Ayetullah Humeyni,
Ayetullah Mutaharri, Ayetullah Talegani, Beheşti, Ayetullah Hamaney, ve daha
niceleri minberin hakkını veren ve adabını asla bozmayan büyük alimlerdi.
Onların her biri yine bu adabı koruyan ve yücelten yine büyük alimler
tarafından yetiştirildiler.
Yıllar önce bende böyle
bir kişinin minberinin dibinde oturduğumu hiç unutmam. O zamanın siyasi
gündeminde oluşup da minberde her bahsi geçen konu ve konuları o kadar güzel
örneklerle anlatıyordu ki, her konuşmasına hayran kalmıştım ve bende bambaşka
ufuklar açmış okumaya araştırmaya ve öğrenmeye yönelik müthiş bir heyecan
oluşturmuştu. Ahmet Sabri Hamedani, Valide Han minberinde çok enerjik ve güzel
konuşuyor Azeri lehçesinin tüm cilvesi ile beni ve arkadaşlarımı mest ediyordu.
Konuşmasının arkasında çok güçlü duygular ve devrim ruhu vardı. Tarihe ve
Kerbela’ya yönelik sözleri tiyatral ve bir hava taşıyor ve olayları adeta üç
boyutlu gerçek enstantaneler gibi gözlerimizin önünde canlandırıyordu. Hiçbir
kimseyi aşağılamaz, agresif ve ar niyetli soruları bile karşısındakinin mantığı
içinde anlam bulacak şekilde ilmî cedel ile cevaplar verirdi. Kürsüde asla
takiye yapmaz maslahatı öncelemezdi. Her gelen insan ile birebir ilişki kurar
ve onun dünyasında anlam oluşturabilecek sözleri de sohbetine eklerdi. Bu yüzden
Vali-de Han hiçbir Şii mescidinde olmadığı kadar Sünni gençler ile doluydu. Bu
yüzden burası teşeyyü yolunun bu coğrafyadaki tek durağı oldu.
Devrim önderlerinin ve
büyük alim ve müçtehitlerin hitabet sanatını icra etmedeki üstün başarısını çok
iyi yansıttığına şahidim ve bu mescidin eski müdavimlerinden birçoğu da şahit
olmuştur.
İslam devriminin oluştuğu
zamanlarda alimler minbere adım adım çıkarlardı. Mahalle mescitlerinde kılınan
namazdan tutun köylerdeki ve şehirlerdeki minberlere kadar bu böyleydi. Bu
adımlar insanları daha iyi tanımanın, onların sorunlarını çözmenin ve daha
ölçülü kürsülere hazırlanmanın emin adımlarıydı. Şehirlerde daha çok bilgi
edinmek, yavaş yavaş tanınmak ve ulusal düzeyde yeterli olabilmek için yerel ve
mahalle kürsüleriyle başladılar. Ev toplantıları arasında, Nehcü'l-Belağa şerhi
ve birkaç ciltlik Kur'an tefsirlerinden dersler yapar ve bu mecliste sorulara
kendi ilim ve çıkarımları ile verdikleri cevaplar ile uzmanlaşırlardı.
Birkaç alim bir sohbette bir arada iseler
birinin yaptığı hatayı asla yüzüne vurmaz ve ilmi ve estetik bir müdahale ile
hissettirmeden düzeltirlerdi.
Bütün bunlar
konuşmacıların doğruluğunu artırdı, tevazularını artırdı samimiyetlerini ikiye
katladı ve tüm bunlar onları öyle bir yeteneğe ulaştırdı ki İran halkına rol
model olabilecekleri bir yeteneğe ulaştılar.
Bu, meselenin sadece bir
yönüydü, tamamı değil. Zamanın gereklerine göre din bilgilerini öğrenmek ve
ilim hazinelerine eklemeleri minber ehlinin sürekli işlerinden biriydi. O
yıllarda her hafta tanınmış bir vaizin evinde minber toplantıları yapılır o zaman
için halka ne söylenip ne söylenmeyeceği tartışılır ve fikir birliğine
varılırdı.
Yani, kendi aralarında
hiçbir otorite tarafından dikte ettirilmeden kendi sonuçlarına ulaştılar.
Elbette bazen büyük müçtehit ve alem alimler, alimlerin onurlarının ve
karakterlerinin bunu böyle yapmaları gerektirdiğini tavsiye ediyorlardı ve bu
da sürekli değil, ara sıra oluyordu.
Üstelik bazen durumlar
tam tersi oluyor ve onlar büyüklere adabınca öğütler veriyorlardı. Her alim
kendi ilim seviyesi konusunda tevazu sahibiydiler ve kendilerini yetersiz
gördüklerinde ya da ilimlerine ve takvalarına saygı duydukları başka alimleri
kendi kürsülerine davet ederdi. Bunu günümüzdeki adet haline gelmiş bir
reverans ile kibarlık olsun diye yapmıyorlardı.
İlimleri, takvaları ve
tarihi bilgileri yanında edebiyat ehli idiler. Her bir kürsü ehli minber sahibi
Şiir ehli idiler. Devrim vaizleri ve minber ehli özellikle edebi ve şiirsel
hazinelerden oluşan kapsamlı bir kütüphaneye sahip olan kişilerdi ve şiir ezberleme
konusunda şaşırtıcı bir hafızaları vardı.
