İşe yaramadığını iddia etmiyoruz, tam tersini gösteren
işaretler var: İktisatçı Arthur Cecil Pigou, hocası Marshall’ı şöyle övüyor:
“Marshall, iktisat biliminin, ne entelektüel jimnastik, ne de kendi içinde bir
amaç olarak gerçeği bulma aracı değil, ahlakın hizmetkârı ve pratiğin uşağı
olarak değerli olduğu inancına sıkı sıkıya bağlı kalarak, kendi çalışmalarını
bir ideal doğrultusunda sürdürmeye kararlı bir biçimde davrandı.” Bilimimiz en
özlü tanımı Pigou’nun övgüsünde buluyor: ahlakın hizmetkârı ve pratiğin uşağı.
Üstlenilen rol buysa, bugün boş matematik formülleri ve laf cambazlıkları
içinde boğulmuş olmasına şaşırmamalıyız. Bu sonuç, ahlakın hizmetkârı ve
pratiğin uşağı olmanın bir bedelidir.
Siyasal iktisat, daha yolun başında, dinamik ve tarihsel
süreci atlayıp, salt bir teorik model olmaya doğru yöneldiğinde, hizmetkârlık
rolünü gerçeğin arayıcılığına tercih ettiğinin işaretlerini vermişti. Şimdi ortada bir dolu formül var; bir bütün
olarak kapitalist üretim tarzının sırrını örten bu formüller irrasyoneldir,
sermayedarın günlük işlerini yürüttüğü hayali biçimlerin dogmatik bir
yorumudur. Siyasal iktisat, bu mantıksızlığa, bu tepetaklak âleme mantık
yüklemek gibi bir ikiyüzlülükle maluldür. Bir bilim olarak kutsanmıştır,
vardır, geçerlidir, çünkü belli bir sınıfın çıkarına hizmet etmektedir.
İktisat, varlığını, toplumsal geçerliliğine borçludur.
Gerçekliğin kaba bir tezahürünü veren bu formüller, bize,
toplumsal ilişkilerin, iktisadın diline çevrilmiş ve az çok akılcılaştırılmış
ipuçlarını verir. Bu sürecin, üretim -tüketim-bölüşüm-mübadele, toplumsal
ilişkilerden soyutlanmış olarak kavranması ve teknik bir süreç olarak
tanımlanması, gerçekte ekonomiye tabi toplum durumunun bir yansımasıdır.
Marx’ın belirttiği gibi burada, “…sermaye, emek ilişkisinin yeniden üretimi ve
yeniden üretimi, üretim ve değerleme sürecinin başlıca sonucu olarak
görünmektedir. (Oysa) Bu toplumsal ilişki, bu üretim ilişkisi, gerçekte sürecin
maddi sonuçlarından çok daha önemli bir ürünüdür.”Bu süreçte işçi kendini emek
kapasitesi olarak, karşıtını da sermaye olarak üretmekte, kapitalist de kendini
sermaye olarak ve karşıtını canlı emek kapasitesi olarak üretmektedir. Her biri
kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden üretmektedir.
Kapitalist, emeği yabancılaşmış emek olarak üretmekte; emek de, ürününü yabancı
ürün olarak üretmektedir. Piyasa toplumundaki haliyle, kapitalist işçiyi, işçi
de kapitalisti üretmektedir. Bu durumda, “Herkes kendi hesabına çalıştığına ve
ürettiği nesne kendisi için hiçbir anlam ifade etmediğine göre mübadele bir
zorunluluktur.” Birey, burada toplumsal güce bir nesne biçiminde sahip olur,
nesnelere bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık, burjuva özgürlüğünün alamet-i
farikasıdır.
Nesnelere bu bağımlılık, mülkiyet aracılığıyla kurulmuş
başka bir nesneleşme ile koşullanmıştır: “Emek, toprak, sermaye arasındaki
ilişki, iktisadın ele aldığı gibi şeyler arasındaki ilişki değil, düpedüz
insanlar arasındaki, toprak sahibi, sermayedar ve emekçi arasındaki ilişkidir.
