İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (10): Hâlık ile Mahlûk Arasındaki İlişki

Allah’ı kavramlarla değil, zâtımız ve fıtratımızla bulduğumuzdan, âlemi de O’nun nurunun ışığında görmeye başlarız. Eğer Hakk’ın nuru olmasaydı, âlemi göremezdik. “Allah göklerin ve yerin nurudur.”
GİRİŞ: 27.01.2024 08:31      GÜNCELLEME: 27.01.2024 08:31
Rasthaber -  Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, dostlarımızı ve Marifet programının değerli takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Hakîm Feyz-i Kâşânî’nin düşüncelerinin gülşeninde geziniyor ve üstadımızın açıklamalarından istifade ediyorduk.

Varlık, ontoloji, Tanrı bilgisi (marifetullah) ve Allah’ın sıfatları gibi konular hakkında sürekli olarak sorular soruluyor. Sanırım biraz da bu mevzulara ağırlık vermemiz yerinde olacaktır. Gerçi Allah hakkında ne söylersek söyleyelim, yine de bunlar söylediklerimizin yanında çok naçiz kalacaktır: “Allah’ı hakkıyla bilemediler (takdir edemediler).”[1]

Feyz-i Kâşânî şöyle söylüyor:

“Marifet ehli, a‘yân-ı sabitenin iki itibarı olduğundan söz eder: Birincisi, Hakk’ın varlığının âyineleri, O’nun Sıfatları ve İsimleridir. İkincisi ise, Hakk’ın varlığının onlara ayna olmasıdır. O halde birinci itibar, a‘yânın âyinesinde müteayyin (belirlenmiş) olmadıkça ve sayıca çok olmadıkça dış dünyada tahakkuk etmez. Bu itibarın iktizasınca, dış dünyada Hakk’ın vücudundan (varlığından) başka hiçbir şey yoktur. İkinci itibara göre vücûdda a‘yândan başka hiçbir şey yoktur. A‘yânın varlığının âyinesi olan Hakk, gaiptir; mütecelli ve zahir değildir… Bunlar kalbî şuhûdun galip geldiği bir kimsenin beyan ettikleridir.”

Sonrasında Feyz, her iki grubun da meseleye tam anlamıyla vâkıf olamadıklarını ekliyor:

“Kâmil kimse, bu aynaların her ikisine de bakan kimsedir. Yani Hakk’ın aynası, a‘yânın aynası ve her iki aynaya da yansıyan suretleri, aralarında hiçbir ayrışma ve ayrıcalık gözetmeksizin müşahede eden kimse…”

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Feyz, hadislerin içeriklerini, tahsil etmiş olduğu hikmetle çok güzel bir şekilde birleştirmeyi başarmış bir kimsedir. Onun, en güzel düşüncelerini kaleme aldığı eserin El-Kelimâtu’l-Meknûne olduğunu söyleyebiliriz. Bu kelimeler veciz ve anlamlıdır. Biraz önce okuduğunuz pasaj, irfânın tüm seyrini ve âriflerin tüm o aşkın sözlerini içine alan bir pasajdır. Bu ifadeleri açıklamak, hiç şüphesiz ki kolay değil. Ancak bendeniz bunu elimden geldiğince anlaşılır ve özlü bir şekilde izah etmeye çalışacağım.

