İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (7): Cedel ve Münâzara Âdâbı

Örneğin göz, kulak münfail olurlar (etkilenirler). Ancak buradaki büyük dilemma şudur: İdrak, infial (etkilenme) değil, fiildir. Fiil olmadıkça, idrak de oluşmaz. İnfial esasında idrak değildir. İdrakin kendi zâtı, fiildir. Bu fiil de nefs-i natıkaya aittir. Nefs ile beden arasındaki fark, burada ortaya çıkmaktadır.
GİRİŞ: 23.12.2023 10:41      GÜNCELLEME: 23.12.2023 10:41
Rasthaber -  Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Sevgili seyircilerimizi, aziz dostlarımızı ve Marifet programını samimiyetle takip eden değerli izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Hatırladığınız gibi Hakîm Feyz-i Kâşânî’nin düşüncelerinin gülşeninde geziniyor ve üstadımızın sırları çözen açıklamalarından faydalanıyorduk.

Bugün Feyz-i Kâşânî’nin El-Hakâik’inden kelâm ilmi, cedel ve münâzara âdabıyla ilgili bir pasaj seçtim:

“Cedel ve münâzarayı (tartışma) bir delil olarak görmem; bunların, kendilerine uymaktan başka bir çarenin bulunmadığı şartlarının ve âdâbının olmasından ileri gelir. Aynı zamanda cedel ve münazaranın, kendilerinden kaçınılması gereken birtakım âfetleri de bulunmaktadır. Bu âdâb ve âfâtı anlayabilen ve cedel ve münâzaranın gerekliliklerine uyabilme tevfkine erişen pek az kimse vardır. Zira cedel-i ahsen Kur’ân’ın, ‘en güzel şekilde’ yapılmasını emrettiği şeydir. En güzelin yolunda keskin olması gereken şey de kulak değil, zekâdır.”

 İşte o, sırrı bu sonuncu cümlede veriyor. Sonrasında şöyle devam ediyor:

“İmam Hasan El-Askerî (a.s.) şöyle buyuruyor: İmam Sâdık’ın (a.s.) huzurunda, din hakkındaki tartışmalar (cedel) giderek artmış, orada bulunanlardan birinin bunu dillendirmesi üzerine, İmam şu cevabı vermişti: ‘Allah, Kur’ân’da ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et’[1] diye buyurmuyor mu?”

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Diyalog, cedel, münâzara ve genel olarak kelâm ilmi hakkında çok güzel bir pasaj seçtiniz. Burada kelâm ilmini tanımlamamız gerekecektir. Kelâm ilminin ve mütekellimlerin amacı, sadece diyalog değildir. Bu bağlamda kelâm ilmi ile –sıkça karıştırıldığı– felsefe arasında birtakım farklılıklar söz konusudur. Filozof kimdir, mütekellim kimdir… Önce bunları izah edelim.

Daha önce de defalarca işaret ettiğim gibi, her dinin mütekellimleri (Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, vd.) vardır. Mütekellim, vahiy yoluyla indirilen dini –elbette ki burada vahyi kabul eden dinlerden söz ediyorum– müdafaa eden kimsedir. Söz konusu dinin peygamberi, bu vahyi alıp iblâğ ettiğinde, insanlar da gösterilen mucizelerin ya da başka faktörlerin etkisiyle o dini kabul ederler. Ne var ki, zamanla bu toplumlar (veya o dinin takipçilerinden bir grup) arasında birtakım şüpheler gündeme gelebilir. Mütekellimler tam da bu noktada, dini, ellerinden geldiğince burhânî ve rasyonel kılmaya çalışırlar. Örneğin tevhid, nübüvvet ve me‘âd-ahiret (yani dinin temel inanç esasları) hakkında aklî deliller ikame etmek için çabalarlar. Peki, mütekellimlerin filozoflardan farkı nedir? Bunların her ikisi de meseleleri yaklaşık olarak aynı şekilde ve üslupta beyan ederler. Şu farkla ki, filozof sadece burhanî bir yöntemi takip etmekte, cedeli (diyalektik) ve hitabı (retorik) merkeze almamaktadır. O, sadece burhâna (kesin akli kanıt) dayanmakta ve önceden belli bir şeyi ispatlama amacı taşımamaktadır; yani onun belli bir varsayımı yoktur ve burhânla gidebildiği yere kadar gider. Buna karşılık mütekellim, çok önceden neyi amaçladığını bilir; kabul edilmiş bir akideyi burhânî kılmaya çalışır. Filozof ile mütekellimin farkı işte buradadır. Elbette ki, bunlar bazı yerlerde ortak hareket ederler. Ancak her halükârda filozofun misyonu, mütekelliminkinden farklıdır. Bu arada bazı kimselerin bir açıdan filozof, başka bir açıdan mütekellim olması mümkündür. Bazen de ya sadece filozoftur kişi, ya da sadece mütekellim…

Lârîcânî: “Eğer doğru söylüyorsanız, burhanınızı getirin” minvalindeki âyetler, bu iki alandan hangisini daha çok esas alıyor?