İktisat, bu şeyleşmenin altında yatan nedenleri araştırmak yerine, onu
kendisine tartışılmaz bir sonuç olarak alır.” Siyasal iktisadın, oluş
aşamasında, ortaya attığı emek değer kuramı, bu ters yüz edilmiş ilişkide
yaratıcı yana vurgu yapmayı sürdürmektedir. Ancak bu da çok çabuk terk
edilmiştir, üstü örtülmüştür. Örneğin, Ayşe Buğra, 19. yüzyıl sonunda, nesnel
emek-değer kuramı yerini öznel fayda kuramına bırakırken, iktisadın yalnızca
maddi zenginlikle ilgili bir disiplin olmaktan çıkıp, genel bir seçim kuramına
dönüştüğüne dikkat çekiyor. Doğal
olarak, toplumsal gücünü nesnelere devretmiş “bencil ve rasyonel” bireyler bu
kuramın en önemli varsayımı haline geliyor. Rasyonel, çünkü faaliyetlerinde en
çok faydayı ve kârı sağlamak üzere en uygun araçları seçmekten başka bir şey
düşünmüyor. Bencil, çünkü devinmesinin tek nedeni kişisel çıkarıdır. Ancak
piyasa toplumu şartlarında hayal edilebilecek olan “homo ekonomikus” böyle
ortaya çıkıyor.
Yani iktisat, değerin kaynağını nesnelerin içerdikleri emek
miktarında değil, onları kullanan bireylerin değerlendirmelerinde ve
psikolojisinde aramaktadır artık. Sadık hizmetkârın korkusudur bu. Bilimin
gerçeği artık onun efendisine hizmet etmemektedir çünkü. İktisatçı William
Stanley Jevons, bu bilimin evrimine damgasını vuran korkuyu şöyle anlatıyor:
“Sayıları gittikçe artan ve örgütlenen işçi sınıfı siyasal ve ekonomik
özgürlüğümüzün gelişmesini durdurmaya yönelebilir. Bu yüzden emeğin hiçbir
biçimde değer yaratmadığını ortaya koyan bir kavram geliştirmeliyiz.”
İktisadın dili ve para
Bununla birlikte iktisat bir dildir. Dağıtıldıktan sonra,
iktisadın gereklerine göre yeniden organize edilmiş iktisadi bir toplumun
dilidir iktisat. Bu toplum tepetaklak bir toplum olduğu için iktisat da
tepetaklaktır. Bu toplum üretim sürecinin bir türevi haline getirildiği için,
toplumbilimden ayrılmış bir iktisattan söz edebiliyoruz. Bağımsızlığı, tıpkı
emeğin yaratıcı insandan, toprağın toprak sahibinden, sermayenin sermayedardan
ayrışması gibidir. Öyleyse her iktisat eleştirisi, ona bağımlılığını
hatırlatmalıdır. Toplumdan ayrı bir iktisat imkânsızdır, dediğimiz budur.
Demek ki daha başında, işe, tersyüz edilmiş ve
şeyleştirilmiş insan ilişkileri ile başlıyoruz; yabancılaşmanın, bu tersyüz
edilmiş ilişkilerin bir türevi olduğu tezinden yola çıkıyoruz. İlk yabancılaşma
şudur; üretim insan için olmaktan çıkarılmış, üretim üretim için yapılır hale
gelmiştir. İkincisi, sermayedar ne üretirse üretsin, asıl amacı onu paraya
çevirmektir, paradır. Paraya çevrilmediği sürece bu üretim düzeni kendini
tamamlayamamakta, eksik kalmaktadır. Süreç parada somutlandığı için, toplumun
bütün üretken güçleri paranın gücüymüş gibi görünmektedir.
Daha başında üretimi gerçekleştirmek için paranın aracılığına ihtiyaç duyulduğundan, kendisi de bizzat bir meta olan para büsbütün sihirli bir hal almaktadır. Artık basit bir değişim aracı değildir; o bütün mülkiyetin temsilcisi, bütün üretimin toplumsal özü, mübadele değerinin cisimleşmiş biçimi olarak başlı başına bir amaç haline gelmiştir. “Somut, elle tutulur bir nesne olarak para, keyfi bir biçimde aranabilir, bulunabilir, çalınabilir, keşfedilebilir ve genel zenginlik böylece elle tutulur bir biçimde bireyin mülkiyetine geçmiş olur. Para salt dolaşım aracı biçiminde iken oynadığı uşak rolünden aniden çıkıp, metalar dünyasının efendisi ve Allah’ı kesilivermiştir. Dünyevi metaların, ‘öbür dünyadaki karşılığı’ haline gelmiştir… Bu tıpkı özel bir taşı (Büyücü ve simyacıların ünlü filozof taşı) bulmamın, bana, benim bireysel kimliğimden tümüyle bağımsız olarak, tüm bilimlerin sırrını kazandırması gibi bir şeydir. Para sahibi olmakla benim toplumsal zenginlik karşısında edindiğim konum, ‘filozof taşının’ bilimler karşısında bana sağlayacağı konumun aynısıdır.” Basit bir mal hırsı değildir bu, başlı başına soyut zenginlik hırsıdır. “Para, o halde zenginlik hırsının sadece hedefi değil, aynı zamanda yaratıcısı, kaynağıdır.” Toplumsal gücün bir nesne halinde cisimleşmesi, bir nesne parçasının başlı başına toplumsal amaç haline gelmesidir. “Toplumsal güç -tesadüfen bulunabilen, çalınabilen, biriktirilebilen- bir nesne haline geldiği anda, kendisine gücünü veren toplumsal temelden bağını koparmış demektir.”