Varlık âlemindeki her şey aslında Allah’tan ve mahlûktan (ya diğer bir adıyla “halk”tan) ibarettir. Allah Hâlık’tır, varlığın kaynağı ve başlangıcıdır. Zerreden galaksilere kadar tüm evren, Allah’ın mahlûkudur. Kısacası Allah’tan ve âlemlerden başka bir şey yoktur. O halde sorulması gereken, Allah ile mahlûk ya da Allah ile varlık veya âlem arasında nasıl bir ilişkinin olduğudur. Acaba bunlar birbirlerinden ayrı mıdırlar? Yani aralarında bir beynûnet mi söz konusudur? “Beynûnet” sözcüğü, “açıklık ve ayrılık” anlamına gelir. Örneğin şu an benim oturduğum koltuk, sizin oturduğunuz koltuktan ayrıdır. Bunlardan biri bir tarafta yer alırken, diğeri de onun karşısında yer almaktadır. Varlığın başlangıcı ve Hâlık olan Allah, tüm kâinattan mübâyin midir? Yani bunları birbirinden ayıran bir sınır ve mesafe mi (elbette ki bu mesafe zamansal, mekânsal vd. olabilir) vardır? Yoksa bunların hiçbirisi söz konusu değil de, bu ikisi arasında bir irtibat mı mevcuttur? Burada kesin olarak söyleyebileceğimiz şey, mübâyenet diye bir şeyin söz konusu olamayacağıdır. Buna karşılık hem aklen hem de naklen bir irtibatın var olduğundan kesin olarak söz edebiliriz. Çünkü Allah onları arkalarından kuşatmıştır.[2] Allah, muhîttir (kuşatandır). Dolayısıyla kuşatan (muhît) ile kuşatılan (muhât) arasında bir mesafe olamaz. Ortada bir irtibat olduğuna göre, bunun keyfiyetinin ne şekilde olduğunun açıklığa kavuşturulması gerekir. Feyz-i Kâşânî, burada birkaç kelimeyle meseleyi gayet güzel bir şekilde aydınlatmış, bunun için ayna (ve aynada görünen) metaforundan yararlanmıştır. Elbette bu bir benzetmedir. Bizler aynaya baktığımızda kendimizi görürüz. Aynanın özelliği nedir? Şeyleri göstermek… Ayna, karşısında duran her şeyi gösterir. Tabii ki burada aynanın net, şeffaf ve renksiz olması gerekir. Acaba bizler Allah’ı varlıkların ve kâinatın aynasında mı görmekteyiz? Bazıları bu görüşü savunmuş örneğin. Yani bu kimselere göre, kâinata bakıldığında Allah’ı görmek mümkündür. Burada baş gözüyle görmek kastedilmiyor. Bunlar Allah’ın âlemdeki mazharlarıdırlar. Âlemin müstakil (bağımsız) olmadığını bilenlerin yolu zorunlu olarak bu görüşe çıkacaktır. Başka bir grup ise kâinatı Allah’ın gözüyle müşahede ettiğimizi savunmaktadır. İşte bunun üzerine söylenecek çok şey var! Allah’ı kavramlarla değil, zâtımız ve fıtratımızla bulduğumuzdan, âlemi de O’nun nurunun ışığında görmeye başlarız. Eğer Hakk’ın nuru olmasaydı, âlemi göremezdik. “Allah göklerin ve yerin nurudur.”[3] Bu da pasajda sözü edilen ikinci görüştür. Feyz her iki görüşü de naklediyor. Kısacası âleme ya Hakk’ın nuruyla bakıyorsunuzdur ya da âleme bakarak, âlemdeki varlıkların âyinesinde Hakk’ı görüyorsunuzdur. Kâşânî’nin “a‘yân-ı sâbite” dediği şey, bu âlemdeki mahiyetlerdir. A‘yân-ı sâbite, Hakk’ın ezelî ilmindeki mahiyetlerdir. Hakk’ın ezelî ilmindeki bu mahiyetlere ârifler a‘yân-ı sâbite demişlerdir. Bizler âlemdeki mahiyetleri gördüğümüz için mi Hakk’ı görürüz, yoksa Hakk’ı fıtratımızla bulduğumuz için mi âlemdeki mahiyetleri görürüz? Sonuçta bunlar iki farklı görüş… Feyz-i Kâşânî, bu bakış açılarının her ikisinin de eksik olduğunu söylüyor. O halde bizzat Feyz’in bu konuya nasıl baktığını görmemiz gerekir. Hakk’tan âleme ve âlemden Hakk’a bakanların her ikisi de meseleyi tek boyutlu görüyorlar ve bu açıdan noksanlar… O halde yapılması gereken nedir? Feyz, her iki bakışın da bir arada olması gerektiğini söylüyor: “Biz ona iki göz vermedik mi?... İki apaçık yolu?”[4] Dolayısıyla bir değil, iki gözle bakmamız gerekir. Hem Hakk’tan âleme hem de âlemden Hakk’a bakmalı… Hakk’tan âleme baktığımızda, Hakk var olduğu için âlemi görmüş oluruz. Âlemden Hakk’a baktığımızda da âlem var olduğu için bir Mebde’in (Başlangıç) olduğunu fark ederiz.