Dînânî: Burhân burhândır. Onun aslı bu iki alana göre değişmez. Sadece bazen başka yöntemler izlemek gerekebilir, örneğin bir sebepten, burhânın faydalı olmayacağı yerlerde başka yöntemler devreye sokulabilir. Mesela, amacınız karşı tarafı susturmaksa, burada cedelden faydalanırsınız. Cedel nedir? İçeriğinde gerçekte doğru olmayan şeylerin de bulunabildiği, ancak karşı tarafın söz konusu içeriğe karşı çıkamadığı, bir cevap veremediği yöntemdir. Bu içerikler, havâs nezdindeki müsellemât (belli bir ilmî dalda, örneğin kelâm ve felsefe için konuşacaksak; bu iki alanın mütehassıslarının nezdinde genel olarak kabul görmüş ve yaygınlaşmış şeyler) olarak da adlandırılmaktadır. Cedelde amacınız, karşı tarafın bilmediği bir şeyi söylemeniz ve onu bu söylediğiniz şeye teslim olmak mecburiyetinde bırakmanızdır (her ne kadar söylediğiniz doğru olmasa da). Cedel, karşı tarafı –söylediğiniz şey gerçeğe uymasa bile– susturabilme maharetini sergilemenizdir. Burada kişinin akidesini ve bu bağlamda neyle susacağını önceden bilmeniz önemlidir. Gördüğünüz gibi, cedel, burhândan oldukça farklıdır. Burada mantığın bu konularını detaylandırmak niyetinde değilim; sadece Feyz’in sözlerini açıklamaya çalışıyorum.

Feyz-i Kâşânî’nin pasajındaki bu ifadeler, Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetine matuftur: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.’ Yani ilk aşamada, insanlarla hikmetli bir şekilde konuşmalıyız. Buradaki “hikmet”, burhânın kendisi olup, aynı zamanda gerçekçi olmayı imler. Demek ki, burhânımız gerçeğe dönük olmalıdır. O halde buradaki amacımız ikna etmek, susturmak vd. değildir; aksine burada sadece gerçeği söylemekle yükümlüyüz.

Akabinde âyet, güzel bir öğüdün de sonuç verici olabileceğini söylüyor. Tabii ki öğüdün de, bir taraftan güzel bir söz olup, diğer taraftan gerçeğe aykırı olabilmesi mümkündür. Veya o, karşı tarafı gayet ikna edici bir şey de olabilir. Yani kişi –söylenen söz her ne kadar bir burhân olmasa da– hitâbî yöntemle de ikna edilebilir, demektir bu.

Sonra âyet üçüncü aşamaya geçiyor ve gerektiği takdirde cedel yönteminin de kullanılabileceğinden söz ediyor. Ancak elbette ki bununla, her türlü düşmanca ve şeytanca mücadele kastediliyor değil. Aksine bu yol, en güzel yol ve bittabi en güzel mücadele olmak zorundadır.

Hemen burada âyetin neyi kastettiğini anlamak adına, bu en güzel yolun ne olduğunu biraz açalım isterseniz. İlk olarak, felsefede cedele yer olmadığını belirtmemiz gerekir; çünkü filozoflar cedel ehli kimseler değillerdir. Aynı zamanda nasihat ehli de… Onların işi sadece burhân iledir. Ne kadar burhân sunabildikleri de ayrı bir tartışma konusu tabii… Neticede, onların iddiası, burhân sunabildikleri yönünde. Buna karşılık bir mütekellimin izlediği yöntem, sadece burhânla sınırlı değildir. O, yeri geldiğinde karşı tarafı ikna etmek, razı etmek ya da susturmak gibi nedenlerden ötürü nasihate ve cedele de başvurur. Artık durum hangisini gerektiriyorsa… Neticede hangi amaç için yapılacak olursa olsun, bu yöntemlerin en güzel şekilde uygulanmaları gerekir (safsatavarî bir mücadeleyle değil tabii). Kur’ân burada kesinlikle mugalatayı meşru görmez. Yani karşı tarafı aldatmaktan ve yanıltmaktan kaçınılmalıdır. Bunları yapan, en güzel yöntemle mücadele etmiş olmaz. O halde en güzel şekilde mücadele etmek nedir? Doğal olarak cedelin, münâzaranın ve iki kişi arasında gerçekleşen diyaloğun belli şartları vardır. İslâm’da ve İslâm ahlâkında bunun için birtakım ölçüler ve kurallar belirlenmiştir. Eğer bu şartlara riayet edilirse, diyalog da son derece verimli olacaktır. Bunun tersi olarak, eğer bu kurallara riayet edilmezse, büyük âfetlere kapı aralanması işten bile değildir. Bazen bu diyaloglarda –ne yazık ki– karşı tarafın inadı ve taassubu daha da artıp had safhaya ulaşabilmekte, konuşmalar sadece bir zaman kaybı teşkil etmekte, taraflar ikna olmamakta, hatta diyaloğa bütünüyle dalâlet hâkim olabilmektedir. Evet, bunların da yaşandığını kabul etmek gerekiyor maalesef. Diyalogun kuralları ve şartları oldukça ağırdır.

