İsrail ablukası altındaki Gazze’yi cehenneme çeviren savaşın
ardında jeopolitik birtakım hesaplar olduğuna dair farklı kaynaklarda çeşitli
iddialar okuyor, dinliyoruz:
-Savaşın ardında İsrail’in Doğu Akdeniz’deki doğalgaz
havzasında tek yetkili olma arzusunun yattığını, hatta Gazze’de bir tür etnik
temizliğe girişmesinin arkasında da bölgenin hemen batısındaki doğal gaz
yataklarına yönelik hesaplarının olduğunu dile getirenler var.
-Kimine göre Avrupa’yı enerjide Rusya’ya bağımlılıktan
tamamen kopartma gibi bir planın parçası bu yaşananlar.
-Savaşın ardında, İsrail’in Süveyş’i saf dışı ederek küresel
enerji ve ticarete yeni güzergâh çizeceğini düşündüğü Ben Gurion Kanalı’nı
hayata geçirme düşüncesi olduğuna inananlar da var.
-Savaşa yol açan kışkırtmaların temelinde İsrail’in Hayfa
Bayport limanının işletmesini Doğu Akdeniz'deki dengeleri sarsıcı bir biçimde
gelişme Çin’e (Shanghai International Port Group - SIPG) vermesine şiddetle
karşı çıkan ABD’nin olduğunu ileri sürenler de var. Limanın Çinlilerce
istihbarat amaçlı kullanılabileceği gerekçesiyle İsrail’i uyaran ve 6. Filo'nun
bir daha bu limana demirlemeyeceği uyarısında bulunan ABD’nin istediği sonucu
alamayınca Tel Aviv yönetimini tamamen vassallaştırma hedefine böyle bir planla
yürüyeceğine inanıyorlar.
Kuşkusuz, devletlerin coğrafi özellikleriyle siyasetleri
arasındaki ilişkileri inceleyen bir disiplin olarak jeopolitik, küresel güç
ilişkilerini anlamada çok önemli. Neticede devletlerin jeopolitik konumları
onların tehdit ve çıkarlarını belirliyor. Dolayısıyla Ortadoğu’daki hemen her
krizde olduğu gibi bunda da tarafların pozisyonlarını jeopolitik konumları üzerinden
okumak şart. Böyle bakınca, yukarıda sıraladığım savların aslında çoğunun
belirli ölçülerde doğruluk payları içerdiğinden söz etmek mümkün. Hatta buna
başka savlar da ilave edilebilir.
Ancak, jeopolitik okumalar bölgesel ve küresel ölçekteki
siyasi hegemonya mücadelesinin sadece bir boyutu. Hegemonik başatlık mücadelesi
söz konusu olduğunda başka okumalara da ihtiyaç duyuluyor. Özellikle de
uluslararası sistem bugünkü gibi ağır seyreden bir kabuk değiştirme sancısı
yaşıyorsa. Malum, bu köşede çok uzun zamandır bu değişimin işaretlerini,
ipuçlarını ortaya koymaya çalışıyorum. Ve görebildiğim kadarıyla bu son
yaşadıklarımız yukarıda sıraladığım jeopolitik hesapların ötesinde dinamikler
içeriyor.
Peki ne oluyor tam olarak ve bu savaşın ardında hangi temel
gerekçe(ler) yatıyor?
Aslında, bu soruya tutarlı bir cevap geliştirme yolunda çok
önemli bir gelişme geçen ağustos ayında meydana geldi. 22-24 Ağustos tarihleri
arasında Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ev sahipliğinde Johannesburg’de
düzenlenen 15. BRICS zirvesinde gerçekleşen bu kritik gelişme aslında çok şey
anlatan bir gelişmeydi. Zirvede, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap
Emirlikleri, Etiyopya ve Arjantin’in 1 Ocak 2024 tarihinden itibaren BRICS’e
tam üye statüsüyle resmen dahil olacakları açıklanıyordu.