Para tanrının gücü ve güçsüzlüğü bu soyutluğundadır; bir
yandan kendi içinde bir güçtür ve gücünün sınırı yokmuş gibi görünmektedir. Öte
yandan bir yanılsama, insanın kendi yarattığı ve kendisinin karşısına diktiği
bir hayalet olduğu apaçık ortadadır. “Toplumsal gücün elle tutulur biçimi
olduğu varsayılıp biriktirilirse, cimrinin yastığına doldurduğu paralar gibi,
hiçbir toplumsal anlam ifade etmeyen nesne parçalarına dönüştüğü görülecektir.
Tüm toplumsal değerlerin genel temsilcisi olarak, onları elde etmenin asli
aracı olduğu varsayılıp tüketilirse, genel bir tüketim hırsına dönüşüp,
toplumsal değerlerin asıl kaynağı olan üretimi, emeği saf dışı ederek, sonuçta
kendi varlığının temelini yok edecektir. Nihayet, üretimde paralel bir artışa
bağlı olmaksızın başlı başına bir amaç olarak arttırılırsa, satın alma gücünü
yitirerek toplumun ve özellikle toplumdaki para sahibi kesimlerin yıkımına yol
açacaktır.” Öyle bir şeyle karşı karşıyayız ki, bir yandan büyük güç olmasına
karşılık elde tutulamıyor, biriktirilemiyor, sonuna kadar tüketilemiyor,
arttırılamıyor. Ama öte yandan hareket ettiği sürece, sürekli güçleniyor,
büyüyor ve yeni hareketler talep ediyor. Ona sahip olduğunuzda bile
parmaklarınızın arasından hiçbir iz bırakmadan geçip gidiyor. Örneği var:eni
dünyada paraya benzer ne varsa bulup getiren İspanyollar yoksullaşırken, onu
İspanyollardan almak için çalışan toplumlar zenginleşmişlerdi. O zamanlar para
hâlâ o eski biçimini korumaktaydı: Para da tanrı da hepimizi
zenginleştirebilir; ama yeterince çalışmak şartıyla.
Soyut olan sadece para değildir. Kapitalist gelişimin tarihi
aynı zamanda onun toplumsal ilişkilerden soyutlanmasının da tarihidir. Nasıl
toplumun üretici güçleri; emek, toprak, sermaye biçiminde nesnelerin güçleri
haline gelmişse, nesnelerin güçleri de paranın gücü haline gelmiştir.
“Toplumsal gücün elle tutulabilir biçimi olarak para” eğer “toplumsal güçten
ayrılabiliyor”sa, üretim sürecinin bir parçası olması gereken sermayenin de
“mali sermaye” olmasında da bir engel yoktur. Harry Samuel Magdoff, bunun fiili
sonucunu şöyle özetliyor: “Müteveffa Profesör Schumpeter bir keresinde para
piyasasının, kapitalist sistemin karargâhı olduğunu söylemişti. ABD’nin
kapitalist dünyanın lideri haline gelmesinin, New York şehrinin uluslararası
finansın tartışılmaz merkezi haline gelmesine ve ABD dolarının kapitalist
dünyanın uluslararası parası haline gelmesine rastlaması, hiç şüphesiz ki, bu
anlamdadır.” Demek ki, paranın gücü, onun ne kadar hızlı ve ne kadar geniş bir
alanda hareket ettiğine bağlıdır. Kapitalist emperyalizmin yeni istila
ordusudur bu; gittiği her yeri talan ederek, yakıp yıkarak işgal etmektedir.
New York, İkinci Savaştan sonra büyümüştü, çünkü savaşı finanse etmişti. Hâlâ
büyüyordu çünkü barışı da finanse ediyordu.
Haliyle, para, daha çok bu merkezlerde, bağımsız bir güç
durumuna yükseliyor, böylece meta üretimi, önemini yitiriyor, kârların büyük
bir kısmı para oyunları yapan simsarlara akıyordu. Böylece para, sahibine,
üretim sürecine bizzat girmeden üretimden en büyük payı alma olanağı veriyordu.
