vahiy de budur; mana âleminden Hz. Peygamber’e ulaşmaktadır. İbn Sînâ’nın tabiriyle nutuk kuvveti mühmel değildir, insan daima nutuk halindedir. Yani bilinç insanda daima vardır. Peki, bilinç nedir?

İnsan bilinçli bir varlıktır. Bilinç hiçbir zaman boş durmaz. Allah da hiçbir zaman boş durmaz; bilinç Hak Teâlâ’nın mazharıdır. Ayrıca bilinç de bilinç doğurur. Biz bazen sessiz kalabiliriz, bazen konuşmayabiliriz veya uyuyabiliriz ama bilinç daima faaldir. Şimdi artık 9 felek ve 10 aklın bir anlamı yoktur ama eski filozoflar, onuncu aklı “akl-ı faal” diye nitelemiştir.

Ben her aklın “faal” olduğunu düşünüyorum. Tabii elbette insanın faal olmadığı zamanları da vardır fakat akıl faaldir. Aklın faal olması demek aklın her zaman çalışıyor olması demektir. Daha önceki programlarda da söylediğimiz gibi bilinç mutlak hâkimdir. Bu âlemde bilinçle hareket eden tek varlık insandır ve her şey üzerinde hükümran olan bilinçtir.

Kimileri gücün sadece kılıçtan ibaret olduğunu düşünüyor. Hâlbuki Napolyon gibi hikmetten çok da anlamayan biri, güzel bir söz söylemiştir. O demiştir ki “Güç iki şeydedir: Kılıçta ve akılda.” Fakat uzun vadede daima akıl kılıca galip gelir. O halde akıl her şeye galiptir.

Sonuç itibariyle İbn Sînâ’nın nutuk diye bahsettiği şey bilinçtir. Bilinç nedir, konusuna geçen programlarda değinmiştik. Bilinç daima başkasına açıktır. Yani bilincin kapısı hiçbir zaman kapanmaz, her zaman dışarıya açıktır ve her zaman da başkasına yöneliktir. Ben bir örnek vererek bunu izleyicilerimize açıklamaya çalışayım.

İnsanı tanımak için fotoğrafını çekmek istediğinizde bedenin değil yüzünün fotoğrafını çekersiniz. Bir insan en iyi yüzüyle tanınır. Peki, yüz neden bu kadar önemlidir, yukarıda olduğu için mi? Hayır. Yüz önemlidir, çünkü insanın dışarıya dair bilgilerine açılan menfezlerinin çoğu insanın yüzündedir. Göz, kulak, burun, tat alma uzvu dil gibi duyu organları yüzdedir. Dokunma ise zaten tüm bedene yayılmıştır. Yani beş duyunun dördü yüzdedir. Dolayısıyla temel bilgiye açılan tüm menfezler yüzde bulunmaktadır. İşte bu sebeple yüz önemlidir.

Laricanî: Lokman Sûresi 22. âyette şöyle deniyor: “Kim iyilik yaparak yüzünü Allah'a teslim ederse elbette en sağlam kulpa yapışmıştır.”

Üstad Dînânî: Bravo, işte budur! Yani tüm bu bilgiye açılan menfezler Hak Teâlâ’ya hizmette olmalıdır. Duyu organları dışarıdan bilgiyi toplar, akıl da bunları dışarı yönlendirir böylece dış dünyaya ilişkin bilgi edinilir. İnsanı, diğer canlılardan ayıran ve onu diğer varlıklara üstün kılan özelliği bilgisidir. Duyu organları akılla birlikte çalışmazsa onu anlamlandıramaz.

İnsanın bilincinin mertebeleri his, hayal, vehim, hiss-i müşterek ve akıldır. Bazı filozoflara göre bizim sahip olduğumuz bilgiler arasında üç şey üstün makamda bulunmaktadır. Bunlardan biri dindir. Din, bilgide yüksek bir makama sahiptir. Yani bir kimse yüksek bir bilince sahipse dini anlıyor. Bilinç düzeyi aşağı olanlar dini anlamıyorlar. Burada tekvinî durumdan söz etmiyorum. Tekvinî anlamda tüm varlıklar, taşlar bile Allah’ı tesbih eder. Teşriî anlamdaki bilinçten bahsediyorum.

Bir diğeri sanattır. Varlıklar arasında sanatçı olan sadece insandır. Tabii bal arısının, örümceğin vs. yuvasını sanatsal bir şekilde yaptığı doğrudur ama bunlar içgüdüseldir. Yani arı veya örümcek başka türlü yapmayı bilmez. Yani bunlar bir milyon yıldır aynı şekilde yapıyorlar. Fakat sanatçı insan, her an başka bir sanat yapıyor. Mesela bir oyuncu, her oyunda farklı bir rolde ve farklı bir şekilde oynar. Bir ressam veya müzisyen de aynı şekilde her seferinde farklı eser ortaya koyar.