Lârîcânî: Üstad burada şöyle bir soru sorulabilir mi? İlk olarak bazı şâirlerimiz âlemdeki her şeyi Hakk Teâlâ’da gördüklerini söylemişlerdir. Örneğin onların bu bağlamdaki şiirlerine baktığımızda, bunlarda “Biz ona iki göz vermedik mi?” âyetinden ziyade, “Allah göklerin ve yerin nurudur” temasının ön plana çıktığını görüyoruz sanki… İkinci soru ise, sıfatın bir vasıf mı, yoksa bir müşahede mi olduğudur. Bu da çok latif bir nokta çünkü… Sıfat aynı zamanda bir ayna da olabilir mi, yoksa sadece bir vasıftan mı ibarettir?

Dînânî: Çok güzel bir soru. Siz, ben ya da herhangi biri bu âlemi gözlerimizle mi görürüz, yoksa başka bir şeyle mi? Gözlerimizle görürüz. Eğer ışık olmasaydı, gözlerimiz görebilir miydi? Gözlerin nuru kime aittir?

Lârîcânî: Hakk’a.

Dînânî: O halde âlemi, Hakk’ın nuruyla görüyoruz demektir bu. Peki, gördüğümüz bu âlem ve ondaki her şey, kendi kendine veya tesadüfen mi vücûda geldi, yoksa bunların bir Mebde’i var mı? Günümüzde ne yazık ki, Kuantum fiziğinde ve modern bilimlerin farklı dallarında, sürekli olarak “tesadüf”ten söz edildiğini görüyoruz. Tesadüf, yönsüz ve amaçsız bir şey demektir. Zerreden galaksiye kadar, bu âlemde amaçsız bir şeyin yaratıldığını söyleyebilir miyiz? Bir şeyin tesadüfen meydana gelebileceğine inanan, gerçekte kendi aptallığını ispatlamıştır. Her şeyin aklî ve hikemî bir amacı ve yönü vardır. Ezelden ebediyete kadar âlemdeki hiçbir şey, amaçsız ve yönsüz yaratılmış değildir. “Akıl” dediğimiz şey de budur. Biraz önce saydığım bilimlere haddinden fazla değer atfeden birçokları, bu tür zihin bulanıklıklarına müptela oluyorlar ne yazık ki...