İlk emperyalist merkez -Londra- “bütün dünyanın atölyesi
iken”, yeni emperyalist merkez -New York- “bütün dünyanın bankası”ydı. Lenin’in
deyişiyle, serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt
edici niteliği meta ihracıyken tekellerin hüküm sürdüğü yeni kapitalizmin ayırt
edici niteliği sermaye ihracıydı. Dolaşımın üretime galebe çalmasını sağlayan
süreç, yalnızca bir mübadele aracı olarak görünen paranın da bütün sürece
galebe çalmasına neden olmuştu. Para, bu sürecin özetiydi; devredilmiş,
şeyleştirilmiş toplumsal güçlerinin temsilcisiydi.
Haliyle daha hızlı ve daha geniş bir coğrafyada hareket
isteği onun doğasındandır. Nasıl meta ihracı, diğer ülkelerdeki meta üretimini
tahrip ederek ilerlemişse, para da diğer ülkelerdeki parayı tahrip ederek
ilerler. “Gelişmekte olan ülkelerdeki geçim masrafları ile gelişmiş ülkelerdeki
geçim masrafları arasında kayda değer farklılıklar bulunmasına karşın, (yapısal
uyum programı altında) ticaret liberalizasyonu ve yurtiçi mal piyasalarının kuralsızlaştırılması
ile bütünleşen devalüasyon, yurtiçindeki fiyatların ‘dolarizasyon’una yol açtı.
Temel gıda ürünlerinin yurtiçi fiyatları giderek dünya piyasalarındaki
düzeylerine çıkarıldı. Bu yeni dünya ekonomik düzeni, mal fiyatlarının ve tam
olarak bütünleşmiş bir dünya mal piyasasına dayanmasına karşın, iki farklı
‘emek piyasası’ arasında giderek tam bir su geçirmezlik durumu yaratıyor. Bir
başka deyişle, söz konusu küresel ekonomik sistemin ayırt edici özelliği,
zengin ve yoksul ülkelerin ücret ve emek maliyeti yapılarındaki ikilik.
Fiyatlar tekleştirilir ve dünya düzeyine yükseltilirken, Üçüncü Dünya ve Doğu
Avrupa’daki ücretler (ve emek maliyetleri) OECD ülkelerindekinden 70 kat düşük
durumda.” Aynı kaynağa göre, döviz işlemlerinin günlük hacmi 1 trilyon
düzeyinde ve bu miktarın yalnızca yüzde 15’i gerçek mal ticaretine ve sermaye
hareketlerine tekabül ediyor. Bu küresel mali ağ içinde para, bankacılık
merkezleri arasında, görünmez elektronik transferler sayesinde çok yüksek bir
hızla hareket ediyor. Yani, bankalar arasında dolaşan paranın sahiplerinin
tamamı “saygıdeğer” bankacılardan ibaret değil. Örneğin mafya bu sürecin gerçek
temsilcileri olarak ortaya çıkıyor ve mali sermayenin egemenliği düzenin
mafyalaşması anlamına geliyor. Bu soyut zenginliğin inanılmaz hızlarla
büyümesi, emperyalist merkezlerde yoğunlaşmış bir avuç süper ailenin dünyanın
bütününü kontrol etmesine neden oluyor.
Haute Finance’ın Büyücüleri
Paranın bağımsızlaşması, yeni bir yüksek sınıfın, mali
oligarşinin oluşmasının da nedenidir. Bu sınıfın tarih sahnesine çıkması 19.
yüzyıldadır. Karl Polanyi, hanedanların ve piskoposların yerini uluslararası
bankacılar çevresinin oluşturduğu bu “yüksek maliye” sınıfını (haute finance)
şöyle anlatıyor; “Rothschildler hiçbir hükümete tabi değillerdi; bir aile
olarak soyut enternasyonalizm ilkesini benimsemişlerdi; bağlılıkları bir
şirketeydi, kredisi, hükümetlerle hızla büyüyen dünya ekonomisi içinde sanayiye
yönelik çabalar arasındaki tek uluslarüstü bağı oluşturan bir şirkete. Son tahlilde,
bağımsızlıkları çağın hem devlet adamlarının hem de uluslararası yatırımcıların
güvenini kazanmış özerk bir aracıya duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanıyordu; Avrupa
başşehirlerine yerleşmiş Yahudi banker hanedanlarının metafizik
mekânsızlıklarının neredeyse kusursuz bir biçimde karşıladıkları işte bu hayali
ihtiyaçtı. Barışseverlikten başka her şey atfedilebilirdi onlara; servetlerini
savaş finansmanından elde etmişlerdi; ahlak kuralları onlara işlemezdi;
önemsiz, kısa, yerel savaşlara hiçbir itirazları yoktu. Ama büyük devletler
arasındaki yaygın bir savaşın sistemin parasal temellerini etkilemesi durumunda
işlerinin bozulacağı açıktı.” Rothschildler Avrupa iç savaşını finanse ederek
büyümüşlerdi ve mali sermayenin ilk tezahürleriydi. Polanyi, “Örgütsel olarak,
yüksek maliye insanlık tarihinin ürettiği en karmaşık kurumlardan birinin
çekirdeğiydi. Sanayi ve ticarete yönelik insan çabaları bütünün bir çeşit
kopyasını oluşturuyordu” diyor.
