Rasthaber - Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Aziz izleyicilerimizi, sevgili dostlarımızı ve Marifet programını samimiyetle takip eden saygıdeğer seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.
Erbaîn münasebetiyle, bugün Feyz-i Kâşânî’den bizlerin ruh haline hitap edecek ve irfânın, maneviyatın ve İmam Hüseyin’in (a.s.) Âşûrâî hikmetinin fezasında ilerlememize katkı sağlayacak güzel bir gazel seçtik. Birazdan üstadımız da bu gazelin sırlarını çözecek açıklamalar yapacaktır.
Sebe’den haber veren Hüdhüd nerede?
O aşina olduğum yârdan haber getirecek
Kuşların dilinin sırrını Allah’tan alıp bize söyleyen Süleyman nerede?
Mûsâ’nın ruhuna ledünnî bilgilerden işaretler aktaran Hızır nerede?
“Kim buna binerse kurtulur” diyerek gemi yapan Nuh nerede?
Hakk’a yönelen ve “O’ndan başkasını sevmiyorum” diyen Halil (Hz. İbrahim) nerede?
Hakk ile karşılıklı konuşan ve likâullaha erişen Kelimullah (Hz. Mûsâ) nerede?
Ölüleri dirilten ve gökten haberler veren İsâ nerede?
“Mâ evhâ”nın sırrını söyleyen Muhammed (s.a.a.) nerede?
Bize Hakk’tan bir koku koklatacak ilim şehrinin kapısı Ali nerede?
Bizlere hadisleri nakledecek Peygamber’in (s.a.a) Ehlibeyt’i (a.s.) nerede?
Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.
Erbain münasebetiyle seçtiğiniz bu gazel gerçekten çok güzel bir gazel. Özellikle de hakîm bir ârif ve aynı zamanda muhaddis bir fakihin dilinden olursa, bir başka güzel…
Okuduğunuz bu ifadelere bakılırsa, Feyz-i Kâşânî bir şeyleri arıyor. Mûsâ (a.s.) Hızır’ını arıyor, İsâ (a.s.) gaipten haberler getiriyor. Nuh’un (a.s.) gemisi, kendisine binilmesini ve bu vesileyle birilerini kurtarmayı istiyor. Süleyman (a.s.) kuşların dilini haber veriyor ve sırlar âlemini keşfediyor… Bu ifadeler arasında, Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) için zikredileni çok ayrı bir öneme sahip… Çünkü diğer peygamberlerle ilgili olanlar, herkesin malûmudur. Nuh’un gemisini, Mûsâ’nın Hızır’ını, İbrahim’in Hakk’ı arayışını ve putperestlerle mücadelesini vs. herkes bilir. Kâşânî, sıra Hz. Hatmî Mertebet’e (s.a.a.) geldiğinde çok ulvî bir şeyden söz ediyor: “Mâ evhâ”… Bu ifadeyle o, “Kuluna vahyedeceğini vahyetti”[1] âyetine işaret ediyor. Onun bu âyete dikkat çekişi, muhakkak ki sebepsiz değildi. İzin verirseniz konuyu açıklamaya tam da bu noktadan başlamak istiyorum: Âyet, “Kulumuza vahyedildi” diyor, ancak neyin vahyedildiğini söylemiyor. “Ona vahyedilen vahyedildi” diyor. Peki, vahyedilen bu şey neydi? Vahyin içeriği, yani vahiyle bildirilen şeyler, pek çok âyette açık ve nettir: Örneğin namazın kılınması, orucun tutulması (ilâhî hükümler ve şeriat) gerektiğini haber veren vahiyler de bir vahiydir ve bunların anlattıkları şey bellidir. Ancak, sözünü ettiğimiz âyet, Peygamber’e (s.a.a) neyin vahyedildiğini bildirmiyor. Bu vahyedilenler, bize söylenmek istenmeyen şeyler… Bunlar, âşık ile maşûk arasındaki mahrem sırlar... Burada sizin ve benim bilmediğimiz şeyler var. O Hazret, bize ulaştırılması gereken tüm hükümleri bildirmiş, “Sizi cennette yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak her şeyi açıkladım” buyurmuştur. Âyetteki “vahyedilen” ifadesi, kendisine aşina kulakları talep eder. Tüm bu gazelin ana teması da işte o “aşina kulaklar”dır. Zira gazelde bunun açıkça beyan edildiği beyit de çok önemliydi. Rica etsem, o bölümü de bir okur musunuz?