İnsanın iki özelliği vardır: İlk olarak onun da tıpkı diğer varlıklar gibi cismî bir boyutu söz konusudur. Peki, insanı insan kılan ve başka hiçbir varlıkta bulunmayan bu özellik nedir? Eğer bu farklılığın insanın yemek yemesinde vd. olduğunu iddia edersek, bu durumda insanın diğer canlılardan ne farkı kalır ki? Sonuçta hayvanlar da yemek yiyor, öyle değil mi? İnsanın, sadece kendisinin sahip olduğu ve başka hiçbir varlığın sahip olmadığını çok rahatlıkla iddia edebileceği özelliği hangisidir? Bu özellikler, iki tanedir. Birincisi, bilmektir. Yani kişinin, bir şeyleri aklıyla bilmesi… Dünyada insandan başka hiçbir varlık akıl sahibi değildir. Tabii ki hayvanların da bir şuuru var; ancak ne var ki onlar, istidlâlî bir şuura, yani mukaddimeden zi’l-mukaddimeye ulaşma ve levâzımı (şeylerin gereklerini) birbiriyle bütünleştirme (sentez) melekesinden yoksundurlar. Cemâdât, nebâtât ve hayvânâtın tekvinî bir şuurları var, bu doğru. Daha önce de belirttiğim gibi, bu varlıklar (hayvanlar) “içgüdü” hasebiyle bizden çok daha kuvvetlidirler de. İkinci özellik ise, sözcükler yardımıyla konuşabilmektir. Tüm hayvanlar birbirleriyle irtibatlıdırlar ve kendilerine özgü bir iletişim diliyle, birbirlerine bir şeyler anlatmaktadırlar. Bu iki özelliğe sahip tek varlık, insandır. Bu iki özellik aynı zamanda Allah’ın da özellikleridir. Allah hem Kelîm hem de Mütekellim’dir. İnsan, Allah’ın kâmil mazharıdır. Peki, bizler anlamları sözcüklere nasıl katarız? Bazen oldukça hızlı konuşan, hatta kelimeleri yutan insanlara denk gelirsiniz. Ancak bu kimseler, “konuşma”nın ne demek olduğunu bihakkın bilemeyebilirler. İnsanlar anlamları nefsin kalıbına indirgerler. Anlamları saymak mümkün müdür? Hayır. Peki, her anlama karşılık, bir sözcük var mıdır? Anlamlar sonsuzdur ve onlara sözcük bulmak gerekir. Acaba her anlama bir sözcük bulmak mümkün müdür, yoksa bazı anlamlar sözcüklerle ifade edilemeyecek nitelikte midir? Bu gibi durumlarda ne yaparsınız? Cümle kurarsınız. Pek çok sözcüğü cümle kurmaksızın bir araya getirseniz, bir şey söylemiş sayılır mısınız? Hayır, sadece kavramları sıralamış olursunuz, lakin söyledikleriniz bir “anlam” ifade etmez. Bu anlam, ne zaman aktarılmış olur? Cümle kurduğunuz zaman. Cümle kurmak da sanıldığı gibi kolay bir iş değildir. Sizce bir makine üretmek mi daha zordur, bir cümle kurmak mı?

Lârîcânî: Cümle kurmak.

Dînânî: Kesinlikle doğru. Çünkü burada kelimeler arasında bir irtibat [ve dolaylı olarak da anlam] kurarsınız. Sonsuz olan o anlamları, bir cümle kurarak ifade edebilirsiniz. Cümle kurmak, bir fabrika kurmaktan daha önemlidir. Siz cümle kurabildiğiniz için bir fabrika kurabilirsiniz. Önceki programda belirttiğim kimseler, yani evreni büyük bir makineye benzetenler, şuuru maddenin bir ürünü olarak görüyorlar. Onlar sinirler arasındaki bağlantılara dayanarak, dokunma vd. gibi yollarla elde edilen bilgilerin, beyne bir mesaj gönderdiğine inanmaktalar. Emin olun ki, gerçekte bunlar “mesaj”ın ne demek olduğunu bilmiyorlar. Mesaj bir anlam mıdır, yoksa fizik bilimine özgü bir şey midir? Mesaj, bir anlamı hamil değil midir? Anlam nasıl olur da bir hücreye ya da sinire girer? Sinirler bu mesajlara karşılık verebilir mi peki? İşte insanlar, bu gibi hassas noktaları anlayamıyorlar. Anlam sinir, hücre ve madde cinsinden bir şey değildir. Bu kimselere göre şuur (bilinç) evrenin kendisinden meydana gelmiştir. Gerçekten de, önce evren oluşup, hatta bir makineye dönüşüp daha sonra mı şuuru meydana getirmiştir, yoksa şuur mu evreni var etmiştir? Şuur, evreni var etmiştir. Oysa bunlara göre, madde çeşitli merhalelerden geçerek tekâmül etmiş, büyük patlamanın bir sonucu olarak sürekli bir şekilde genişleyerek bugünkü içinde yaşadığımız dünyayı meydana getirmiştir(!). Şuur nasıl maddeden meydana gelebilir ki? Bu problemler çözüme kavuşturulmadıkça, geriye kalan şeylerin çözülebileceğini ummamalıyız.