Konuşmanın arasına
Hafızdan, Şirazi’den ve Fars Edebiyatının kıymetli şairlerinden beyitler,
şiirler ekleyerek konuşmalarına güzellik katarlardı. Öyle ki İran Devriminin bu
naif, takvalı ve ilmi seviyesi yüksek hitabetleri tekrar tekrar Tahran
Radyosundan yayınlanır, gazetelerde neşredilir, kasetler ile çoğaltılarak
evlerde, dükkanlarda sokaklarda dinlenirdi.
O yıllarda bir grup
alimin ve devrim önderlerinin kürsüden yaptığı konuşmaların yayımlanması,
onların rivayete, ilme, akla, hatta örf ve adetlere ne kadar önem verdiklerini
göstermektedir. Bugün için bile hâlâ bu konuşmalar vaizlerin, kürsü
konuşmalarında önemli bir kaynak olarak değerlerini korumaktadır. Bunların
dışında minber ehlinin samimiyeti, inancı, imanı ve vakarının da işlerin
ilerlemesinde, kitlelerin hidayetinde ve toplumda fesat ve günahın azalmasında
önemli etkiye sahipti.
Hitabetlerinde olduğu
gibi yaşamlarında da ilmi, irfanı, ahlakı ve samimiyeti o kadar dengeli bir
şekilde birleştirdiler ki bugün bile onların bu işleri hayranlık ile
anılıyorlar. Kendilerini Ehl-i Beyt'in sofrasının misafiri olarak görüp
sofranın kaplarına yapıştılar ve sofra sahibinin kutsallığının korunması
gerektiğini söylediler ve emeklerinin Ehl-i Beyt'in ayaklarının altına feda
olacağını iyi biliyorlardı. Dolayısıyla yarım asırdan fazla kürsüye çıkan ve
ulusal düzeyde vaaz veren ulemanın hiçbirinin olumsuz bir hassasiyet
uyandırdığını hatırlamıyorum.
Devrime ve insanlığa
katkı sağlayan ve hidayetlere vesile olan minber ehlinin hepsine Allah rahmet
eylesin.
Bugün kendi mektebi
coğrafyamız da böyle alimlerin eksikliğini hisseder olduk. Özellikle son
günlerde kürsüleri işgal etmiş, adap, usul bilmeyen, patavatsız, ölçüsüz ve
zamane otoritelerine payanda olmuş ve onların ağzı ile konuşan dengesiz aba
sahipleri maalesef ki gündemimizi işgal ediyorlar.
Minberin adabını ve
onurunu ihlal eden bu şahıslar çevrelerine topladıkları kendi gibi fanatik ve
durum değerlendirmesi ve maslahat gözetemeyen kitleler tarafından destekleniyor
pohpohlanıyor. Siyasi otorite bunların piyon olma özelliklerini iyi bildiklerinden
ellerinde bir kukla gibi oynatıp faydalanıyor.
Sa’lebi, Fahr-u Razi ve
diğer Sünni müfessirlerin rivayet ettiğine göre, Peygamber (saa) rüya aleminde
Beni Ümeyye’nin maymunlar şeklinde kendi minberine çıkıp indiğini gördü,
Cebrail bunun üzerine
"Hani sana demiştik
ki: "Rabbin gerçekten insanları kuşatmıştır. " Sonra sana göstermiş
olduğumuz rüyayı sadece insanlar için bir imtihan kıldık. Kur’an’da lanetlenmiş
olan ağacı da. Biz onları korkutuyoruz ama bu, onlara büyük bir azgınlık
vermekten başka bir şeyi artırmıyor." (İsra 60) ayetini nazil etti.
Bu rüyadaki kişilerin
kimler olduğunu İmamlarımız, alim ve müçtehitler tafsilatlı bir şekilde
anlatıyorlar. Ancak biz bunları okuyup “Beni Ümeyye” deyip geçeriz fakat
onların o minberlerdeki misyonu nasıl çarpıtıp değiştirdiklerini fazlaca
yorumlamaz ve hep bir kavme yönelik algılarız.
Ancak buradaki kavim bu
duruma zihniyetleri sebebiyle düşmüş ve öyle anılmışlardır.
Bu zihniyet sadece bu
kavme özgü bir zihniyet değildir. Minberin misyonunu ihlal eden herkes için
geçerlidir.
Peygamber (saa) o
minberde duruşu, adabı ve ahlakı ve takvası ile tebliğ ettiği İslam’ın yüce
değer ve kaidelerini gönüllere aktarıyordu. Eğer bugün için Şii olsun Sünni
olsun bu duruşu, adabı ve ahlak ve takva ile akıl ve ilmi vasfını ihlal eden
kim varsa Beni Ümeyye’nin düştüğü duruma düşer ve o “habis” zihniyetin bir
parçası olur. Hiç kimse kendini ırkı ile, dahil olduğu mezhep, mektep ile ve
tarafı olduğu inanç ile garantide görüp müstağni görmemelidir. Abanın ve
kürsünün kibrine kapılıp bir anda kendini habis zihniyetin çukurunda pek âlâ
bulabilir. Tarih ve Kur’an anlatıları böyle hikayeler ile doludur. Bu yüzden benzer durumda olan insanları bu
mektep dışlayıp ihraç etmelidir. Yoksa mektebin ve mensuplarının konumları hiç
farkında olmadan Beni Ümeyye’nin konumunu bile aşar duruma gelebilir. Kitabı
yüceltmenin de ayaklar arasına fırlatmanın arasında çok ince bir çizgi vardır.
Bazen mızraklara gerip yükseklere kaldırmak aslında ayak altına sermek
demektir. Maazallah…