Tabii, bu gelişmenin-paranın bağımsızlaşmasının- neden
özellikle Yahudi kökenli sermayedarların öne çıkmasına sebep olduğunu
bilmiyoruz. Yahudi bezirgânlar yurtsuzdu, bağlılıkları zayıftı, haliyle
dünyanın bütününü bir pazar olarak görme eğilimindeydiler ve daha tarihlerinin
ilk aşamasında başkaları için aşılmaz görünen sınırları aşmayı becermişlerdi…
Cevaplardan biri budur. Polanyi’nin,
“yüksek maliye” sınıfına örnek olarak Yahudi Rothschild ailesini vermesi
rastlantı değildi haliyle. Zaten gezgindiler ve dünyanın her yerinde yeni fırsatlar
yakalama şansına her zaman sahiptiler: “Yahudiler, İngiltere’nin muhtemelen ilk
bankerleriydi. Kredi sisteminin gelişmesiyle birlikte, refahın yaratılması
yolunda Yahudilerin en büyük katkısı kağıt tahvillerin halk tarafından
benimsenmesini sağlamak oldu. Bütün dünyayı bir tek büyük piyasa olarak
gördüklerinden, tahvil kullanımını güvende oldukları yerler kadar riskte
oldukları yerlerde de hızlandırdılar. Gurbetteki Yahudilerin onlara verdiği
global perspektif öncü olmalarını sağladı… Ülkesi olmayan bir ırk için,
dünyanın her köşesi kendi evi sayılıyor… Yahudilerin mali ve ticari
faaliyetleri 18. yüzyılda o kadar gelişti ki, bazı iktisat tarihçilerinin
ifadesiyle ‘insan onları kapitalist gücün lokomotifi gibi’ görüyordu.”Kapitalizmin
bir “Yahudi icadı” olarak görülmesinin arkasında işte bu “köksüzlük” vardır.
“Yahudi Tarihi”nde Alman sosyolog Werner Sombart’ın ilginç
bir tezinden söz ediliyor. Buna göre, Yahudiler Avrupa’da esnaf birliklerinden
ihraç edildiklerinden, Orta çağın ticaret kurallarına karşı derin ve yıkıcı bir
antipati geliştirmiş ve onu ortadan kaldırarak, yerine rekabetin sınırsız
olduğu, müşteriyi memnun etmenin tek geçerli kanun olduğu kapitalizmi
yerleştirmişlerdi. Tabii, kapitalizmi bezirgân Yahudilerin icat ettiği tezini
ciddiye alamayız. Ancak kapitalizmin Yahudi için avantajlı koşullar yarattığı
kuşkusuzdur. Yahudilerin, Batıda, gelenekleri yıkıp, bütün ticari ilişkilerin
“rasyonelleştirilmesi”nde önemli roller oynadıkları kesindir. Polanyi’nin,
“ahlak kuralları onlara işlemezdi” derken kastettiği budur. Tek kuralın kâr
olduğu sistem, başlangıçta büyük ölçüde Yahudi bezirgân ahlakının üzerine
oturuyor gibi görülüyordu. Çünkü kapitalizmin yolunu yıkarak açtığı henüz fark
edilmemişti. Zaten bu gelişmeden rahatsız olan herkes kapitalizme değil Yahudi
bezirgânlara bakıyordu. Haliyle kapitalizmden duyulan kuşku ve tepki Yahudiler
üzerinden ifade ediliyordu. Halbuki her şey kapitalizmin doğasına ve tarihine
uygundu; Yahudilerin doğuştan gelen ayrıcalıkları yoktu, aristokrat değillerdi,
ayrıca hemen her yerde ayrımcılığa uğruyorlardı, onlar da paranın izinden
giderek ayrıcalıklı bir sınıf haline geldiler. Bu sadece Yahudi zenginlerin
değil bütün burjuva tarihinin özetidir.
Önde gelen Yahudi aileler burjuva olmaya doğru kararlı
adımlarla ilerliyordu. Örneğin Rothschild ailesinin yükselişi, neredeyse başlı
başına bir yüksek finans öyküsüydü. Ticaret gelişmek için uygun bir ortam
bulmuştu. Paraların istikrarının ve mevduat sahiplerinin güveninin artması
ülkeler arasında ticarete daha güçlü bir temel sağlıyordu. Artık parasını sınır
ötesine taşımak isteyen bir kimse için daha geniş bir hareket alanı vardı.