Lârîcânî: Üstad, burada yine felsefî bir soru sormak istiyorum: Bu durumda Allah hem nâzir (bakan) hem de menzûr (bakılan) oluyor, öyle değil mi? Eğer böyleyse, bu durumda insanın üstlendiği rol nedir?

Dînânî: İnsanın rolü, Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın mazharı olmaktır. Hakikatte tüm âlem O’nun mazharıdır. Allah ile âlem arasındaki ilişkiyi tecelli-mütecelli ilişkisi üzerinden açıklamamın sebebi de buydu. Yani bu ikisi arasında hiçbir ayrı gayrılığın olmadığını vurgulamaya çalışıyorum. Biraz önce söylediğim, evreni büyük bir makineye benzeten kesimin bir başka versiyonu, Allah’ın evreni bir saat gibi otomatik bir şekilde kurup, sonrasında kendi haline bıraktığını sananlardır. Allah, evreni bu şekilde bırakmış ve ondan ayrılmış değildir ki… Bu kadar aymazca bir fikir olabilir mi?!

Lârîcânî: “O her gün bir iştedir.”[5]

Dînânî: Allah her zaman âlemledir ve âlem sürekli olarak O’ndan bir tecellidir. Her şey Hakk’ın bir zuhurudur. Bu pasajda da Feyz, ayna metaforundan faydalanmış. Allah kendisini kâinatın aynasında, bizler de kendimizi Hakk’ın aynasında görmekteyiz. Eğer bu mertebeye erişebilirsek, kâmil oluruz. Eğer kendimizi O’ndan bağımsız bilirsek, bu bir tür küfürdür. Âlem, Hakk’a bağlılığın kendisidir. Bu irtibatın bir anlığına dahi kopması mümkün değildir. Örneğin durgun bir suya parmağınızı batırdığınızda, ondan matematiksel olarak bir damlayı eksiltirsiniz, öyle değil mi? Çünkü onun nemi, artık parmağınızdadır. Oysa gölgeniz sizden ayrılsa, sizden hiçbir şey eksilmemiş olur. Ârifler ne de güzel söylemişler: İşte, Allah’ın âlemle olan ilişkisi, parmak ile nemin ilişkisi değil, bir “gölge (zıll) – gölgenin sahibi” (zî-zıll) ilişkisidir: Allah’ın gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi?[6]

Lârîcânî: Belki de Feyz-i Kâşânî’nin bu iki itibarla kastettiği şey, “zâhir” ile “bâtın” itibarları olsa gerek. Nitekim o, Dîvân’ında da, “O’nu gizlenmiş sandığın için, (O’nun) aşikârı da senden uzaklaşmakta; eğer O’nun aşikârını ararsan, (O’nun) gizliliğinden mahcûb kalırsın (gizliliği sana perdelenmiş olur)” diyor. Onun bu beyitleri gerçekten de çok güzel. Sanırım burada bir “zâhir ve bâtın” vurgusu var. Hakk Teâlâ, Evvel ve Âhir, Zâhir ve Bâtın’dır. Sizce de meseleyi böyle anlamak gerekmiyor mu?