Evet din ve sanattan sonra üçüncü idrak da felsefedir. Felsefe bir kavrayıştır, bilimle farkı nedir? Bilim belirli bir düzeyde tecrübedir, deneydir. Bilim, laboratuvarda bakar, gözlemleriyle deney yapar ve netice çıkarır. Felsefe de tecrübeden istifade eder, görmekten, işitmekten, koklamaktan vs. yararlanır fakat daha yukarı bir düzeye çıkar.

Din, sanat ve felsefe, insanlığın en üstün idrak mertebeleridir. Tabii ki bilimin de yeri başkadır. Biz burada bilimi küçük görmüyoruz fakat felsefe daha üstten bakıyor, bilim ise deney ve tecrübe düzeyinden. Sonuçta deneyi de muteber sayan yine akıldır. Dolayısıyla akıl mutlak hâkimdir.

Laricanî: Üstad kısa bir aradan sonra devam edelim.

*** 

Üstad, nutuk kuvveti üzerine konuşuyorduk. İbn Sînâ bu konuda şöyle buyuruyor: “Nutuk kuvvetinden sâdır olan fiiller, ilahi feyiz ve bağışla mümkündür.”

Üstad Dînânî: Daha önce de arz ettiğimiz gibi nutuk, insanın ayırt edici özelliğidir. Nutkun anlamı da demek, söylemek veya konuşmaktır. Ben burada bir örnek vermek istiyorum. ‘‘Söylemek’’ ile ‘‘söylenmiş’’ kelimeleri hem dil bilgisi açısından hem de anlam açısından birbirinden farklıdır. Dilbilgisi açısından “söylemek” mastardır, “söylenmiş” ise onun türevidir. Anlam açısından ise “söylenmiş” kayda geçmiş, bitmiş, tamamlanmıştır. “Söylemek” ise kayda geçmemiştir.

Söylemek önemlidir, tabii söylemek eğer söz olarak ortaya çıkmamışsa yani söylenmemişse zuhur etmemiştir. Peki, neden söylemek, söylenmişten daha önemlidir? Söylenmiş olan söylendiği anda bitmiştir, dosyası kapanmıştır ve artık sizin elinizden çıkmıştır. Yani sizin dilinizden çıktığı anda artık o sizin değildir. Yani söze, yazıya veya kitaba dönüşmüş, başkasına ulaşmıştır ve artık sizde değildir. Ayrıca “söylenmiş” olan şey sınırlıdır.

“Söylemek” ise sınırı olan bir şey değildir. İnsan bedeni ölümlü olsa da nefs-i nâtıka, soyut (mücerred) ve ölümsüzdür. Eğer ölümsüz ise o zaman söyleyeceği vardır ve nâtıkadır. Söylenmiş olan bitmiş, tamamlanmış ve sınırlıdır; “söylemek” ise bitimli bir şey değildir. İşte bu yüzden “söylemek” daha önemlidir. Söz, söylemenin tecellisidir.

İnsan “söylemek”tir. Beden arızidir, biter, yok olur, çürür, toprak olur. Ama “nefs-i nâtıka” nutuktur. Nefs-i nâtıka “lehu’n-nutk değil huve’n nutk”tur. Yani nefs-i nâtıka nutuk sahibi demek değildir, nutkun, düşüncenin kendisidir. Nutkun “söylemek” (goften) olduğunu belirtmiştik. Söylemek, tamamlanan, biten bir şey değildir.    

Sizin ve benim, varlığımızın hakikati “söylemek”tir. Bizim bedenimiz çürüyüp yok olacak ama “söylemek” yok olacak bir şey değildir. Her insan bir “söylemek”tir. “Söylemek” ise bitişi olan bir şey değildir. “Nâtıka” diyorlar ama nefis, “nutuktur”. “Zat, müştaktan mahuz değildir” yani “Öz, türevden çıkmaz”. Şimdi bu usuli felsefi bahse girmeyeceğim. Örneğin; ‘‘Allah âlimdir’’ demek, “O, ilmin ta kendisidir” demektir. Yani O’nun ilmi ayrı, zatı ayrı değildir. Aynı şekilde ‘‘nefis nâtıktır’’ demek de, “nefis ayrı, nutuk ise ona ârız olan, eklenen ayrı bir şeydir” demek değildir.