Lârîcânî: “(Gönlüme) Aşina olan ve gönlümün aşina olduğu sözleri söyleyecek dost nerede?”
Dînânî: “Mâ evhâ” işte bu beyitlerde geçen “aşina söz”dür. Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) kulakları, Hakk’a (kendisi vasıtasıyla) aşina olduğu kulaklardır. Bunlar aşina olmayan kulaklara malûm olabilecek şeyler değildir. O Hazret, insanların bilmesi gereken şeyleri zaten bildirmişti. Fakat bu beyitte öyle bir şeyden söz ediliyor ki, onu ancak aşina kulaklar işitebilirler, aşina olmayanlar ise işitemezler.
O halde şu “aşina kulaklar”ı biraz açalım: Sonuçta siz gazel okudunuz ve benden de onu yorumlamamı istiyorsunuz, öyle değil mi?
Buradaki sırlar vahyin, velâyetin, nübüvvetin, yaratılışın ve âlemin sırlarıdır. Âlemin sırları vardır. Sırrın sırrı, sırr-ı süveydâ… İnsanların hepsi bu sırlara aşina değildir ki… Onlar, sadece kendilerine inen zahirî hükümlere aşinadırlar. Peki, sırlardan haberdar olanlar kimler? Sırların, kendilerini duyacak kulaklara ihtiyaçları vardır. Sırları sadece sır ehli olanlar bilebilirler. Onları, Hakk’ın sırlarına aşina olan kulaklar duyabilir yalnızca. Buna benzer bir beyti, Mollâ Hâdî Sebzevârî de terennüm etmiştir. O da en az Feyz-i Kâşânî kadar önemli bir şahsiyet. Aralarında bu açıdan hiçbir fark bulunmamakta… Feyz-i Kâşânî, Mollâ Sadrâ’nın doğrudan öğrencisi idiyse, Sebzevârî de onun dolaylı yoldan öğrencisi idi.
Eğer duyan kulaklara sahip olursak, sırlar bizlere aşikâr olur. Bu sırlara herkesin kulağı mahrem olamaz. Bu kulaklar, enbiyâ ve evliyâya aittir; kısacası onlar semavî kulaklardır. Günlük hayatta kulağımıza pek çok ses çalınır durur. Bu kulaklara hem Rahmanî sesler ulaşır hem de Şeytanî sesler… Hem semavî sesler gelir hem de dünyevî sesler… Hem ulvî sesler ulaşır hem de süflî sesler… İnsan yer ile gök arasında bir berzahtır. Yani o hem Hakk’ın sesini ve ilâhî sesleri işitir hem de dünyanın ve dünyevî şeylerin sesini… Peki, bir sesin semavî veya dünyevî olduğu nasıl teşhis edilir? “Akıllı olan kulaklar” ile… Bunlar, ilâhî sesleri işiten ve semavî sesleri dünyevî seslerden ayırt eden kulaklardır. Bu da insana özgü bir niteliktir. Örneğin hayvanların kulakları dünyevîdir ve tabiat âlemine odaklıdır. Onlar bu dünyada işlerine yarayacak sesleri işitirler. Elbette ki, kendi işine yarayacak sesleri insan da işitir. Ancak ne var ki bazen onun kulağına öyle sesler ulaşır ki, bunlar bu âlemle çok da ilişkili değildir. Bu sesler birer semâvî davettirler ve onları sadece aşina kulaklar işitebilirler. İçinde yaşadığımız bu âlemde, pek çok sır mevcuttur. Bu âlemin, açıklıkları da mevcuttur, gizlilikleri de… Ondaki birçok şeyi herkes bilmektedir. Bilimin de –en küçük varlıktan en devasa varlıklara kadar– bu gerçeklikleri keşfetmede önemli yollar katettiğini biliyoruz. Eğer bilimin bir gün tüm sırlara ulaşacağını varsaysak bile, onun bizim söylediğimiz anlamdaki sırlara erişebileceğine inanabilir miyiz?
