Şam’ın diplomatik hamleleri
Son altı ay, Şam yönetiminin uluslararası meşruiyetini
yeniden inşa etme çabalarında çarpıcı bir hız kazandığı bir dönem oldu. Ocak
2025’ten bu yana, 78 yabancı hükümet ve çok uluslu örgütten temsilciler, Şara
ve geçiş yönetimiyle görüşmek üzere Şam’a akın etti. Bu, modern tarihte eşi
görülmemiş bir diplomatik hareketlilikti. Suriye, 50 yılı aşkın süredir
uygulanan yaptırımların kaldırılması ve bölgesel ile uluslararası kurumlara
yeniden entegrasyonuyla, adeta bir “diplomatik rönesans” yaşıyor. Ancak bu
“rönesans”ın ve parlamanın bir bedeli var, o da İsrail’le iyi ilişkiler ya da
“normalleşme”. Bu uğurda ABD, daha önce yaptırımların kaldırılması için ileri
sürdüğü yabancı savaşçıların ülkeyi terk etmesi meselesinden bile vazgeçmişti.
Şam’ın İsrail ile normalleşme çabaları da bu sürecin bir
parçası. Mart 2025’te Şara, The Economist’e verdiği mülakatta, İsrail ile
normalleşmenin hassas bir konu olduğunu, ancak halk desteğinin bu süreçte
kritik olduğunu belirtmişti. Temmuz 2025’te, Abu Dabi’de İsrail Ulusal Güvenlik
Danışmanı Tzachi Hanegbi ile yapıldığı iddia edilen görüşme ve ABD’nin
aracılığıyla başlayan gizli Şam-Tel Aviv temasları, bu çabanın somut adımlara
dönüştüğünü gösteriyor. Eylül 2025’te BM Genel Kurulu öncesinde Şara ile
Netanyahu arasında planlanan olası bir görüşme, Trump’ın himayesinde bir
güvenlik anlaşmasının habercisi olabilir. Bu adımlar, Şam’ın sadece ekonomik
değil, aynı zamanda bölgesel güvenlik dengelerinde de aktif bir rol oynamaya
çalıştığını ortaya koyuyor.
ABD’nin denge arayışı
ABD, Şam’ın İsrail ile normalleşme sürecinde kilit bir
arabulucu ve garantör olarak öne çıkıyor. Temmuz 2025’te, ABD Suriye Özel
Temsilcisi Thomas Barrack’ın New York Times’a yaptığı açıklamada, Washington’ın
Şam’daki Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ile diyalog kurarak “sükuneti yeniden tesis
etme” hedeflediğini ve Suriye yönetiminin İsrail ile “anlamlı görüşmeler”
gerçekleştirdiğini belirtmesi, bu desteği açıkça ortaya koyuyor. Trump’ın,
İsrail’in Gazze’deki savaşını bitirmesi karşılığında Suriye ile normalleşme
önerisi sunduğu iddiaları, ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını dengeleme
çabasını yansıtıyor. Bu çıkarlar, özellikle İran’ın bölgedeki etkisini sınırlamak,
Suriye’nin istikrarını sağlamak ve İsrail’in güvenliğini garanti altına almak
üzerine kurulu.
ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi olan
Barrack, röportajında, yönetimin Suriye’yi, Trump’ın ilk döneminde İsrail ile
dört Arap devleti arasında diplomatik ilişkiler kuran İbrahim Anlaşmaları’na
dahil etmeye çalıştığını söyledi. Ancak Barrack, Suriye’nin yeni lideri Ahmed
Şara’nın iç kamuoyundan gelebilecek direnç nedeniyle bu sürecin zaman
alabileceği konusunda uyarıyor. “Şara, kendi halkı tarafından İbrahim
Anlaşmaları’na zorlanmış veya baskı altına alınmış gibi görünemez. Bu yüzden
sürecin yavaş ilerlemesi gerekiyor” şeklinde konuşuyor.
Gazeteye göre Barrack’ın çalışmalarının çoğu, yıkıcı
savaşlardan toparlanan Suriye ve Lübnan’ın kendi sorunlarını çözmeye yönelmesi
ve Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve diğer bölgesel ortaklardan destek
toplanması üzerine odaklanıyor. Trump’ın, demokrasiye açık destek yerine
ekonomik kalkınmaya öncelik veren yaklaşımının, önceki yönetimlerin Ortadoğu’nun
en karmaşık sorunlarını çözme çabalarından daha başarılı olup olmayacağı
belirsiz.
ABD’nin Şam’a yaklaşımı, sadece İsrail ile normalleşme
bağlamında değil, aynı zamanda Suriye’nin genel geçiş sürecinde de belirgin.
ABD’nin Şam’daki büyükelçiliğini yeniden açma planları, Şam’ın uluslararası
meşruiyetini güçlendirme çabasının bir parçası. Ancak bu süreçte, ABD’nin
SDG’ye yönelik tutumu sert bir dönüş yaptı. SDG’nin özerklik taleplerindeki
ısrarı, Washington’ın “tek devlet, tek ordu” vizyonuna ters düşüyor. Barrack’ın
“Tek yol Şam’dan geçer” açıklaması ve federalizmin Suriye bağlamında uygun
olmadığını vurgulaması, ABD’nin Şam’ı destekleme yönünde net bir tavır
aldığının göstergesi.