İnsan nutuk, nutuk da “söylemek” olduğuna göre söylemek tamamlanan bir şey değildir, sonsuzdur. Ancak söylenmiş olan şeyler sınırlıdır. Buradan şu sonuca varıyoruz. “Söylemek” ebedi ve sonsuz ise, ebedilik ve sonsuzluk nereye bağlıdır? Elbette Hak Tebarek ve Teâlâ’ya... Hakiki ve mutlak ebedilik Hak Tebarek ve Teâlâ’dır. Nutuk da Hak Teâlâ’ya ve O’nun ilmine bağlıdır. Allah sonsuzdur, söylemek de sonsuzdur. Anlam ise söylemekten gelmektedir. Anlamı sözlüklerden bulamazsınız; sözlüklerde bulduğunuz şey bir dildeki bir kelimenin bir başka dildeki tercümesidir. Anlamın esası nerededir? Anlamın esası nutuktur. Nutuk söylemektir, söylemek de ebedi ve sonsuzdur. Bu sonsuzluk da Hak Teâlâ’nın sonsuzluğuna bağlıdır.

Laricanî: İbn Sînâ, bu risalenin bir başka yerinde bu konuya işaret ediyor ve diyor ki: “Allah bu nutukla diğer varlıklarla da konuşuyor.”

Üstad Dînânî: Evet, sonuçta bu tekvin dilidir.   

Laricanî: Peki Mevlânâ neden “Keşke varlığın dili olsaydı” diyor. Hâlbuki varlığın dili var.

Üstad Dînânî: Mevlânâ, varlık derken “mevcûd”dan bahsediyor. “Mevcûd” ile “vücûd” farklıdır. “Vücûd” yani Varlık dildir; zaten söz Varlığın dilidir. Konuşan “vücud”dur (Varlık), yani bir “mevcûd” olan ben konuştuğumda aslında konuşan “vücûd”dur. “Söylemek”e sahip olan biz değiliz, bize sahip olan “söylemek”tir. Söylemek sonsuzdur, bizler ise sınırlıyız. Peki, bu söz nereden geliyor? Bilemiyoruz, bir yerden geliyor. İbn Sînâ’nın “nutuk mühmel değildir” sözü bakın ne kadar anlamlıdır. Dil, Varlığın (vücûd) dilidir, konuşan her “mevcûd”, Varlığın (vücûd) diliyle konuşmaktadır.

Laricanî: Mevlânâ da çok güzel söylüyor diyor ki:

Ân nédayî k’asl-é her bang u nevast

Khod néda ân est u în baqi sédast

O, öyle bir sestir ki her sesin ve nağmenin aslıdır

Kendisi nidâdır (ses) geri kalanı sedâdır (aksisedâ).

Üstad Dînânî: Bravo evet, “nidâ” ve “sedâ”yı biliyorsunuz. Nidâ asıldır, sedâ ise onun yankısıdır. Yani bizler o asıl sesin yankılarıyız. Mesela dağlık bir yere veya kubbeli bir yere gidip seslendiğinizde sesiniz yankı yapar, size geri gelir. Buradaki sedâ, nidânın yankısıdır. Asıl nidâ bizde yankılanıyor, biz onu yansıtıyoruz. Yani siz konuştuğunuz zaman içinizi yansıtıyorsunuz. Nidâ sizin içinizde tınlar ve siz de o nidâyı sedâyla dışa yansıtırsınız. Yani bizler papağan gibi içimizdeki o tınlamayı yansıtırız. O bâtıni ses bize ait değildir.

Laricanî: İzin verirseniz okumaya devam edeyim. İbn Sînâ bu risalede şunu vurguluyor: İnsan eğer ilim ve marifette kemâle ulaşırsa, iyi ameller yapmakta eksikleri ve kusurları olsa bile sonuçta yine de kurtuluşa erecektir. Çünkü onun melekeleri ve nefsi bilgisidir ve onun asli dili de yaratılışın dilidir.

Üstad Dînânî: Ne kadar güzel söylüyor! O, ilme ulaştığı için amellerinde kusur olsa bile onun ilmi bunu telafi ediyor. Amelleri tam olsa ama bilinci ve bilgisi olmasa ne işe yarar? Hiç... İşte bu yüzden İbn Sînâ bilgiyi esas kabul ediyor.

Laricanî: Tövbenin kabul edilme şartı da budur zaten.

Üstad Dînânî: Evet, bilinç olmasa hiçbir şey yoktur; daha önce de arz ettiğimiz gibi bilinç, mutlak hâkimdir. Nefs-i nâtıka zaten bilinçtir.

Laricanî: Siz de kitabınızda şöyle diyorsunuz: Burada söylenenler dikkate alındığında şu açıkça anlaşılıyor ki Şeyhu’r-Reis Ebû Ali Sînâ, ilim ve marifete büyük bir önem veriyor, bilinci ve ilmi saadetin esası olarak kabul ediyor. O, şunu çok iyi biliyor: et-Tergibu’l İddia kitabında “alîm, hekîm, habîr” isimlerine çok büyük bir önem vermiştir. İnsan bu isim ve sıfatların mazharı olabilir.