Dinler sahasında bakacak olursak; dinler indirildiğinde, en azından ilk aşamalarda–henüz ortada kelâm diye bir ilim bulunmamaktaydı. Hz. Mûsâ (a.s.) peygamberlikle görevlendirildiğinde, halka sadece kendisine ineni tebliğ etmiş, keza Hz. İsâ da (a.s.) böyle yapmıştı. Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) risaletle memur kılındığında, kendisine indirilen Kur’ân’ı insanlara bildirmiş, onun Allah’ın kelâmı olduğunu söylemiştir. Bu aşamada, henüz “kelâmî” diyebileceğimiz türden bir mücadeleye rastlamıyoruz. Tabii ki hiçbir şey ilk dönemlerdeki gibi kalmadı ve ilerleyen asırlarda, halkın zihninde birtakım şüpheler belirmeye başladı veya birileri bu konuda özellikle suyu bulandırdı. Tıpkı şimdi de olduğu gibi… Her asırda her inanç için mutlaka birtakım şüpheler oluşmuş veya oluşturulmuştur. Mütekellimlerin, münâzara yöntemini kullanmaları ve muhalifleriyle diyalog kurmaları, işte bu koşullar altında gerçekleşmişti. Feyz-i Kâşânî, bu pasajda, diyalog ve münazaranın birtakım koşullarının olduğuna dikkat çekiyor.

Dünya çapında da baktığımızda, günümüz dünyasının artık bir diyalog dünyası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün kültürlerarası diyaloglara şahit olmaktayız. Günümüzün baskın ve egemen kültürleri, daha zayıf kültürleri boyunduruğu altına almaya çalışmaktadır. Bu güçler kendi kültürlerini genel, kapsamlı ve hâkim kültür olarak nitelendirirken, zayıf kültürlere “alt kültür” damgasını vurmaktadırlar. Diyalog da bu yaklaşımların ışığında ortaya çıkmaktadır. Bu noktada, diğer kültürler üzerinde hile ve zorbalıkla mı üstünlük kurmak gerekir, yoksa diyalog yolu tercih edilerek en güzel şekilde bir araya gelmek mi denenmeli? Burada önemli olan, sağlam temelleri esas alarak ılımlı bir şekilde bir araya gelmektir. Ve elbette ki, icabında cedel, burhân ve nasihat gibi yöntemlerden de faydalanılmalıdır. Yeri gelmişken, burada cedelin en güzel şekilde yapılması gerektiğine de ayrıca dikkat çekmek istiyorum. Bu son derece önemli çünkü…

Günümüzün modern felsefî alanlarından ya da kuramlarından biri olan fenomonoloji –ki günümüzde, hakkında pek çok incelemeler yapılmaktadır– bir düşünürün dilinde, “Dünya bir fenomenden ibarettir”e dönüşüyor. Fenomonoloji konusu, felsefe dünyasına Kant ile girmiştir.

Lârîcânî: Heidegger da bu konuda pek çok şey söylemiş.

Dînânî: Burada Kant başı çekiyor. Bu görüşü esas alanlara göre, gerçeklik, görünenden ötesi değildir. Evet, bu nihayetinde pek de kötü bir söz değil. Ancak ben bu söz üzerinden şu hakikate işaret etmek istiyorum: Fenomenoloji iddiasında olan ve fenomenolojik kuramları ve argümanları önceleyen bir kimse, insanı “gerçek” kılmak yerine, gerçekliği “insan”laştırmaya çalışmaktadır. Oysa bizler insanı mı gerçek kılmalıyız, yoksa gerçeği mi insanlaştırmalıyız?

Lârîcânî: İnsanın gerçek’leştirilmesi (gerçek kılınması) gerekir.

Dînânî: Eğer ilk olarak insanın kendisi gerçek kılınmazsa, gerçeklik dediğimiz şey de gerçeklik olmaz ki… İlk önce kendim gerçek olursam, asıl o zaman gerçeklikle karşı karşıya gelebilirim. Kendi gerçekliğimizi ispatlayamadığımızda, bu kez gerçeği insanlaştırmaya çalışırız. Bu sadece modern zamanlar için geçerli değil… Bilakis her zaman vardı… Bu yanlış tavrı aslında tüm insanlığın tarihi olarak görsek, abartmış olmayız, inanın.  