Tacirlere pamuk ve yünün bedelini satmadan önce ödeme olanağı açılmıştı. Ne var
ki bu işler güvenilir şebekelere, hızlı haberleşmeye bağlıydı. Banka sisteminin
henüz gelişmediği böylesi bir ortam, değişik şehirlerde güçlü bağlantıları olan
aileler için büyük bir avantajdı.
Gerisi bir kaynakta şöyle anlatılıyor: “Frankfurt’da 18.
yüzyılın ortasında Mayer Amschel Rothschild bu süreci daha da ileri götürdü.
Dokuma ve nakit üzerinde iş yapmaya başladı; askerlerini başkalarına
kiralayarak servetini arttıran mahallin hükümdarı, korkunç zengin
Hesse-Cassel’den Landgrave’in para-değiştirme ve iskonto senetlerini de
ticaretinin kapsamına aldı. Rothschild beş çocuğunu Avrupa’nın para merkezlerine
gönderdi -Paris, Viyana, Napoli, Londra ve Frankfurt- ve böylece uluslararası
bir bankacılık kurumunu beş ok işareti altında kurdu. Napolyon, Hesse-Cassel’i
işgal ettiğinde, Landgrave Danimarka’ya kaçtı ve Rothschild efendisinin
servetini yatırarak ve Napolyon savaşlarında ablukadan ve kıtlıklardan
yararlanarak, ödünç vererek, sınır dışına para aktararak korkunç kazançlar
sağladı… Avrupa kıtasının karmakarışık durumunda Rothschildler kendi
uluslarüstü istihbarat şebekesini kurdular: hızlı posta gemileriyle, ajanlarla,
posta güvercinleri ve kuryelerle. Öyle ki Waterloo zaferinin haberini ilk önce
onlar aldılar. Barışın dönüşü ile Rothschildlerin para gücü ezici olmuştu.
Matternich’in sekreteri Gentz ‘Şu bayağı ve cahil Yahudiler şimdi Avrupa’nın en
zengin milleti oldular’ diyordu. Avrupa’nın hızla gelişen başkentlerinde, beş
kardeşler kısa zamanda süratleri ve uluslararası istihbaratları sayesinde kelli
felli özel bankacıların yıldızlarını söndürdüler; demiryollarına, sigorta
kumpanyalarına ve yabancı projelere para yetiştirdiler. Londra’da hâlâ Alman
şivesi ile konuşan, Rothschild’in iri kıyım gölgesi, borsada hep yeğlediği
sütunun altında, Avrupa’nın bankacılarının öncüsü, siyaset ve paranın
etkileşimini herkesten daha iyi kavrayan kişi olarak kabul ediliyordu. Yeni
burjuva servetin sürek avında Rothschildler uluslararası kapitalizmin ustaları
sayılıyorlardı; kendisi de bir bankacının oğlu olan şair-filozof Heinrich Heine
‘Para tanrıdır, peygamberi de Rothschild’ demişti.” Para tanrı olunca onun peygamberinin
bir Yahudi olması kaçınılmazdı. Burjuva mesleği bir Yahudi mesleğiydi artık.
Bunun tarihsel bir nedeni var; “soylu” olamadıkları için toprak sahibi de
olamıyorlardı. Onların bu sınırlılığı aşmasının tek yolu burjuvalara
dönüşmeleriydi. Paranın izinden gittiler.
Bezirgânlık, soylular dünyası için lanetli, utanç verici bir
işti. Batı’da bir malın duruma göre farklı fiyatlandırılması bile çok sert
tepkilerle karşılaşıyordu. Oysa gezgin Yahudi bezirgânlar, duruma ve konuma
göre bunun rahatça değiştirilebileceğini biliyordu. “…daha yüksek bir ciro
karşılığında daha küçük kârlara razıydılar. Buna bağlı olarak fiyatları
düşürmek için büyük çaba sarf ettiler. Kodaman tüccarların aksine, kalitesi
daha düşük ve ucuz bir ürünü halk piyasasına sürmeyi tercih ediyorlardı…
Yahudilerin fiyat kırma kabiliyeti birçok yoruma ve öfkeye yol açtı: Hatta
hacizli malların ticaretini yapmakla suçlandılar. Aslında rasyonelleşmeye dahil
bir davranıştı, Yahudiler elde kalanlarla ticaret yapmaya hazırdılar ve
atılacak ürünler için kullanım sahaları bulmayı başardılar. Daha ucuz
hammaddeleri ve sentetik maddeleri kabul ediyorlardı. Fakirlere düşük kaliteli
mal satıyorlardı, zaten fakirlerin alım gücü de ancak onları
karşılayabiliyordu. Bugünkü adıyla market diyebileceğimiz büyük dükkânlar
açarak, çok çeşitli malları aynı çatının altında satıyorlardı. Bu tarz, klasik
tüccarları öfkelendiriyordu.” Dolayısıyla Yahudiler sayılarıyla orantısız bir
biçimde, modern kapitalizmin yaratılmasına büyük katkıda bulunuyorlardı.
Bankerliğin ve finansın, büyük ölçüde bir Yahudi uğraşı olarak ortaya çıkması
onların bu rolleriyle yakından ilgiliydi.
Ticarette oynadıkları bu rol kabuklarını kırmalarını
kolaylaştırmıştı. Viyana Yahudileri 18. yüzyılda geleneksel yerleşim yerleri
dışında ikamet edebilme, ticaret ve sanayide serbestçe çalışabilme, çocuklarını
devlet okullarına gönderebilme, özel kıyafetler giymeye zorlanmama gibi daha
önce sahip olmadıkları pek çok yeni haklar elde etmişlerdi. Benzer şekilde
Fransa millet meclisi, 1791’de, Yahudilere serbestlik tanıyarak, onlara eşit
haklar vermişti. Napolyon’un 1804’te imparatorluğunu ilan etmesinin ardından,
bütün vatandaşların her türlü ticaret yapabilmesini teminat altına alırken,
1807’de Yahudilere yönelik yayınladığı vatandaşlık fermanında onlara,
millilikten vazgeçmeleri şartıyla, eşit vatandaşlık hakkı tanımıştı. Yahudiler
kendilerine tanınan hak ve özgürlüklere karşılık Fransız Yahudilerinin de sadık
Fransız vatandaşı oldukları tezini ortaya atmıştı.
Yahudilerin Almanya’da vatandaşlık hakkını elde etmesi için
1870’li yıllara kadar beklemesi gerekmişti. Yahudilere yönelik, evlilik, iskân,
meslek edinme ve seçme hakkı gibi konularda var olan kısıtlamalar ancak o
tarihten sonra kaldırılacaktı.
Getto hayatından kurtulan, eğitim-öğretim başta olmak yeni
haklar edinen Avrupa Yahudi topluluklarının bu gelişmelere karşılık vermesi
gecikmemiş, “Haskala” olarak adlandırılan yeni bir akım ortaya çıkarmıştı. Bu
“Yahudi Aydınlaması”dı. Yahudiler laik okullar kurmuş veya çocuklarını devlet
okullarına göndermeye başlamışlardı. Almanya’da zengin Yahudiler, çocuklarının
Almanca ve Fransızca öğrenmesini teşvik ediyorlardı. Bu diller, Yahudi
bölgelerinde seçkin sınıfın dili olmuştu. Bunlar Yahudi milliyetçiliği
gelişmeden önce, Haskala’dan esinlenen geniş bir okur-yazar burjuva bir orta
sınıfın oluşmasına yardım etmiştir. Yahudilerin toprak mülkiyetinden ve
loncadan dışlanmalarının bir sonucu olarak gelişen tüccar yeteneklerini sanayi
devrimi yoluyla daha ilerletmiştir. Kapitalist üretim şeklinden kaynaklanan
ekonomik gelişmeler, Yahudi grupların tüccar olarak ekonomide daha da aktif rol
oynamalarını sağlamıştır. Diğer bir deyişle, “tarihin ilginç bir ironisiyle,
yüzyıllardır süren ekonomik ayrımcılığın düşmanca evrimi, Yahudileri şimdi yeni
kapitalist çağda önemli bir rol oynamak üzere stratejik bir konuma getirmişti.”
Tarımdan ve pek çok zanaattan mütemadiyen dışlanmaları ve dolayısıyla kısmen
zorunlu, kısmen gönüllü olarak özellikle ticaret olmak üzere şehir hayatına
ilişkin meslekler üzerine yoğunlaşmaları, yeni dönemin en etkili
girişimcilerinden bazılarının Yahudiler arasından çıkmasını sağlamıştır.