Dînânî: Feyz’in bu pasajdaki tüm ifadeleri, Kur’ân’ın buyurduğu, “O, Zâhir ve Bâtın’dır”[7] âyetinin bir tefsiridir. Bazıları Allah’ın görünmediğini ve nerede olduğunun bilinmediğini söylüyorlar, öyle değil mi? Hatta Mûsâ (a.s.) bile onu görmek istemişti. Evet, bu söz bir bakıma doğrudur. Çünkü O, bâtınların Bâtın’ı, gizlilerin gizlisidir. O’ndan daha gizli hiçbir şey yoktur. Bu, söylemek istediklerimin birincisiydi. İkincisi, O, zâhirlerin Zâhir’idir ve hiçbir şey O’ndan daha görünür değildir. Belki de burada bir paradoksu dile getirdiğim düşünülebilir. Zâhirlerin Zâhir’i olup, aynı zamanda bâtınların Bâtın’ı olmak… O, Gâib-i Mutlak’tır. Gâib-i Mutlak, hiçbir zaman bilinemeyecek olan demektir. Bu da Hakk Teâlâ’nın Zât’ıdır. Âriflerin deyimiyle, ebedî bir hicrandır. Hakk’ın Zât’ını bilmek mümkün değildir. Ancak bir yandan da O’nun cemâli vardır ve elbette ki O, zuhur da etmektedir. Her şey Hakk’ın zuhurudur. O’nun olmadığı bir yer düşünülebilir mi? Kesinlikle hayır.

Size göre dert sahibi bir kimse mi daha makbuldür, yoksa gamsız bir kimse mi? İnsanın dertliliğinden daha ciddi bir şey olabilir mi şu hayatta? İnsanın derdinden daha ciddi hiçbir şey yoktur. Gökyüzü mü daha ciddidir, insanın derdi mi? İnsan, doğası itibariyle dertli bir varlıktır. Bir derdi olmayanlar, hayvanlardan farksızdırlar. İnsan için iki tür acı söz konusudur: Bu bazen bedenseldir. Örneğin onun dişi ağrır, başı ağrır… Bazen de bedenen sağlıklı olmasına rağmen, kaygılıdır. Örneğin yarının kaygısını taşır içinde veya sevdiğinden ayrı düşmüştür, dünyanın ve insanlığın durumuna üzülüyordur vd. Bunların birçoğu gündelik hayata özgü sıkıntılar olabilirken, bazen fikirsel de olabilirler. Sıkıntısı çözümlenmeyen insan, huzursuzdur. Ve bunun bir an önce hallolmasını ister. Velhâsıl, bedensel ağrılar doktorların çare olabileceği bir şeydir. Tıbbın hedefi, bu gibi şeylere çare olmak, olamıyorsa da en azından hafifletmektir. Bunun için çabalar ve bir yere kadar bunda muvaffak da olur. Peki, düşünsel ve ruhsal dertlere neler çare olur? Din ve felsefe, Allah’ın velileri, hakîmler, düşünürler… Bunların kendileri de dertlidirler elbette, ancak bununla birlikte yolunuza ışık da tutarlar. O halde sorulacak olan şudur: İnsanların kördüğüm olmuş meseleleri, dertleri düşünce yardımıyla nasıl çözülebilecektir? Bunun için soru ve cevaptan başka bir yol yoktur. Diyalog ve soru sormak olmaksızın bu düğümler çözülmez. Esasında soru sormanın kendisi de bir tür düşüncedir. Bu diyalog mantığa ve ahlâka dayanmalıdır. Karşı tarafı incitmek, aşağılamak ve ona töhmette bulunmak gibi bir amaç taşımamalıyız. Dostça ve samimice sorular sormalı; aynı zamanda dinlemesini de bilmeliyiz. Bu soru-cevap akışında kişinin düşünsel kaygıları bertaraf olabilir. En büyük dertlilik düşünsel dertliliktir. Bedensel ağrıların çaresi hekimde, düşünsel ağrıların çaresi ise hakîmlerdedir. Bunun yolu soru sormaktan ve cevap vermekten geçer. Ağrılarınız için doktora gittiğinizde sizi birtakım testlerden geçirir, sizden bazı tahliller vd. ister. Peki, hakîm ne yapar?

Lârîcânî: Üstad, Ebû Tâlib El-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb adlı eserinde yedi tür acıdan söz ediyor. Ona göre dert, belli bir merhaleden sonra zevk bile veren bir şeydir. Bunun da bilhassa aşk acısı olduğundan söz ediyor. Örneğin, “Öyle bir ayrılık acısı çektim ki, sormayın gitsin” diyor. İnsanın böylesi bir derde sahip olması güzel bir şey aslında.