Lârîcânî: Üstad, bir başka önemli soru da şu: Günümüzde artık siyasal, ekonomik ve kültürel sınırların hemen hemen ortadan kalktığı bir çağda yaşıyoruz. Öyle ki, dünya artık bir “küresel köy”… Gelgelelim, insanların bunca fiziksel yakınlığına rağmen, arzu ettiğimiz diyalog ortamlarına pek az şahit oluyoruz. İki kardeş, anne-baba vd. aynı çatı altında yaşıyorlar lâkin aralarında bir diyalog yok. Hem de bunca iletişim imkânlarına ve araçlarına rağmen…

Feyz-i Kâşânî, biraz önce okuduğum pasajda, kulağın değil, aklın duyması gerektiğinden söz ediyordu. Eğer o akıl sağır olursa, kulağın duyması fayda etmez. Pasajın bu kısmına daha bir ağırlık vermenizi rica ediyorum, Üstad.

Dînânî: Çok güzel bir soru sordunuz ve aynı zamanda can alıcı bir noktaya dikkat çektiniz. Aslında iki tür kulak (duyma) söz konusudur: Beş duyu organımızın (göz, dil, kulak, burun, vd.) bir zâhirî boyutu vardır, bir de bâtınî boyutu… Bedende bu duyuların gözle görülebilir organları mevcuttur. Mezkûr organların bu zâhirî boyutu, salt infialden (etkilenmek) ibarettir. Örneğin göz, kulak münfail olurlar (etkilenirler). Ancak buradaki büyük dilemma şudur: İdrak, infial (etkilenme) değil, fiildir. Fiil olmadıkça, idrak de oluşmaz. İnfial esasında idrak değildir. İdrakin kendi zâtı, fiildir. Bu fiil de nefs-i natıkaya aittir. Nefs ile beden arasındaki fark, burada ortaya çıkmaktadır. Bizler bu sebeple insanın, nefs-i natıkasının olduğunu söylüyoruz. O olmasaydı, insanda bir et yığınından başka ne görürdük ki? Evet, gözümüz ve kulağımız olmazsa, göremez ve işitemeyiz. Buna bağlı olarak infial de gerçekleşmez. Fakat infialin henüz idrak olmadığını da bilmemiz gerekir. Göz ve kulak etkilenir. Fiil olan şey, nefstir ve o da akıl ve bilinçtir. Yalnızca “akıllı bir kulak” değil, “akıllı bir göz”, “akıllı bir dil (tatma duyusu)” de lazımdır insana… Bu beş duyunun her biri “akıllı-bilinçli” olursa, sağlıklı bir şekilde idrak etmiş olur. Akıllılık ve bilinçlilik, nefsin işidir. Bildiğiniz üzere, eşeğin kulakları bir hayli uzundur, öyle değil mi? Peki, kulakları uzun diye, daha mı iyi duyduğu ve anladığı anlamına geliyor bu? Onun kulakları, insanınkinden daha uzun. Demek istediğim; sadece akıllı olan kulak kulaktır, başkası değil… Diğer türlüsünün yalnızca infiali vardır. Akıllılık, kulağın derûnu ve bâtınıdır. Bu söylediğim, tüm duyu organları için geçerlidir; yani onların her birinin bir de bâtınları vardır. Bunların hepsi zâhirde bir şeyleri duyumsamaktadır, evet. Lâkin eğer nefsin faaliyeti olmazsa, bunlar duyumsadıkları şeylere anlam veremezler. Siz ve bendeniz bugün bu stüdyoya geldik, değil mi? Evimizden buraya gelene kadar, neler gördük? Gördüğümüz her şeye illa ki tamı tamına odaklanarak bakmamışızdır. Yalnızca görmek istediklerimize odaklandık belki… Birçok şeyi görmüş olsak da, aslında hiç görmemiş gibi olduk. Kısacası bizler etrafımızda sürekli bir şeyler görürüz, ancak ne var ki bunları aslında “akıllıca” (kendisine aklın eşlik ettiği bir görme ile) görmemişizdir. Bizler gördüklerimizin içinde yalnızca görmek istediklerimize odaklanıyoruz; bunların dışında kalanı ise adeta hiç görmemiş gibiyiz. Bir nevi, Kur’ân’ın ifadesiyle, “Onların gözleri vardır, görmezler, kulakları vardır, işitmezler.” İşte, bu görüş ve duyuş, biraz önce izah ettiğim nefsin faaliyetiyle gerçekleşen bir görüş ve duyuş değildir. İnsanın gözleri var görmüyor, kulakları var duymuyor. Hakikatten kulağına çalınan şeyler ise, bir sesten ötesi değil. Kulağımıza birçok ses gelir. Her gün kulağımıza ne sesler geliyor, öyle değil mi? Kulağımıza ulaşan bu seslerin bir anlamı vardır. Kulak zarımızı titreştiren bu sesler, gerçekte havaya yayılmış dalgalar ve frekanslardır. Bu bahsettiğim şey, tabiattır. Fakat onların her birinin bir anlamı vardı, öyle değil mi? İşte o anlamlara artık “tabiat” diyemeyiz. Zaman, tabiatın eserlerini soldurur, yaşlandırır ya da yok eder. Peki, buna karşılık, milyarlarca yıl geçecek olsa, anlamları yok edebilir veya değiştirebilir mi? Hayır. “Anlam” dediğimiz şey, eskiyebilir mi? O halde burada, duyduğumuz şeylerin bir ses ve tabiat olduklarını, dış faktörlerden etkilendiklerini ve zamanla yok olduklarını bilmemiz gerekir. Ancak anlam, hiçbir zaman solmaz ve eskimez. Zaman, anlamı alt edebilecek bir rakip değildir. Dolayısıyla, “duymak” dediğimiz eylem, sadece sesleri duymaktan ibaret olmamalıdır. Eğer bizler anlamlara odaklanırsak, bu odaklanış, kulağın akıllılığı demek olacaktır. Feyz-i Kâşânî’nin de dikkat çekmek istediği şey budur.