ABD Merkez Komutanlığı’nın yeni yetkilisi Bradley Cooper’ın,
Şara’nın görevde kalmasının Suriye’nin istikrarı için kritik olduğunu
vurgulaması, bu pozisyonu pekiştiren bir durum. Ayrıca, “Kararlılık Operasyonu”
kapsamında SDG’ye ayrılan askeri finansmanın en düşük seviyesine gerilemesi ve
fonların büyük ölçüde IŞİD kampları ile cezaevlerini güvence altına almak için
yönlendirilmesi, SDG’nin ABD nezdindeki stratejik öneminin azaldığını ima eder
nitelikte. Trump’ın son yürütme emriyle bu tesislerin sorumluluğunun Şam’a
devredilmesi, SDG’nin elindeki en önemli uluslararası nüfuz araçlarından birini
kaybetmesine yol açtı.
Şam’la müzakereler
SDG, Şam ile ilişkilerinde hem ABD’nin hem de bölge
ülkelerinin daha fazla baskısına maruz kalmakta. Mart 2025’te imzalanan 10 Mart
Anlaşması, Şam ile SDG arasında bir çerçeve sunmuş olsa da, 9 Temmuz 2025’teki
Şam zirvesi gibi son toplantılar somut bir ilerleme kaydedemedi. SDG’nin,
bağımsız askeri yapısını koruma, kuzeydoğuda “Suriye Demokratik Güçleri” adı
altında kalıcı bir varlık sürdürme ve Özerk Yönetim’in kurumsal yapısını
bozulmadan koruma talepleri, Şam’ın “tek devlet, tek millet, tek ordu, tek
hükümet” vizyonuyla çelişiyor. Bu talepler, Şam’ı ve arabulucu ABD ile
Fransa’yı hayal kırıklığına uğratmış durumda.
SDG’nin sahadaki eylemlerine ilişkin çok fazla haber geliyor
ancak bunların ne kadarı doğru teyit etmek güç. Örgütün Halep’in kuzeydoğusunda
ateşkes anlaşmasının silahsızlanma maddelerine aykırı olarak ağır silahlarını
yeniden konuşlandırdığı, Rakka ve Haseke’de geniş çaplı tünel inşaatları ve son
altı ayda 100’den fazla Arap vatandaşın (aralarında kadınların da bulunduğu)
gözaltına alınması, teyide muhtaç haberler… 19 Haziran’da Özerk Yönetim’in
Kamışlı Havalimanı’nı işletmek için “genel yönetim” kurma kararı vermesi ise
Şam’la arasında ilişkilerin biraz daha gerilmesine yol açmış görünüyor. Bütün
bu adımlar, SDG’nin Şam’la uzlaşmanın kendi özerk yapısını güçlendirme ilkesine
aykırı olmaması çerçevesinde ancak mümkün olacağını düşündüğünü gösteriyor.
Peki SDG taleplerinden geri adım atacak mı?
SDG’nin geleceği: Entegrasyon mu, çatışma mı?
SDG’nin özerklik taleplerindeki ısrarı, onu Şam ile
kaçınılmaz bir çatışma rotasına sokabilir. Şam’ın, güç kullanımında tekel olma
talebi ve SDG’nin tamamen dağıtılıp Suriye ordusuna entegre edilmesi gerektiği
yönündeki duruşu da uzlaşma olasılığını zorlaştıran bir başka husus. Öte yandan
SDG’nin, Şam zirvesinde 2025 sonu için belirlenen anlaşma süresini uzatma
talebi, ülkede yakın gelecekte bir anlaşma olma olasılığının giderek azaldığını,
bunun olacaksa daha uzun vadede gerçekleşeceğinin bir başka göstergesi olarak
görülebilir. Ancak gerek ABD gerekse bölge ülkelerinin sabırsız olduğu
görülüyor. Barrack’ın Ağustos 2025’i anlaşma için son tarih olarak belirlemesi,
SDG’ye yönelik baskıyı artırsa da SDG’nin de başta IŞİD meselesi olmak üzere
elindeki kozları var, ancak bunlar ne kadar işe yarayacak, belli değil.
SDG’nin bu süreçteki en büyük dezavantajı, zaman unsuru.
ABD’nin finansal ve askeri desteğini azaltması, IŞİD kampları ve cezaevlerinin
Şam’a devredilmesi ve bölgesel aktörlerin (özellikle Türkiye’nin) SDG’ye
yönelik artan tepkileri, SDG’yi giderek daha savunmasız bir konuma itiyor.
Muhtemelen daha önce SDG’yi destekleyen ancak şu an Şara’ya daha yakın duran
Körfez ülkeleri, başta Suudiler olmak üzere örgütten desteğini çekebilirler.
Şam’ın İsrail ile normalleşme çabaları, SDG’nin özerklik
taleplerini daha da marjinalleştirebilir. Böyle bir ihtimal mevcut ancak öte
yandan Şam İsrail’le ilişki kurarak mevcut zorlukları aşma ya çabalasa da
Suriye halkına rağmen İsrail’le ilişki kurma niyeti, duvara toslayabilir. BAE
zaten Şara ile İsrail arasında bir köprü rolü oynamasına oynuyor da Türkiye’nin
de bu role ve sürece destek verdiği yönünde güçlü şüpheler mevcut. Öte yandan
İsrail de her ne kadar Şara aleyhine kışkırtıcı açıklamalar yapsa da aslında bu
açıklamaların İsrail’in gerçek niyetini kamufle etme hamlesi olabilir. Zira
taraflar arasında gizli görüşmeler sürüyor. İsrail’in en büyük arzusu,
Suriye’yi İran’a karşı bir denge unsuru olarak kullanmak. Bu durum, Şam’a
avantajlar kazandırırken diğer taraftan da kendisi için bir saatli bombaya
dönüşebilir.
Özetle sürecin geneline bakıldığında durumun SDG açısından
hiç iç açıcı olmadığı, ABD’nin giderek Şam’a daha yakın bir tutum alması nedeniyle
Şam karşısında SDG’nin daha dezavantajlı bir pozisyona sürüklendiği
söylenebilir.
İslam Özkan