Küçük Lina, daha beş yaşında, karanlığa dönük yüzünde
gözyaşları kurumuş izlerle, sessizce inliyordu. "Anne... Karnım...
Ağrıyor..." Kelimeler, nefesinin zayıf titreşimi kadar hafifti. Yusuf,
yedi yaşında ama gözlerinde yaşının çok ötesinde bir yorgunluk, kız kardeşini
sıkıca sarmıştı. "Uyu Lina, uyu," diye fısıldıyordu, sesi kendi
açlığının titremesiyle kırılıyor. "Sabah olunca... Bir şeyler buluruz
belki..." Ama bu 'belki'nin artık hiçbir ağırlığı kalmamıştı. Sabahlar hep
aynı boşlukla, aynı umutsuzlukla geliyordu.
Zehra, çocuklarının bedenlerindeki değişimi her gün bir
bıçak gibi hissediyordu. Yusuf'un bir zamanlar dolgun olan yanakları çökmüş,
gözleri devleşmişti. Lina'nın minik kolları, bir kuş tüyünden daha narin
görünüyordu. Kemikleri, incecik derinin altında birer sırtan gibi belirgindi.
Uyku, açlığın keskin dişlerine yenik düşüyordu. Göz kapakları ağırlaşır gibi
olur, sonra midelerinin korkunç krampları, korku dolu rüyaları ya da sadece
boşluğun verdiği ıstırap onları yeniden uyandırırdı.
"Anne... Ekmek?" Lina'nın gözleri aniden
açıldı, bulanık bir umutla baktı. Zehra'nın yüreği paramparça oldu. Mutfak
bomboştu. Son bir avuç pirinç, üç gün önce bitmişti. Komşu kadının gizlice
uzattığı birkaç hurma dün tükenmişti. Rafa baktı. Toz. Boşluk. Hiçlik.
"Yakında gelir kızım, yardım gelir," diye
mırıldandı Zehra, sesi boğazında düğümlenerek. Aynı cümleyi kaç kez
tekrarlamıştı? Kaç kez sokakta kamyon sesi duyduklarında pencerelere koşmuş,
kalpleri umutla çarpmış, sonra o sesler uzaklaşıp gittiğinde birbirlerine
bakakalmışlardı? Yardım, bir efsane gibiydi; herkes duymuştu, kimse görmemişti.
Ya da çok azı, çok seyrek...
Yusuf, battaniyenin altında kıvrıldı. "Anne, ben...
eskiden okula giderken... o sıcak çorbaları hatırlıyor musun? Mercimek
çorbası..." Sesinde özlem ve tarifsiz bir acı vardı. Zehra gözlerini
kapadı. Kokusu burnuna geldi, sıcaklığını, doyuruculuğunu hatırladı. Şimdi o
anılar bile bir işkenceydi. Bir zamanların normali, şimdi ulaşılmaz bir lükstü.
Dışarıda, yıkık bir binanın gölgesinde, başka bir çocuğun
uzun, tiz ağlama sesi duyuldu. Sonra aniden kesildi. Ya bitkinlikten uykuya
dalmıştı ya da... Zehra düşünmek bile istemedi. Gazze'nin her köşesinde, her
evde, her battaniyenin altında aynı sessiz çığlık yükseliyordu: *"Açlıktan
perişanız. Çocuklar uyuyamıyor, yiyecek istiyorlar."*
Lina yeniden huzursuzca kıpırdandı. Zehra, kızını kucağına
aldı. Hafifliği korkutucuydu. Bir kuş kadar hafif. Sırtını sıvazlamaya başladı,
eski bir ninniyi mırıldanarak: "Uyu ya habibi, uyu... Rüzgar eser, bulut
ağlar... Ama sabah güneşi doğar..." Ninninin sözleri boğazında takılı
kaldı. Sabah güneşi ne getirecekti? Bir kez daha boş market raflarını mı? Bir
kez daha çocuklarının gözlerindeki umutsuz soruyu mu?
Pençe gibi açlık, Yusuf'un da bedenini kavradı. Karnına
bastırdı, dişlerini sıktı, gözyaşlarını içine akıttı. Zehra bir elini oğluna
uzattı, saçlarını okşadı. Dokunuşu, verebileceği tek şeydi. Yiyecek yoktu. İlaç
yoktu. Güvenlik yoktu. Sadece bu sonsuz bekleyiş ve açlığın kemiren sessizliği
vardı.
Gökyüzüne, yıldızların soğuk ışığına baktı. Dünya ne kadar
geniş, ne kadar bolluk içindeydi. Ve Gazze'nin bu küçük köşesinde, bir anne,
çocuklarının basit bir ekmek parçası için bile ölümle burun buruna yaşadığını
biliyordu. İçinde, yıkık evlerin, paramparça yolların, sessizleşmiş oyun
alanlarının ötesine, okyanusların, kıtaların ötesine ulaşacak bir çığlık
yükseldi. *Duyun bizi!* diye haykırmak istedi. *Görün bizi! Çocuklarım aç!
Çocuklarım uyuyamıyor! Çocuklarım ölüyor!*
Ama sesi sadece Gazze'nin ağır, tozlu gece havasında
kayboldu. Lina, bitkinlikten nihayet huzursuz bir uykuya daldı, küçük yüzünde
acı çizgileriyle. Yusuf gözlerini kapamıştı, ama göz kapakları hızla
titriyordu, açlık dolu kabuslarla boğuşuyordu. Zehra, onları tuttu, battaniyeyi
daha sıkı sardı. Gece uzundu. Açlık hiç durmuyordu. Ve dünyanın sessizliği,
bombalardan bile daha yıkıcıydı
*Bir anne olarak yalvarıyorum:* Çocuklarımızın karnını
doyurmak için bir parça ekmeğimiz yok. Sesimizi duyun. Bu suskunluğu kırın.
İnsanlığınızı hatırlayın.