Dînânî: Çok güzel bir konuya değindiniz. Evet, bunu derken “Hiçbir şey sormayın” anlamında demiyor bunu. Aksine, acılarının şiddetine ve bunların beyan edilemeyeceklerine vurgu yapıyor. Âlemde dert diye bir şey olmasaydı, hazzın bir anlamı olabilir miydi? Örneğin karşımızdaki duvarın bir ağrısı, sızısı yok, öyle değil mi? Evet. Lakin hazzı da yok. Dert olmadan haz da olmaz. Bazıları hazzı tanımlarken, onun “acının giderilmesi” anlamına geldiğini söylemekte… Bu, haz hakkında yapılmış en iyi tanımdır. Düşünsel bir sıkıntınız halloldu, diyelim. Bundan haz duyar mısınız, duymaz mısınız? Başınızın ağrısı dindiğinde ne kadar da mutlu hissedersiniz kendinizi, öyle değil mi? Oysa manevî hazların (örneğin düşünsel bir sıkıntının ve müşkülün ortadan kalkması) verdiği mutluluk, bunun birkaç kat daha fazlasıdır. Aklî idrakler öyle hazlar vücûda getirir ki, bu hazzın bir benzerine hiçbir yerde ve şeyde rastlamak mümkün değildir. Bu ne zaman hâsıl olur? Düşünsel düğümler, mantıksal ve makul yollardan çözüldüğünde…

Lârîcânî: İnşallah bir programımızda Feyz-i Kâşânî’nin bakışından haz ve acı konusuna değinmemiz mümkün olur.

Burada yeri gelmişken, Seyyidü’ş-Şühedâ’nın (a.s.) tüm bu konuları özetleyen şu kelâmına değinmeden geçmek istemem doğrusu…

“Sen, Sen’i bilmeleri ve birlemeleri için, sevenlerinin kalbindeki nurları aydınlatansın. Sevenlerinin kalbinden, Sen’den başkasını sevmemeleri için ağyârı silensin.”

Dînânî: Öyle anlaşılıyor ki, Feyz bu pasajı kaleme alırken yalnızca sözü geçen âyetten değil, aynı zamanda İmam Hüseyin’in (a.s.) bu güzel niyazından da ilham almış. Allah sizin kalbinizde, kendisini tanımanız için bir nur ve muhabbet meydana getirir. Bu ne demek? Hakk’ı yine Hakk’ın nuruyla tanımak demek… Bu nur kalbinizde vücûda gelmedikçe, Hakk’ı tanımanız mümkün değildir. Yani kişi Hakk’ı bilmeyi kendine mâl etmemelidir. O’nun nuru sizin kalbinizde tecelli eder ve bu sayede Hakk’ı tanırsınız. Burada, Hakk’ın nurunun ne olduğu sorusu sorulabilir. Bazıları bunun bildiğimiz ışık kaynakları olduğunu sanır. Hayır. Bu, herhangi bir şeyin değil, aklın nurudur. Akıl, nur değil midir? Elbette ki nurdur. Akıl tüm hakikatlere ışık tutar, tüm âlemi aydınlatır. Dolayısıyla akılcılık yolunda var gücümüzle ilerlemeliyiz.

Lârîcânî: Feyz’in buradan ne kadar güzel bir sonuca vardığına bir bakınız:

“Hakk’ın nurlarının işrakı, Hakk’ın her şeyi ilmî olarak kuşatışıdır. Dolayısıyla hakikatte O’nunla hiçbir şey denk olamaz. Sözünü ettiğimiz vahdet de işte budur.”