Lârîcânî: Hayır.
Dînânî: Bilim evrendeki tüm varlıkları teker teker keşfetse bile, varlığın ve yaratılışın sırlarını keşfedemez. Bütünün kendisinde, parçada olmayan şeyler vardır. Siz herhangi bir fasih cümle söylediğinizde, zaten âyetleri fasih olan Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet okuduğunuzda veya belâgatin ve fesahatin zirvesini teşkil eden Nehcu’l-Belâğa’dan bir pasaj okuduğunuzda, buralarda geçen her bir kelimenin kendi başlarına fasih olmadıklarını görürsünüz. Bu kelimeleri bileşenlerine ayırdığımızda bu kez de ortaya harfler çıkar. Onların tek başlarına bir anlamları var mıdır peki? Örneğin sonsuza kadar A, B, C,… diyelim ya da herhangi bir kelimeyi tek başına söyleyelim… Bunların tek başlarına bir fesahatleri olabilir mi? Hayır. Fesahat ve belagat ne zaman ortaya çıkar? Cümle kurduğunuzda. Bir konuşmacı fesahat ve belagate ne kadar hâkim olursa olsun, sonsuza kadar A, B, C,… ya da kuş, ağaç, deniz vd. dediğinde fasih konuşmuş olmayacaktır. Oysa cümle kurduğunda ya da şiir okuduğunda “güzellik” dediğimiz şey, burada tezahür edecektir. Bununla ne demek istiyorum? Şunu: Bu âlemdeki her bir varlıkta birçok sırrın olduğu doğrudur; ancak varlık âleminin toplamında pek az kimselerin keşfedebileceği sırlar ve güzellikler mevcuttur. Bu bağlamda bazı bilim adamları evrenin Big Bang adı verilen büyük bir patlamanın sonucunda oluştuğunu iddia etmekte… Peki, evrendeki bu düzenin bir patlamanın sonucunda oluşmuş olması ne kadar inandırıcı? Elinize bir tüfek verildiğini ve onunla ateş ettiğinizi varsayalım. Bunun sonucu düzen ve uyum olabilir mi hiç? Âlemdeki ya da bir edebî metindeki –örneğin şiir– düzenin, o şeyin parçalarında tek başına var olabileceğini düşünmemiz mümkün mü? Bu düzen insanda da mevcuttur. İnsan, düzeni niçin anlayabiliyor? Çünkü o, “aşina kulaklar”a sahiptir ve bu mezkûr düzeni anlayan şey, işte o kulaklardır. Aşina olmayan bir kulak bu düzeni kavrayamaz. Çünkü o, semavî bir düzendir. Netice itibariyle antropoloji, oldukça önemli; çünkü bu konuların hepsi, insanı tanımaya dönük konular. Bu âlemde yaşayan insan nasıl bir varlıktır? Hayret eden, merak eden, sırları çözmeye çalışan… Bunların hepsi insanın hasletleridir. Eğer bu âlemde insan diye bir varlık olmasaydı ve bu varlığın aynı zamanda semavî bir boyutu olmasaydı, âlemdeki şeylerin hiçbiri keşfedilemezdi. Örneğin hayvanlar, bilimleri keşfedemezdi. Bugüne kadar bir hayvanın bilimsel keşif yapabildiğine hiç tanık oldunuz mu?
Lârîcânî: Üstad, gerçekten de güzel bir felsefî ve hikemî kaide sunmuş oldunuz biraz önce. Peygamberler her ne kadar birtakım mesajları bize ulaştırdıysalar da, birtakım sırlar bizler için hâlâ gizli olmaya devam etmektedir. Eğer bunu bir iki örnekle açıklayacak olursak, örneğin Hz. Âdem’den (a.s.) bahseden şu âyet: “Derken Âdem, Allah’tan birtakım kelimeleri aldı.”[2] Bu âyete baktığımızda birtakım kelimeler var, evet… Ama bunların ne olduğu açıklanmamış. Tıpkı Peygamberimizin (s.a.a.), o meşhur hadiste, dudaklarını ısırarak Zeyd’i susması gerektiği konusunda uyardığı gibi, yoksa bir şeylerin sürekli olarak gizli mi kalması gerekir?
Dînânî: Dudağı ısırmak, aşina bir kulağa sahip olmaktan dolayıdır. Burada bu sırların ne olduğunun hiç sorulmaması istenmiyor tabii ki… Bilakis söylenmek istenen şudur: Bunlar açıklansalar dahi, karşı tarafın ya da herkesin anlayabileceği şeyler değillerdir. Burada söylenen, asla soru sorulmaması gerektiği yönünde bir emir değildir. Burada “sorma” demek, “senin bunu anlayabileceğin aşina kulakların yok” demektir. Kişi bu soruları ancak aşina bir kulağa sahip olduğu zaman sorabilir. Hz. Âdem’in (a.s.) sırlara aşina kulakları vardı ve bundan dolayı sormuştu. Keza Hz. Hatmî Mertebet de (a.s.) aşina kulaklara sahipti ve Hakk’tan pek çok kelime (veya sır) almıştı. “Mâ evhâ”nın anlamının ne kadar yüce olduğunu asıl buradan anlayın. İşte sorulmaması gerekenler, bu ifadede gizlidir. “Âdem’e isimleri öğretti”[3] âyeti de aynı hakikate işaret etmektedir. Peki, “aşina kulaklar” hangi kulaklardır. Semâya açık olan kulaklardır. Hayvanların semavî kulakları yoktur. Onların kulakları içgüdülerinin kulaklarıdır.
Birazdan söyleyeceklerimden, aşina kulaklara kimlerin sahip olduğunu ve kişinin istediğinde kendisiyle arasına nasıl mesafe koyabileceğini rahatlıkla anlamak mümkündür. İnsan, başka şekilde de olabileceğini düşünen tek varlıktır. Bu soruyu kime sorarsanız sorun, o kimse size mutlaka başka şekilde de olabileceğini söyleyecek ya da geçmişe dönmesi mümkün olmasa da bunu en azından bir kez düşünecektir. Bunun yanı sıra insan [yine diğer varlıklardan farklı olarak], “başka bir şekilde de yaşayabilir(d)im” düşüncesine sahiptir. İnsan, sözünü ettiğim bu iki şeyi düşünebilir mi, düşünemez mi? Peki, onda bu düşüncelerin oluşmasını sağlayan şey nedir? Mesela bir hayvan, “keşke geçmişe dönebilseydim de başka türlü yaşasaydım” gibi bir şey düşünmez, düşünemez. İşte bu farkındalıklar, o aşina kulakların bir hüneridir. Yani kişinin, kendisiyle arasına mesafe koyabilme hüneri… Bu, aklın ve kalbin kulağıdır. Eğer insan bu “aşina kulaklar”a sahip olursa, bu gazelde beyan edilen tüm sırları anlayabilecektir.
Lârîcânî: Üstad, değinmiş olduğunuz bu konular çok ilginçti. Peygamber olmalarına rağmen, yine de onlar ile Allah arasında birtakım sırların olduğunu görüyoruz. Bu numunelerin birincisi, biraz önce âyetleriyle açıkladığınız Hz. Âdem’in (a.s.) kelimeleridir. Bir başka örnek ise, Peygamberimize (s.a.a.) atfen vahyedilen, “mâ evhâ” âyetidir. Fakat üçüncü örnek de bir hayli mühim: Hz. Mûsâ (a.s.) Kelimullah olmasına rağmen, Hz. Hızır (a.s.) ile bir araya geldiğinde, kendisine gizli kalmış nice sırların bulunduğunu fark ediyor: “Derken, katımızdan bir rahmet verdiğimiz ve nezdimizden bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini buldular.”[4] Bu âyetlerde geçen “indinâ: katımızda” ve “ledünnâ” sözcükleri arasında ne gibi bir fark bulunmakta? Yoksa bunlar iki farklı dereceye mi işaret etmekteler?
Dînânî: Çok güzel bir soruydu. “Min indinâ: katımızdan” ifadesiyle “ledünnâ” arasında çok ince bir nüans bulunmakta ki, bu da fesahatin bir başka boyutuna işarettir. Bunların her ikisi de “katımızdan” anlamına gelmekte…
Lârîcânî: Evet, bunlardan ilki “katımızdan bir rahmet” ifadesiyle kullanılırken, diğeri “katımızdan bir ilim” ifadesiyle kullanılmış…
Dînânî: Ne ilginç bir ayrım… Bunların her ikisi de yaklaşık olarak aynı anlama gelmektedir. Ancak ne var ki, gerçekte iki ortak sözcük değildirler. Bazıları bunların eş anlamlı olduklarını savunabilir. Hayır, böyle değildirler. Birbirlerine yakın bir anlamda olsalar da, eş anlamlı oldukları söylenemez. Rahmet, “min indinâ” iken, ilim “ledünnâ”dır. O halde rahmet ve ilim arasındaki farka bakmamız gerekir.
İlk olarak bizlerin, tüm bu âlemlerin Hakk’ın bir rahmeti olduğunu kabul etmemiz gerekir. Tüm varlık, Hakk Teâlâ’nın rahmetidir. Diğer taraftan tüm bu âlemler, aynı zamanda Hakk Teâlâ’nın ilmidirler de. Allah hem Rahîm hem de Âlim’dir. Bu ikisi, O’nun sıfatları arasında yer almaktadır.
Lârîcânî: “Rahmeti her yere yayılmış ve ilmi her şeyi kuşatmıştır.”[5]
Dînânî: Evet. İlmi her şeyi ihata etmiş, rahmeti de her yeri kaplamıştır. Bu ifadelerin ikisi de güçlü ve önemlidirler. Kuşatmak mı daha güçlüdür, yayılmak mı? Yayılmada olup da kuşatmada olmayan bir şey var mıdır? Ya da tam tersini de sorabiliriz… Yayılmada mevcut olan her şey, kuşatmada da mevcuttur. Buradan nereye varmaya çalışıyorum? Yayılmamış bir ihata var mıdır? Kuşatıcı yani muhit olan her şey, yayılı ve kapsamlıdır. Buradan yola çıkarak, ilmin ve bilincin her şeyden daha yüce olduğunu söylemek istiyorum. Her şey, Hakk’ın ilminin bir sonucudur. O’nun rahmeti bile, ilminin bir tezahürüdür. İlim mi Hakk’ın rahmetinin bir tezahürüdür, yoksa rahmet mi Hakk’ın ilminin bir tezahürüdür? İlim, Hakk’ın rahmetinin bir tezahürüdür. O halde ilim “ledünnâ”, rahmet “indinâ”dır.
Feyz-i Kâşânî’nin gazelindeki bir diğer incelik ise, hem ledünnâ’nın hem de indenâ’nın korunması gerektiğidir. Hakk’ın katından olan şey – ister indenâ olsun, ister ledünnî – insandan ya da başka bir varlıktan kesildiği an, o varlık ya yok olmuştur ya da artık Şeytanî ve zulmânî olmuştur. Her yeri aydınlatan şey, Hakk’ın o nurudur. O’nun nuru her yere yayılmış ve her şeyi kuşatmıştır. Eğer kulaklar aşina olursa, her şeyi yerli yerinde ve Rahmanî görür, her şeyde bir hayır ve iyiliğin olduğuna inanır. Böylesi kulaklara sahip bir kimsenin, neredeyse evrende “şer” olarak nitelendirebileceği hiçbir şey kalmaz. Bu kulaklara sahip olan tek varlık insandır.
Lârîcânî: “Kelime”nin kendisi de, ilmî ihatanın bir mazharıdır. Hz. Mûsâ (a.s.) tam da bu nedenle “Kelimetullah” olmanın mazharıdır. Belki de bu yüzden o, Hz. Hızır’ın (a.s.) sahip olduğu ilmî ihataya sahip değildi.
Dînânî: Çünkü kelimelerin de mertebeleri vardır. Hz. Hızır’ın (a.s) bâtınî bir makamı vardı. Hz. Mûsâ da (a.s) böyleydi elbette. Hatta daha sonraları çok arzu ettiği bu makama ulaşmıştır da. Nihayetinde o, Tûr Dağı’na çıkmış ve “Allah, Mûsâ ile konuştu”[6] âyeti vaki olmuştur. Hz. Hızır’ın (a.s.) bâtınî bir makamı varken, Hz. Mûsâ’nın [nübüvvet hasebiyle] hem zâhirî hem de bâtınî bir makamı vardır. Ne var ki, onların bu buluşmasında, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) zâhirî makamı ya da yönü, bâtınî makamına galip gelmişti. Hz. Hızır (a.s.) ise bâtının bâtınıdır. Âlemin tüm sırları tek bir kelimede –ve elbette ki Feyz-i Kâşânî’nin bu gazelinde– toplanmıştır: Bu kelime, göz ardı edebileceğiniz bir kelime değil. Eğer bu kelime kabul görmezse, tüm sırlar önemini yitirir, aşina kulaklar da bir anlam ifade etmez. Her şeyin bâtına uzanacak bir yolu vardır. Modern bilimler ve pozitivizm, bâtınî (içrek-ezoterik) ilimleri kabul etmiyor. Sadece deneye konu olan şeyler önemli onlar için. Deneyin konusu olan şeyler ise bâtınî değil, zâhirî şeylerdir. Eğer bu kimselere deneye konu olan şeylerin bâtınî bir veçhelerinin de bulunduğunu söyleyecek olsanız, bunları kabul etmediklerini söyleyeceklerdir. Bu kimselerin savaşı, bâtınî ve kutsal şeylerledir. Günümüz insanının problemi de burada gizlidir. Son sürat ilerleyen bilim ve teknolojinin ilerleyişlerini onlar için bir kemâl saysak bile, bu kemâl insanî değil hayvanî bir kemâldir. Ya da şöyle ifade edeyim: Bu, semavî değil, dünyevî bir kemâldir. Hayvanî ve dünyevî bir kemâl... Hiç çekinmeden şunu söylemeliyim ki, bilim ne kadar ilerlemiş olursa olsun, insanı ancak hayvaniyette ilerletebilmiştir (kemâle erdirmiştir). Yani o, insandan (bir insân-ı kâmil değil), bir hayvân-ı kâmil yaratmıştır. Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) insân-ı kâmildir. Peki, o, teknolojiyle mi kâmil olmuştu? Hayır. Neticede, teknoloji olmadan da insân-ı kâmil olunabilir. Teknolojinin kâmil kıldığı doğrudur; fakat sadece dünyevî ve hayvanî boyutta… İnsanın semavî boyutunu kâmil kılacak olan nedir? O “aşina kulaklar”dır. Bizler burada deneyi ve deneyselliği itibarsızlaştırmaya çalışmıyoruz, elbette. O da kendi yerinde muteberdir, zira… Tam da bu noktada şu genel felsefî kuralı zikretmeden geçmek olmaz: Bu dünyada deneye konu olabilen (ya da gelecekte konu olabilecek) her şey, malûldür (sonuçtur), illet (neden) değildir. Tüm bu âlemi tek bir malûlde özetlemek de mümkün değildir. Bunların hepsinin ardında bir illet mevcuttur. Bizim, sadece şeyler arasındaki ilişkisel nedenleri anlayan bir zihnimiz var. Ne yazık ki gerçek anlamda ve nefsü’l-emrî olarak illeti anlayabilecek ve ona odaklanabilecek bir zihne sahip değiliz. Biz sadece deneyi yapılabilen malûlü tanıyabilmekteyiz. Hele ki bu illet, ledünnî ise, onu tanıma şansımızı hepten yitirmekteyiz… Bunlar ilâhî ve nebevî ilimlerdir.
Lârîcânî: İmam Hüseyin de (a.s.) Âşûrâ günü okuduğu üç hutbede aynı noktaya işaret etmişti: “Ben tüm nebîlerin sırlarının taşıyıcısıyım; ancak duyan (ya da aşina) kulaklar nerede?”
Sonrasında Feyz-i Kâşânî, şiirine şu şekilde devam ediyor:
“Bu âlemde kalp ağrısını tedavi edecek tabip nerede?”
Dînânî: Cismi (yani bedeni) tedavi edecek doktor çoktur, peki, ya ruhânî tabipler? Onlar da bu kadar fazla mı? Bunlara hiç ihtiyacımız yok mu? Ruhumuzun yücelişi manevî ve ilâhî tabiplere ihtiyaç duyar. İşte bu tabipler, kalbe deva olurlar. Sadece bedenin mi ağrısı vardır, kalbin ağrısı yok mudur? Bu acıları çekenler kime gitsinler, kimden yardım istesinler? Hele kendilerini anlayacak aşina kulaklar da yoksa etraflarında, ne yapacaklar? Kalbinde binlerce gam, keder ve sır var, ama bunları söyleyebileceği insan yok. Bedeninizdeki herhangi bir ağrının çaresi vardır; ilaç kullanır ya da en kötü, ameliyat olursunuz ve geçer. Ancak manevî acılar ve gamla yüklü bir kalbin acısı… Bunları kime söylemeli? Bu ağrı, tüm ağrılardan daha acı vericidir. Hz. Mevlâ Emîru’l-Mü’minîn Ali’nin (a.s.) gecenin bir yarısında kuyulara haykırışı niçindi? O, kalbinin sırlarını kuyulara söylüyordu. Bu ne demektir? Onun kalbinde acılar ve sırlar vardı, ancak heyhât… Bunları anlatabilecek, anlatsa da anlayabilecek aşina kulaklar yoktu etrafında. Bu anlattıklarım, her âkil insanın bir kalp acısının olduğu anlamına gelir. Akıllı olup da dert sahibi olmayan hiç kimse yoktur. Diğerlerinden oldukça yüksek bir seviyede düşünen bir kimsenin gamsız olması düşünülebilir mi? Bu âlemde hüzün ve gamı deneyimlememiş bir kimse var mıdır? Gam gayet insanîdir ve kişi ne kadar âkil olursa, gamı ve sancısı da o kadar daha fazla olur. Bu acıların ve gamların tedavisi, aşina kulaklardan geçer. Bu aşina kulaklar, tarihin bazı dönemlerinde nispeten fazla iken, bazı asırlarda da oldukça azdır. İmam Ali’nin (a.s.), “Gözümde diken, boğazımda kemikle bekledim” ifadesi, onun sonsuz hüznünü ve acısını beyan etmenin yanında, aynı zamanda oldukça fasih ve beliğ bir ifadedir. Bir kimse, acısını ve üzüntüsünü bu benzetmeden daha güzel bir şekilde beyan edemezdi. Boğazınıza bir kemiğin takıldığını düşünün, gözlerinizde de bir diken… Diken gözlere batıp dururken, kemik de sizi boğar gibidir. İşte o kalp acısı ve gizli sırlar, insanda böyle bir hal meydana getirir! Eğer insanın manevî bir tabibi olursa, bunları ona açabilir. Şems-i Tebrîzî de, aşina kulaklara rast gelene dek, bir ömür boyunca konuşmamıştı. Bu kulakları kimde buldu? Mevlânâ’da. O, söyleyeceklerini bu kulaklarla karşılaştıktan sonra söyledi… Bundan öncesinde hiç konuşmamıştı.
Lârîcânî: Mevlânâ da böyleydi.
Dînânî: Evet. Her kulak aşina değildir ki… Burada nâmahrem kulaklara yer yok. Cebrâîl herkese gönderiliyor muydu? Cebrâîl vefat da etmiş değil, o hâlâ diri… Peki, Hz. Hatmî Mertebet’ten (s.a.a.) sonra kiminle konuştu? Hiç kimseyle. Çünkü aşina bir kulak yok.
Lârîcânî: Elbette ki bazı hadislerde, Cebrâîl’in Kerbelâ’ya Hz. Hüseyin’i (a.s.) korumak için geldiğinden söz edilmektedir.
Dînânî: Çünkü dinleyecek kulak bulmuştu.
Lârîcânî: Bazen kulak ve akıl bile bir kenara çekilir; hatta birer perde sayılırlar.
Dînânî: Bu oldukça yüce bir irfânî makamdır. Masum İmamların (a.s.), melekleri bile kendilerine bir perde gördükleri makamları vardır. Bu makam, artık kelimelerle ifade edilemeyecek bir makamdır ve müsaadeniz olursa, bunlara girmememiz yerinde olur.
Lârîcânî: İmam Hüseyin’in (a.s.) azameti! Neticede o, tüm peygamberlerin sırrıydı. Âşûrâ’nın en büyük sembolü, bizzat Seyyidü’ş-Şühedâ’nın kendisidir. Konumuzu bunlardan daha iyi tamamlayacak incelikler olamazdı.
Feyz-i Kâşânî, sonrasında şöyle devam ediyor:
“Kulağıma Elest’in nidâsı ulaştığında, saçımın her bir teli ‘Evet (belâ)’ diye haykırır
Hüseyin’in toprağını her kokladığımda, elim ayağım ‘Allah’ der”
Bizim biraz önce işaret ettiğimiz şeylere işaret ediyor.
Dînânî: Elest nidâsı, henüz âlem yaratılmazdan önce yankılanmıştı. O nidâ şu anda da yankılanmaya devam ediyor. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Aşina kulaklar, buna “Evet” diye cevap vermişlerdi. Biz bu nidânın sona erdiğini mi sanıyoruz?
Lârîcânî: “Duyduk” yerine, “Şâhit olduk” demişlerdi.
Dînânî: Bu, duymanın da ötesindedir. Bu ilâhî nidânın yankılanışı hiçbir zaman son bulmaz. Ancak yine burada da geçerli olduğu üzere, onu duyacak kulaklar yoktur maalesef. Eğer böyle kulaklar varsa, onlar bu nidâyı her zaman işitmeye devam edeceklerdir.
Lârîcânî: Âşûrâ’nın hakikati marifet, hikmet ve bilinçtir.
Dînânî: Hikmet ve maneviyat her zaman diridir. Bunlar ölüp yok olacak şeyler değillerdir ki… Burada tam aksine, kulakları kapanan ve paslanan, bizleriz. Eğer bunlar ölümlü olurlarsa, maneviyat olmaktan çıkarlar. Biliyoruz ki manevî şeyler hiçbir zaman ölmezler. Kelime ölebilir, ancak mana ölmez. Bizim manaya yaklaşmamız gerekir.
Lârîcânî: Vaktimiz de yavaş yavaş sona eriyor. Son olarak Feyz, gazelinin devamında şu beyti de terennüm ediyor:
“Kerbelâ’nın şehitlerinden haber veren Zeynep’in hutbelerini dinleyeyim.”
Burada Feyz-i Kâşânî’nin, sadece Şam’dan, Kûfe’den, Kerbelâ’dan değil de, Hz. Zeynep’in (s.a.) hutbelerinden de söz etmesi çok ilginç.
Dînânî: Çünkü onlardan ilâhî mesajı almak istiyor. Onun için önemli olan, amel değil mesaj.
Lârîcânî: Evet. Kerbelâ’nın haberini Kerbelâ’nın şehitlerinden almak yerine, Hz. Zeynep’in (s.a.) kelâmından (hutbelerinden) almak istiyor. Annemarie Schimmel’in de dediği gibi, Hz. Zeynep’in (s.a.) oturduğu harabe, harabe değil, “harabat”tır.
Dînânî: Tûr Dağı, bugün hâlâ mevcut. İşgal edilmiş Filistin topraklarında bulunuyor… Örneğin, Netanyahu oraya gitse, oradan bir şey anlar mı? Hakk’ın sadâsını işiten, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kulaklarıydı!
Lârîcânî: Evet, kesinlikle. Çok teşekkür ederiz, üstad. Yine çok istifade ettik bilgilerinizden.
İnşallah bizler de tıpkı Feyz gibi, araştırmacı ve susamış talipler olarak Ehlibeyt’in (a.s.) maarifinin ve hakikatlerinin peşinde oluruz her zaman…
Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Es-selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.
Medya Şafak
[1] Necm Sûresi, 10. âyet
[2] Bakara Sûresi, 37. âyet
[3] Bakara Sûresi, 31. âyet
[4] Kehf Sûresi, 65. âyet
[5] Kumeyl Duası’ndan.
[6] Nisâ Sûresi, 164. âyet