Lârîcânî: Feyz-i Kâşânî’nin sözleri ayrı bir güzel, sizin açıklamalarınız da yine ayrı bir güzeldi gerçekten. Öyle anlaşılıyor ki, bu letafet (kulakların akıllılığı) bizim bilgi felsefemizin kayıp halkası… Yani bu incelik, yalnızca cedelde, kelâmda ve münâzarada riayet edilmesi gereken bir incelik değil. Bunun hayatımızın her alanında olması gerekir.

Dînânî: Gerçek gözlere ve kulaklara sahip olmayanlar, hiçbir şeyi olması gerektiği gibi algılayamazlar. Nehir ile bataklığı gözünüzün önüne getirin. Her ikisinde de su vardır, öyle değil mi? Ancak nehirdeki su akarken, bataklıktaki su durgundur. Eğer bir kimse tefekkürde de böylesine durgun olursa, yerinde sayar ve tıpkı bataklıktaki o su gibi, akacak bir yer bulamaz. Eğer fikir cereyan bulur, anlamayı amaçlar ve bunun sancısını çekerse, bir nehir oluverir. O halde insan nehir mi olmalıdır, bataklık mı? Nehir olmak ve akmak için, fikrin cereyanı gerekir; fikrin akışı için de akıllıca görmek ve işitmek gerekir. Fikrimiz nasıl cârî (akan) ve sârî (sirayet edici) olur peki? Doğru görmek ve duymakla. Doğru görür ve doğru işitirsek, doğruyu da söylemiş oluruz. İşte, fikir böyle akıp gider ve siz de görkemli bir nehir olursunuz. Eğer doğru söylemez, doğru işitmez ve doğru görmezseniz, bataklıktan ve durgun bir sudan başka bir şey olamazsınız.

Lârîcânî: Biraz önce söylediğiniz idrak konusu gerçekten çok önemliydi. Eğer insanın fikir sahasını şeytanlar istilâ ederse –ki ne yazık ki bu gibiler günümüzde bir hayli fazla– onun Rahmanî bir idrakten nasibi olmaz.

Dînânî: Günümüz felsefesinin kaydettiği bir diğer önemli gelişme de, bilginin ne olduğuna odaklanmasıdır. Yani bilinmesi gereken şey, aslında bilginin kendisi ve ne olduğudur. Günümüzde epistemolojiye büyük bir yönelim var. Ancak bu olumlu adımın yanında, bir de epistemolojiyi ontolojiden ayırmak gibi bir hataya da düşüldü ki, şimdilik bu konuya girmek istemiyorum. Daha epistemolojide bile işin içinden çıkamadılar ve pek çok meseleye bir çözüm bulamadılar! Epistemolojide envai çeşit kuram var. Günümüz felsefe dünyasının en büyük hatası, epistemoloji ile bilim felsefesini bilimden koparmalarıdır. Hâlbuki bunlar birbirlerinden ayrılmamalıydılar ve geçmişte de ayrılmamışlardı. Felsefenin her zaman bilimle birlikte yürümesi gerekir. Bilim bugün nasıl baş döndürücü bir hızla ilerliyorsa, felsefe de ona aynı hızda eşlik etmelidir. Buradan şu konuya gelmek istiyorum: Feyz-i Kâşânî’nin vurguladığı akıllılık konusuna… Bugün başını doğa bilimlerinin çektiği bilim dünyası, duyusal verilere dayanmaktadır. Bu bilimlerin amacı, doğayı laboratuvara taşımaktır. Felsefenin işi ise, nazardır. Nazar ne demektir? Derinleşmek ve aklî istidlâldir. Aklın, duyusal şeylere itina ettiği doğrudur; ancak o hiçbir zaman bunlarla sınırlı kalmaz. Akıl istese de duyu ve deneyle sınırlı kalamaz. O bunları alır; ancak aldıktan sonra bunlarda hapsolmaz ve ilerler. Hem de öyle ilerilere gider ki… Bu verileri nazar ve istidlâl makamına götürür: Nazar-ı mahz. Özetle nazar, aslında her zaman duyusal verilerle bir aradaydı. Ancak bilimin hâkim olduğu günümüz dünyasında ne yazık ki, nazarî şeylerle yani salt nazarın ve akılcılığın neticeleri ile duyusal veriler arasındaki mesafe giderek arttı. Bu mesafenin tarihte bir örneği ve benzeri görülmemiştir.

Lârîcânî: Yani onların deyimiyle “fizik ile metafizik arasındaki uçurum”…

Dînânî: Evet. Sokrates, Aristoteles gibi kadim düşünürlerin nezdinde, akılcı nazarî neticeler ile duyusal veriler birbirlerine oldukça yakındı. Bunları yeniden birbirine yaklaştırmaya çalışmak, artık eskisi kadar kolay değil. Sizin de belirttiğiniz gibi, onlar metafiziği görmezden gelmek istiyorlar. Bu görmezden geliş, onlara bir fayda sağlamadı. Şimdi ise bu kör kuyudan nasıl çıkabileceklerini hesaplıyorlar.

Velhâsıl, metafizik bir kenara itildiğinde, fizik de anlamını yitiriyor; dahası hiçbir meseleyi tek başına çözmeye yetmiyor. Metafizik olmaksızın hiçbir problemi çözmek mümkün değildir. İddia ediyorum, eğer metafizik olmazsa, siz tek bir kelime dahi söyleyemezsiniz. Hangi sözcüğü söylerseniz söyleyin, o bir şekilde metafiziğe uzanır. Metafizik ortadan kaldırılıyor ve fizik yine fizikle çözülmeye çalışılıyor. Pek çok sorun da buradan doğdu zaten.

Lârîcânî: Birbirlerine nâmahrem de oldular. Bunca çekişme ve çelişki… Sanki aralarında çok köklü bir sorun varmış gibi yansıtılıyor sürekli.

Dînânî: Evet, birbirlerine yabancılaştırıldılar. Hâlbuki yapılması gereken, onları yeniden bir araya getirmektir.

Lârîcânî: Bu bağ koparıldı.

Dînânî: Biraz önce de söylediğiniz gibi, dünya global bir köy oldu. Yani mekân adeta ortadan kaldırılmış gibi… Bugün pek çok iletişim aracı sayesinde, dünyadaki herkes, en uzak noktadaki yakınlarıyla haberleşebilirken, bir açıdan da oldukça uzaklaştılar birbirlerinden. Eskiden köylerde herkes birbirini tanırdı. Şimdilerde ise, uzun yıllardır yan yana yaşayan iki komşu dahi birbirini tanımıyor. Kısacası tüm bu gelişmelere rağmen ne yazık ki kalpler, duygular ve düşünceler hâlâ birbirine yakın değil.

Lârîcânî: Dünyayı gerçek dışı bir yer hâle getirdiler…

Dînânî: Kesinlikle öyle! Yapılan tam olarak bu. İnsanı gerçek kılmak yerine, gerçeği insanlaştırmaya çalıştılar. Ve tabii ki insanları da parça parça kıldılar. Bireycilik aldı başını gitti. Artık herkes kendi içine dönmüş. Hiç kimse, diğerini düşünmüyor. Diğerkâmlık dediğimiz meziyet, neredeyse ortadan kalktı. Burada aklıma çok dehşetengiz bir hadis geldi: “Müslümanların dertlerini önemsemeden sabahlayan bir kimse, Müslüman değildir.” Bunu daha da genellemek mümkün: İnsanların meseleleriyle ilgilenmeyen bir kimse insan değildir. Başkalarının sorunlarını önemsemeyen, insanlık dairesinden de çıkmış oluyor aslında.

Lârîcânî: Gerçekten çok güzeldi.

Feyz-i Kâşânî de hakikaten çok zarif bir şahsiyet. İrfânın, felsefenin ve dinin inceliklerini ne de güzel bir araya getirmiş... O bir gazelinde de şunları terennüm etmiş. İnşallah ilerleyen programlarımızda ondan bir gazeli işlememiz de nasip olur:

Senin aklın benim rehberimdir

Lütfun yaverimdir

Aklım senin ilâcındandır

Elim senin huzûrundandır

Buradaki “ilâç” ya da “içecek” –ki kelimenin bir diğer anlamı buna da işaret ediyor– metafiziğin kendisi herhalde.

Dînânî: Elbette… O ilâç ya da içecek Hakk’tandır. Hakk’ın bu ilâcı ya da içeceği eğer aklımıza ulaşırsa ve biz de akıllı olursak, bunun kendisi başlı başına bir ilâç olacaktır zaten. Akıllılık ne kadar da güzel bir şey, öyle değil mi? Âlemde anlamaktan daha büyük bir haz yok. Tatmak, yemek vd. dilin ya da tatma duyusunun hazzıdır. Gözün hazzı da, güzel bir manzaradır. Tüm bunlara karşılık aklın hazzı mı daha yücedir, gözlerin hazzı mı?

Lârîcânî: Aklın hazzı…

Dînânî: Elbette ki, akılcılığın hazzını (ya da akılcı hazları) algılayabilenler için bu böyledir. Akıl nasıl ki görmekten, duymaktan, tatmaktan vd. daha yüce ise, onun hazzı da yine aynı şekilde duyu organlarının hazlarından yücedir. Aklânî haz daimî ve oldukça kapsamlıdır. Hem keyfiyet hem de kemiyyet açısından… O kesinlikle sınırlı değildir.

Lârîcânî: Kesintiye de uğramaz.

Dînânî: Onun dışında duyumsadığımız her haz, gelip geçicidir ve bir gün mutlaka sona erecektir. Hatta eğer sürekli tekrarlanırsa, usandırıcı bile olabilmekte.

Lârîcânî: Feyz-i Kâşânî’nin El-Hakâik adlı eserinde haz konusu da ele alınmış. Bu vesileyle aziz izleyicilerimize, bunu ilerleyen programlarımızda ele alacağımıza dair sözümüzü de vermiş olalım.

Programımızın başında okuduğum pasajda o kadar incelik var ki… Ne yazık ki vaktimiz oldukça kısıtlı ve bu kuralların hepsini bugün yetiştirebilecek miyiz, bilemiyorum.

O, ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et’ âyetinden sonra şu hususlara yer veriyor:

“Âkil ve âlim kimseler cedel-i ahsene yönelmişler ve başkalarına da bunu emretmişlerdir. Şahsiyetlerin zedelendiği ve tarafların küçük düşürüldüğü bir cedel, Allah’ın Şiîlere haram kıldığı bir cedel olmanın yanında, kesinlikle ‘en iyi mücadele yöntemi’ de değildir.”

Dînânî: Kısacası hedefiniz karşı tarafı küçük düşürmek, onun onurunu kırmak ve ona töhmette bulunmak olmamalı. Esasında bunların hepsi haramdır da.

Lârîcânî: Ayrıca gösteriş de yapmamalıyız.

Dînânî: Cedel-i ahsen, karşı tarafa hakkı söylemek ve onun bunu anlamasını sağlamaktır. Elbette ki, karşı taraf da uyması gerekenlere uymalı, muhatabını iyi bir şekilde dinlemelidir. Ne yazık ki bunlara fazla uyulmuyor. Kişi bazen karşı tarafı dinler gibi görünüyor, fakat aslında zihnindekilere esirdir ve bunların dışına çıkmak niyetinde de değildir. Bunlar kesinlikle her iki tarafın da riayet etmesi gereken şeyler. Tek taraflı uygulanamaz ki zaten… Diyalog Filozofu Nasîrüddîn Tûsî adlı kitabımda, diyaloğun kurallarına değinmiştim. O büyük filozof Tûsî, bunlara gerçekten riayet etmiş bir şahsiyetti ve gerçek bir diyalog ehliydi. Bizler diyalog yöntemini Tûsî’den öğrenmeliyiz. Ve tabii ki temel kaynaklarımız olan Kur’ân’dan ve rivayetlerden…

Lârîcânî: Ve şöyle devam ediyor:

“Allah, Peygamber’ine (s.a.a.), mantık ve burhân ehli olmayanlara ve kendisini küçük düşürmek isteyenlere, ‘Eğer doğru söylüyorsanız burhânınızı getirin’ demesini salık vermişti.”