Söz konusu altı ülkeden dördünü bir kez daha yazayım:
İran, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri…
Bir anlamda, Orta Doğu’nun en güçlü 4 ülkesi 1 Ocak’tan
itibaren Rusya ve Çin ile birlikte “aynı yolun yolcusu” olacaklardı açıklamaya
göre. Kim bu ülkeler, bir daha ifade edelim:
-İsrail’in topraklarını dönem dönem işgal ettiği ya da yoğun
şekilde bombaladığı Suriye ve Lübnan’la müttefiklik ilişkisi içinde olan İran…
-İran ile, Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin 1980'de Kahire’ye
sığınmasıyla kopan ilişkilerini yeniden tesis etme çabasındaki Mısır…
-Azılı hasmı İran ile ilişkilerini Rusya ve Çin’in arabuluculuğuyla
normalleştirme anlaşması imzalayan Suudi Arabistan…
-Yedi yıllık bir aradan sonra İran ile ilişkileri yeniden
tesis etmeye karar veren ve Hindistan ile ticari alışverişini dolar yerine rupi
ile yapmaya başlayan Birleşik Arap Emirlikleri….
BRICS’te yaşanan ve Washington’un tadını epeyce kaçıran bu
gelişme bize çok şey söylüyor. Artık kırktan fazla ülkenin üyesi olduğu BRICS
ile modern tarihte ilk kez olarak Kolektif Batı’nın temsilcisi sayılabilecek
ülkelerin katılımı olmaksınız böylesine geniş çaplı bir birlik oluşturuluyor.
Ama iş orda da kalmıyor. Ortada, ABD’nin “benim Ortadoğu’daki müttefikim”
dediği Arap ülkelerinin, “düşmanım” dediği İran ile aynı safta buluşması gibi
bir durum da var. İsrail ile müttefik Amerikan neocon’ları görüyorlar ki bölge ülkeleri
hamlelerini senkron bir biçimde “İran ile normalleşme” ve ilişkileri geliştirme
doğrultusunda yapıyorlar. Hangi İran ile?
Uranyum zenginleştirme programıyla İsrail'i bölgede nükleer
silaha sahip ülke konumda yalnız bırakmama gayreti içinde gördükleri İran ile.
Bu, onlar için kabul edilemez, yenilip yutulamaz bir durum.
Gazze
Özetle, kişisel kanaatim, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve
zaman zaman Lübnan ile Suriye’ye de taşırdığı savaşın merkezinde aslında
BRICS’teki bu son gelişmenin de altını bir kez daha çizdiği üzere “İran
meselesi” olduğu yönünde.
“Biz düşmanlık bitti demeden bitmez,” diye düşünen
Washington yönetimi olaya muhtemelen şöyle bakıyor:
“İran’ı provoke etme tempomuzu artıralım ki o da bize kritik
ülke altyapılarını vurabilmemiz ve uzun süre toparlanamaz hale getirebilmemiz
için iyi kötü bir mazeret/gerekçe versin; böylece Beyaz Saray’da 2024 seçimleri
sonrası iş başına gelecek olası bir Cumhuriyetçi hükümetin Amerikan toplumunda
üretmekten imtina edeceği toplumsal rızayı biz şimdiden tesis etmiş olalım.
İran’ı vuramazsak bile onun bölgedeki uzantılarını vurarak
ve bölgeyi uzunca bir süre istikrarsızlaştırarak Arapların İran ile
yürüttükleri normalleşme sürecini duraklatabilir ve bölgedeki ‘müttefikimiz’
İslam ülkelerini yeniden arkamızda hızlandırabiliriz. Bize bu süreçte Avrupalı
‘vassallarımız’ da tam destek verirse Ukrayna’daki hüsranımızı uluslararası
kamuoyuna unutturacak sonuç da alabiliriz.”
Peki İran bu yemi yutar mı?
Rusya’nın Filistin (Hamas) ve İran ile 27 Ekim’de Moskova’da
yürüttüğü temaslardan da anlıyoruz ki yemi yutmak bir yana, sanki tuzağı
kendileri kurmuş gibi avcıyı avlama planı bile yapılıyor.
Böyle bir kapışmada askeri anlamda neler yaşanabilir tahmin
etmek zor. Bir ucunda ateşkesle tedricen yaşanacak bir yatışma ve barışın
bulunduğu, diğer ucunda III. Dünya Savaşı’nın olduğu seçenekler yelpazesi.
Hiçbir aktörün tek bir seçeneğe göre plan yapmadığı karmaşık bir durum. Şu an
için tek söyleyebileceğimiz, savaşın, tarafları ve onların destekçilerini, bu
meseleye hiç dahil olmayan bölge aktörleri de dahil olmak üzere, çok zor bir
duruma soktuğu ve silahların kısa sürede susmayacağı.
t24