Üstad Dînânî: Kimileri ‘‘ilim mi yoksa amel mi daha faziletlidir’’ diye tartışırken Ebû Ali Sînâ bin yıl önce bunun cevabını vermiştir. Son asrın en önemli filozoflarından Martin Heidegger de bilinç ve ilim üzerinde çok durmuştur. Ben izlemedim ama duyduğuma göre ona galiba bir televizyon programında şöyle soruyorlar: “Üstad, filozoflar âlemi tanıma iddiasında bulundular ve buna çalıştılar. Ama Karl Marks geldi ve yeni bir iddia ortaya koyarak, ‘Filozoflar dünyayı tanımak istediler; biz ise dünyayı değiştirmek istiyoruz’ dedi.” O, bu örneği vererek ve amelin, ilimden daha öncelikli olduğunu vurgulayarak Heidegger’i tariz etmek istemişti.

Heidegger, bu soru üzerine çok anlamlı bir cevap vererek “Evet, bu da bir görüştür” demişti. Yani soruyu soran şahıs, eylemin düşünceden daha önemli olduğunu söylemek istemişti. Heidegger ise onun da bir görüş olduğunu söyleyerek sonuçta eylemin bir görüşe dayandığına dikkat çekmişti. Yani eğer düşünce yoksa eylem ne işe yarar? Dolayısıyla görüş ve bilgi her zaman eylemden daha önceliklidir.

Laricanî: Ayrıca şöyle diyor: “Ve ben biliyorum ki nefs-i nâtıkanın gıdası, Allah’ın ‘alîm, hekîm ve habîr’ isimleridir.”

Üstad Dînânî: Beden gıda ister, ekmek ve su ister; nefs-i nâtıka da “Alîm, Hekîm, Habîr ve Lâtîf” ister.

Laricanî: İbn Sînâ, Ziyaeddin Durri tarafından Farsçaya tercüme edilen ‘‘Tergib-i Dua’’ adlı bir diğer risalesinde şöyle diyor. “Kim kendini evliya zümresi içine katmak diler ve Hak Tebarek ve Teâlâ’ya ulaşma konusunda yiğitçe kendini göstermek isterse çaba gösterip nefs-i nâtıkasını gökteki güneş gibi parlatmalı, kendini Hak Tebarek ve Teâlâ’nın isimleriyle donatmalıdır. Böylece Allah’ın yüce isimleriyle ihtiyaçlarını giderip, vesveselerini ve şeytani hayallerini ortadan kaldırmalı, kalbini de zikir ve virdle aydınlatmalıdır. Gaflet uykusundan uyanarak fikrini, zikrine galip kılmalıdır.”

Ne kadar ilginç, o burada zikre bile bir yön veriyor.

Üstad Dînânî: Fikir, zikirden önce gelir. Fikir olmadan zikir ne işe yarar ki?

Laricanî: Şöyle devam ediyor: “Çoğunlukla düşük seviyeli insanların ahlakı olan kuru ve fikirden yoksun zikirden sakınmalıdır.”

Üstad Dînânî: Bakın, bunu biz söylemiyoruz! İşte Şeyhu’r-Reis Ebû Ali Sînâ söylüyor! Sayın Laricanî, zikrin lafızla ortaya çıktığı doğrudur. Yani zikrin olması için lafız gereklidir, bunda hiç şüphe yok. Ama zikrin kelime anlamı “tezekkür”dür; yani hatırlama demektir. Yani zikirde eğer dikkat yoksa o zikir, zikir değildir.

Laricanî: Allah’ın isimlerine de çok olağanüstü bir değer veriyor ve şöyle diyor: “Herkes, Allah’ın isimlerini dile getirmeye layık değildir. Bu, haddinden fazla temizlik ve dikkat gerektiriyor ve fikrî, ilahi bir iş yapmaya teşne olmayı gerektiriyor.”

Üstad Dînânî: İbn Sînâ’nın bu sözleri çok az okunmuştur. Çoğunlukla İbn Sînâ’nın Şifa kitabı okunuyor; hâlbuki bunların da okunması lazım.

Laricanî: Kimileri bir şeyler söyler ama onların sözü yüreklerinden taşmıyor. İbn Sînâ’nın sözleri ise onun yüreğinden taşıyor. Çok güzel bir sohbet oldu, Yüce Allah’ın isimleriyle de sona erdi. Bir sonraki programda devam ederiz.

Yeni bir programda buluşuncaya dek, hoşça kalın.


Medya Şafak

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM