Donald Trump'ın ABD başkanlığına gelmesinden bu yana geçen
bu son birkaç hafta içinde, daha önce muhalefete rağmen dolaylı olarak başlayan
ve Nükleer Anlaşmaya yol açan Tahran-Washington müzakerelerine ilişkin tartışma
ve tahminler giderek artıyor. Ancak Trump, başkanlığının ilk döneminde, İran'ın
yapıcı iş birliğine rağmen anlaşmadan tek taraflı olarak çekilmiş ve Tahran'a
azami baskı çerçevesinde İran'a karşı en ağır yaptırımları uygulamıştır.
Bu bağlamda, İslam İnkılabı Rehberi Cuma günü (7 Şubat) Hava
ve Savunma Kuvvetleri Komutanları ile gerçekleştirdiği görüşmede, iki yıllık
müzakere, taviz ve alttan almalara rağmen sonuçsuz kalan tecrübelerden yararlanılması
gerektiğini belirterek şunları vurguladı: ‘ABD, kusurlarına rağmen aynı anlaşmayı
ihlal etti ve anlaşmadan çekildi. Dolayısıyla böyle bir hükümetle pazarlık
yapmak akılsızlıktır, mantıksızdır, onursuzluktur ve müzakere yapılmamalıdır.’
Nükleer Anlaşmanın yanı sıra, ABD'nin dünyadaki diğer
ülkelerle yaptığı taahhüt ve anlaşmaların geçmişine bakıldığında, bu
görüşmelerin ne kadar boş, hatta zararlı olduğu ortaya çıkmaktadır. ABD-Libya
anlaşması da bunun bir örneğidir.
ABD-Libya Arasındaki 2003 Anlaşması: Kader Niteliğinde
Bir Karar ve Amerika'nın Sözünü Tutmaması
1970'li ve 1980'li yıllarda dönemin Libya lideri Muammer
Kaddafi, nükleer, kimyasal ve füze programları geliştirerek Libya'yı bağımsız
bir güç haline getirmeye çalıştı. ABD'nin bu ülkedeki silahlı gruplara verdiği
destek ve siyasi müdahaleler, onu Batı'nın bir numaralı düşmanı haline getirdi.
1990'lı yıllarda yaygın yaptırımlar ve uluslararası izolasyonun ardından Libya
yoğun baskı altına girdi ve yavaş yavaş Batı'yla müzakerelere doğru yöneldi.
2003 yılında Kaddafi, Libya’nın politikalarını değiştirmeye
karar verdi ve özellikle nükleer programı olmak üzere silah programlarını
azaltmayı kabul etti. Bu karar Batı, özellikle de Amerika için büyük bir zafer
olarak değerlendirildi. Bu anlaşma, Libya siyasetinde büyük bir değişim ve
Batı'nın Kaddafi ve rejimine karşı düşmanca tutumunun sona ermesi olarak
görüldü. ABD açısından bu adım, Libya'dan kaynaklanan nükleer ve silah
tehditlerinin geçici olarak sona erdiğinin işareti oldu ve bu ülkenin Libya'ya
yönelik yaptırımları hafifletmesine yol açtı.
Bu anlaşma sonucunda Kaddafi, artık Batı'dan gelecek bir
tehdidin kalmayacağına ve özellikle ABD ile işbirliği yapıldıktan sonra
Libya'nın uluslararası topluma yeniden kazandırılması, hatta ekonomik
kalkınması için zemin hazırlanacağına inanıyordu. ABD, bu kararın ardından
Libya'ya uyguladığı ekonomik yaptırımları kaldıracağını ve bu ülkeyle ticari ve
diplomatik ilişkilerin kademeli olarak yeniden başlayacağını duyurdu. Aslında
Libya, modernleşmeye ve Batı ile işbirliğine doğru bir rota çiziyor gibi
görünüyordu ve Kaddafi için bu ihtimal bir başarı ve krizlerin sonu olarak
görülebilirdi.
Ancak zamanla ABD, jeopolitik değişimler ve Kaddafi'nin
iktidarının istikrarını yanlış anlaması nedeniyle bu taahhütlerinden yavaş
yavaş uzaklaşmaya başladı. Krizlerin ortaya çıkması ve Amerika’nın iç
politikalarında değişikliklerin yaşanmasıyla birlikte ABD ve Batılı ülkeler
verdikleri sözleri tutmamaya başladılar.
Bir süre sonra, 2011 yılında bu ülkeler harekete geçti ve
sonunda NATO öncülüğündeki askeri müdahaleyle Kaddafi devrildi ve Libya tam
kapsamlı bir iç savaşa sürüklendi. O dönemde kendilerini sözde özgürlük ve
demokrasi yanlısı olarak tanıtan ABD ve NATO, bu sözde düşüncenin kisvesi altında
Libya'nın içişlerine müdahale etti ve kısa sürede Kaddafi muhaliflerine
diplomatik ve askeri destek sağlamaya başladılar. Bu eylem, Libya'nın merkezi
hükümete sahip nispeten güçlü bir ülkeden parçalanmış bir ülkeye dönüşmesine
neden oldu. O dönemde çeşitli silahlı gruplar birbirleriyle çatışıyordu ve bu ülkenin
altyapısı tahrip edilmişti.
Verilen bu sözlerin tutulmamasının ardından Kaddafi'nin
akıbeti felaket oldu. Kaddafi rejiminin devrilmesi ve hükümet sisteminin
çökmesinin ardından ülke çeşitli grupların ve isyancıların savaş alanına döndü.
Batı'nın tehditlerinden, silah programlarını terk edip uluslararası denetimi
kabul ederek kurtulabileceğini düşünen Kaddafi, sonunda Batı'nın hiçbir desteği
olmadan ve büyük bir askeri saldırının ardından yakalanıp öldürüldü. Kaddafi’nin
akıbeti ve özellikle de acı dolu ve vahşi ölümü, son yüzyılın en büyük
diplomatik başarısızlıklarından biri olarak kabul edildi.
Sonuç olarak bu anlaşmalar ve ihlaller sadece Kaddafi
rejimini yıkmakla kalmadı, aynı zamanda Libya'yı da harap bir ülkeye
dönüştürdü. Libya içerisinde çeşitli kesimlerin iç savaşlara, insani ve
ekonomik krizlere maruz kaldığı bir dönem yaşandı. Bu durum Libya'da hâlâ devam
ediyor ve bu ülkede siyasal, ekonomik ve toplumsal krizler yaşanıyor.
2011 yılında Kaddafi'nin devrilmesinin ardından Libya, kaos,
iç savaş ve fiili parçalanmanın yaşandığı bir yer haline geldi. Merkezi
hükümetin çökmesiyle birlikte IŞİD ve El Kaide gibi silahlı gruplar, milisler
ve terör örgütleri hızla iktidara geldi. Kaddafi döneminde Afrika'nın en zengin
ülkeleri arasında sayılan Libya, NATO müdahalesinin ardından 10 yıldan kısa bir
sürede dünyanın en istikrarsız ve güvensiz ülkelerinden biri haline geldi.
BM tarafından resmi olarak tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti
güçleri ile Mısır, Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin desteklediği General
Halife Hafter komutasındaki güçler arasındaki iç savaş da ülkeyi ikiye böldü.
Bu çatışmalar altyapının tahrip olmasına, çok sayıda petrol tesisinin
kapanmasına ve yaygın bir ekonomik krize yol açtı. BM raporlarına göre,
Libya'da 2011'den bu yana yaşanan iç savaşta 20 binden fazla kişi hayatını
kaybetti, bir milyondan fazla kişi de yerinden edildi.
Kaddafi'nin devrilmesinden önce günlük yaklaşık 1,6 milyon
varil petrol üreten Libya, iç savaştan sonraki yıllarda petrol üretiminde
keskin bir düşüşle karşı karşıya kaldı. Öyle ki bazı dönemlerde bu ülkenin
petrol üretimi günlük 300 bin varilin de altına düştü. Petrol gelirlerindeki bu
düşüş ekonomik krize, artan işsizlik oranlarına ve ulusal para biriminin değer
kaybetmesine neden oldu. Libya'da insan ticareti ve yasadışı göç de hızla
artarken, bu ülke, Afrika'dan Avrupa'ya mülteci kaçakçılığının başlıca
merkezlerinden biri haline geldi.
Libya-ABD anlaşmasının en önemli derslerinden biri,
uluslararası siyasette güvenlik garantileri olmaksızın büyük güçlerin vaatlerine
güvenmenin telafisi imkânsız sonuçlar doğurabileceğidir. Kaddafi, silah
programlarından vazgeçilmesinin Libya'yı askeri saldırı riskinden kurtaracağına
ve Batı ile ilişkilerin önünü açacağına inanıyordu. Ancak pratikte bu karar onu
dış müdahalelere karşı daha savunmasız hale getirdi ve hükümetinin hızla
çöküşüne neden oldu.
Libya deneyimi, stratejik askeri planlara sahip ülkelerin
caydırıcı silahlarını kolayca terk etmeleri durumunda, giderek nüfuz altına
girmek ve rejim değişikliği için kolay hedefler haline geldiklerini
göstermektedir. Ekonomik baskılar ve uluslararası yaptırımlar nedeniyle
müzakereye zorlanan Kaddafi, yükümlülüklerini yerine getirdikten sonra
rejiminin bekası ve güvenliğinin hiçbir garantisi olmadığını anladı. Bu olaydan
çıkarılacak ders, uluslararası politikada müzakere etmek isteyen her ülkenin,
koşullar değiştiğinde Libya'nın başına gelen benzer bir akıbete uğramamak için
nüfuzunu koruması gerektiğidir.
Ayrıca Libya'nın düşüşü, Batı'nın bu ülkeleri zayıflatmak
için silahsızlanmayı nasıl stratejik bir araç olarak kullandığının bir
örneğidir. Kaddafi savunma planlarından vazgeçince, Washington ve müttefikleri
artık taahhütlerini sürdürmek için bir neden görmediler ve koşullar değişince
Libya hükümetine olan desteği kolayca kestiler. Bu, uluslararası gerginlikleri
azaltmak için müzakere etmeye çalışan ülkelerin, karşı taraf sözlerini tutmasa
bile, krizle mücadele edip krizi yönetebilecek kapasitede savunma ve caydırma
yapılarını sürdürmeleri gerektiğini gösteriyor.
Bugün Libya ve Kaddafi'nin akıbeti diğer ülkeler için bir ibret niteliğindedir. ABD merkezli Batı ile güvenlik anlaşması arayışında olan ülkeler, diplomatik garantilerin tek başına yeterli olmadığını, savunma gücü ve caydırıcılık sağlanmadan her türlü anlaşmanın aldatma ve zayıflatma aracı haline gelebileceğini bilmelidir. Eğer Libya silah programını sürdürseydi, bu ülkenin kaderi bugün farklı olabilirdi.