Dînânî: Evet. Peygamber (s.a.a.), burhân getirmeleri halinde kendilerini dinleyeceğini ve onlarla diyaloğa hazır olduğunu bildiriyor. Yeter ki, saçmalanmasın ve burhândan başkasıyla öne çıkılmasın. Eğer kulaklar doğru bir şekilde duyabilirse, geri kalan her şey doğru olacaktır. Tüm sorun şu ki, insanlar dinlemiyorlar; dahası, dinlemesini de bilmiyorlar. Mevlânâ’nın Mesnevî’deki ilk sözü, “Bişnev” (yani “dinle”)dir. Burada, “gör” dememiş, “dinle” demiş. Neyi dinleyelim? Ayrılıktan şikâyet eden ney’i… İnsanlığın tüm yazgısı, bu dünyaya gelmek ve buradan yine aslına rücu etmektir. İnsanın kaderinde “dönmek”ten başka bir âkıbet var mı? Hayır. Bu beyitte, her şey özetlenmiştir.

Lârîcânî: Feyz yine şöyle devam ediyor:

“Dolayısıyla bu âyetten Allah’ın, doğru ve kesin bilgiyi burhâna bağlı kıldığı anlaşılmaktadır. Bu burhân, Şeytanî bir cedeli değil, Rahmanî bir anlayışı gerektirmektedir.”

Dînânî: Rahmanî anlayış inat ve kibirden uzaklaşmak ve hakikati aramaktır. Kişinin kendi fikrini ne pahasına olursa olsun karşı tarafa kabul ettirmeye çalışması, Şeytanî bir cedel olacaktır.

Lârîcânî: Devamında yine şu rivayeti naklediyor:

“İmam Sâdık’a (a.s.) “iyi olmayan cedel”in ne olduğu soruldu. O da, “Rakibi reddetmek için her yola başvurmak, onun şahsiyetini küçük düşürmek ve hürmetini ayaklar altına almaktır’ buyurdu.”

Ahlâka ne kadar da önem veriliyor…

Dînânî: Bunların tersi de ahlâksızlık ve insanlıktan çıkmadır.

Lârîcânî: Ehlibeyt’ten (a.s.) o kadar hadis nakletmiş ki, hangisini okuyacağımı bilemedim.

Dînânî: Muhaddisliğinin hakkını verdiği yerler. Gerçekten de hadisleri oldukça kuşatıcı bir şekilde öğrenmiş.

Lârîcânî: Başka bir hadisten de şunları naklediyor:

“İmam Hüseyin’in (a.s.) yanına biri gelerek, ona, ‘Seninle din hakkında münâzara yapmak istiyorum’ diyor. O da, ‘Ben dinim konusunda basiretliyim ve cedel ehli değilim. Sen önce dinini tanı, ondan sonra benimle münâzara yap’ buyuruyor.”

Dînânî: Evet. Eğer basiret ve akıl ehli değilse, İmam’ın (a.s) onunla konuşacağı ne olabilir ki? Aksi türlüsü cedel olur ve o da cedel ehli değildir.

Lârîcânî: “İmam Bâkır da (a.s.), ‘Din hakkında husumete düşmek dini zayi eder, amelleri boşa çıkarır, şüpheleri artırır ve muhatabı dinden uzaklaştırır’ buyuruyor.”

Bizler dini savunmak isterken, onun yok oluşuna zemin hazırlayacak şeylere tevessül edebiliyoruz.

Dînânî: Bu çok kötü gerçekten. Kişinin sözleri kesinlikle düşmanca olmamalı. Mutaassıpça ve kindar bir tavırla konuştuğunuzda, bunların hepsi ters teper. Bunlara gerçekten çok dikkat etmek gerekir.

Lârîcânî: “İmam Mûsâ Kâzım da (a.s.) bir yarenine şöyle buyuruyor: ‘Dostlarına dillerini muhafaza etmeleri, din hakkında husumeti terk etmeleri ve ibadetleriyle böbürlenmemeleri gerektiğini söyle.’”

Dînânî: Dinin dili, Hakk’ın kelâmı, muhabbet dilidir. Hidayetin kendisi dahi, muhabbet demektir. Her şeyi düşmanlık temeli üzerine kurulu olsa, o din, din olamaz ki…

Lârîcânî: O halde cedel-i ahsen nedir? Kişinin akıllıca görüp bakması ve bu idrakini Rahmanî bir anlayışla birleştirmesidir.

Dînânî: Ve aynı zamanda kişinin sevgi dilini kullanması, düşmanlığa kapı aralamaması ve karşısındakini küçük düşürmemesidir.

Lârîcânî: Onlar bizlere ne kadar da güzel rehberlik etmişler… Ne yazık ki bunlardan gafil kalan yine bizleriz.

Bilgilerinizden ziyadesiyle istifade ettik, Üstad. Programımızın da süresi burada sona eriyor. İnşallah bu konunun izini bir sonraki programımızda sürmeye devam edeceğiz. Tekrar görüşmek ümidiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

Medya Şafak


[1] Nahl Sûresi, 125. âyet

YORUMLAR

REKLAM