Dînânî: Hiçbir şey Hakk’ın nuruna denk olamaz. Burada “nur” kavramını açıklamamız gerekir. Zira bazılarının bunu fiziksel anlamdaki ışıkla karıştırması mümkündür. Akl-ı Küll’ü (Tümel Akıl) terazinin bir kefesine, varlık âleminin geri kalanını diğer kefesine koysalar hangisi ağır basardı? Akıldan daha üstün gelebilecek ne vardır? Akl-ı Küll’ün ötesine geçebilecek kim vardır? Aklın Hâlık’ından başka hiç kimse yoktur. Hakk Teâlâ, Mutlak İlim ve Bilinç’tir. Burada elbette ki, şahısların cüz’î aklını kastetmiyoruz. Ölçümüz, Akl-ı Küll’dür. Bir taraftan da hepimizin kendi nasibimizce, o Akl-ı Küll’den bir nasibimizin olduğu doğrudur.

Lârîcânî: Feyz ne kadar da azametli bir şahsiyet! Aynı zamanda o, “hakikat hadisi” olarak da bilinen hadise istinat ediyor ve şunları söylüyor:

Kumeyl ibn Ziyâd, İmam Ali’ye (a.s.) hakikatin ne olduğunu sormuş, İmam da (a.s.) cevaben, “Senin hakikatle ne işin olur?” demişti. Kumeyl, “Yoksa ben senin sırdaşın değil miyim?” diye sorunca, İmam (a.s.), “Sen benim ilmimden ancak istidadın kadarını alabilirsin” cevabını vermişti. Sonrasında İmam (a.s.) ona hakikatin ne olduğunu açıklıyor:

“Hakikat, hiçbir işaret olmaksızın Hakk’ın celâlinin nurlarını keşfetmektir.” Kumeyl, “Biraz daha açıkla” diyor.

Mevlâ Ali (a.s.) ne kadar da yüce bir insan!

Dînânî: Çünkü o, hakikatin kaynağıdır.

Lârîcânî: Sonrasında İmam (a.s.) biraz daha açıklık getiriyor: “Vehimlerin ortadan kalkmasından sonra malûm hakkında bir uyanış ve farkındalık kazanmaktır.”

Dînânî: Vehimlerin yok edilmesi… Hakk’ın celâlinin nurlarını keşfetmek ve vehimleri gidermek… Bunların her biri üzerinde dikkatle durmak, ayrı bir programı gerektirir. Günümüzde insanların vehme ne kadar da müptela olduklarını görüyorsunuz, öyle değil mi? Vehimler giderilmedikçe hakikat tecelli etmeyecektir. İnsan, vehimler içinde çırpındığı müddetçe, hakikate ulaşamayacaklar. Peki, vehimleri nasıl ortadan kaldırmalı?

Lârîcânî: Kumeyl yine “Daha fazla açıkla” diyor. Hazret de cevaben, “Hakikat, sırların galip gelişi sebebiyle hicapların paramparça olmasıdır.” Yine Kumeyl’in ayrıntı istemesi üzerine İmam (a.s.) devamında, “Hakikat, tevhid sıfatının cezbeleridir” buyuruyor.

Dînânî: Burası Ahadiyyet makamıdır.

Lârîcânî: Kumeyl tekrar, “Daha fazla açıkla” diyor.

İmam (a.s.): “Hakikat, Hakk’ın ezeliyetinin seherinden parıldar ve O’nun pak ve seçilmiş kullarının bedenlerinde yansır.”

Bu hadisi, ayrı bir programda işlememizi çok isterim gerçekten… Çok latif beyanlar mevcut. Mevlâ Ali’nin (a.s.) gerçekten de nasıl bir azameti var, keza Kumeyl de ne kadar istidatlı bir şahsiyet! Gerçekten hakikate susamış biri… Yoksa İmam’a (a.s.) bu kadar sorabilir miydi?

Bugünkü programımız da gerçekten çok güzeldi.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, saygıdeğer üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuh.

Medya Şafak


[1] Hacc Sûresi, 74. âyet

[2] Burûc Sûresi, 20. âyet

[3] Nûr Sûresi, 35. âyet

[4] Beled Sûresi, 8., 10. âyet

[5] Rahman Sûresi, 29. âyet

[6] Furkân Sûresi, 45. âyet

[7] Hadîd Sûresi, 3. âyet

YORUMLAR

REKLAM