Sadece yüksek zenginler değil, onun altında yaygın bir
eğitimli Yahudi kuşağı ortaya çıkmıştı. Tefecilik ve yatırımcılık mesleği,
karmaşık modern bankacılık ve ticari işlemler, borsacılık giderek bir Yahudi
mesleğine dönüşüyordu. Haliyle, “ekonomi” üzerine ilk teoriler de Yahudi
aydınları tarafından ortaya atılıyordu. Örneğin David Ricardo, Hollanda asıllı
Yahudi bir ailenin çocuğuydu. Hollanda’daki kısa bir eğitim döneminden sonra,
14 yaşında, borsa simsarı olan babasından banka ve kambiyo işlerinin
inceliklerini öğrenmeye başlamıştı. Ayrıca bir dönem East India Company’de
çalışmıştı. Teorisi, pratiğinden kaynaklanıyordu.
Bu özel durumları nedeniyle piyasa toplumuna çok hızlı uyum
sağlamışlardı. Yahudiler bu yeni düzeni her yerde hızla kabul ediyor ve
yayıyordu, çünkü onlara başka çıkar yol bırakılmamıştı. Özgür değillerdi, özgür
olmak için Yahudileştirdiler. Doğuştan gelen ayrıcalıkların yerine paranın
ayrıcalığını geçirerek özgürleştiler. Toplum Yahudi’yi kabul etmiyordu, Yahudi
de kendi toplumunu, kendini dışlayan toplumu dağıtarak kurdu. Sanayi devrimi,
hemen her yerde eski toplumu dağıtıyordu ancak yıkılanın yerini neyin alacağı
konusunda da açık bir fikir gelişmemişti. Yeni düzen müthiş bir düşkünlük ve
müthiş bir servet birikimiyle birlikte geldi. Yahudi “özgürleşiyordu” ama dünya
korkunç bir kölelik zincirine takılıp kaldı. Değişimdi, devrimdi, yıkımdı ve
tarifsiz acılardı bu. İnsanlar köklerinden koparılıyor, en zalim yöntemlerle
kentlerin varoşlarına fırlatılıyordu. Toprak binlerce yıldan sonra onları
beslemeyi reddediyordu. İnsanlar toplumsal kimliklerinden soyunuyorlar; birer
alıcı ve satıcı haline gelmek için dönüşüyorlardı. Özgürlük bekliyorlardı,
köleliğin en ürkütücü biçimleriyle tanıştılar. Aşağılanmanın her türlüsünü
yaşayarak birey oldular; gerçekte birer düşkündüler, adlarına proletarya
denildi.
Bellum omnium contra omnes
Artık herkes yalnızdı ve neyi yitirdiğini anlamaktan sonsuza
kadar yasaklanmışlardı. Şimdi, gelişen yeni dinin emri uyarınca “herkes
herkesle savaşıyor”du, bellum omnium contra omnes, ve artık homo homini lupus,
“insan insanın kurdu”ydu.
Avrupa baştan sona kapitalizmin rengine boyanıyordu; homo
ekonomikusun tarih sahnesine büyük çıkışıydı bu. İnsanlığından soyutlanmış ve
özgür… Piyasa, toplumsal tarihin bir karikatürüyse, homo ekonomikus da insanın
bir karikatürüydü. Toplumu yitiren insan türü, piyasanın labirentinde kendi
kendini de yitirdi. İnsan böylece, her biri diğerine eşit hale gelmek üzere
basit bir dolaşım odağına indirgenirken, felsefe bir tür olarak insanın
doğuştan eşit ve özgür olduğunu ilan ediyordu. Doğuştan gelen ayrıcalık artık
yoktu, çünkü ayrıcalık insani bir şey olmaktan çıkarılmış, paranın ayrıcalığına
dönüştürülmüştü. Kral, artık para sahibi ise kraldı ve bu paranın gerçek kral
olduğunu ilan etmekten başka bir şey değildi.
Piyasa, sınıfımız ve konumumuz ne olursa olsun, adımıza,
kişiliğimize, maceramıza bakmaksızın hepimizi birer alıcı ve satıcı olarak
birbirimizle eşitliyordu. Tipik bir pratik tüccar davranışıydı bu; müşteri
müşteridir! Dolaşımda üretim süreci büsbütün unutulmuştu; satacak bir malı
olmayanlar emek güçlerini satılık bir mal kabul edip satıyordu; açıklaması bu
kadar basitti. Eski köleleri özgür üreticiler haline getiren hokus pokus böyle
gerçekleşti. Üretim alanında emek gücünü kiralamış ve insani niteliklerinden
soyundurulmuş insan, bir kez ücretini aldıktan sonra, dolaşım alanına çıkınca
birdenbire özgür yurttaş oluveriyordu. Dönüşüm müthişti, görünüşte zorlama
kalkmıştı, efendinin kırbacı şaklamıyordu ama efendi açlığın kırbacı daha
ürkütücüydü. Toplum dağıtılınca herkes yalnız kalmıştı ve zorun kırbacının
şaklaması artık “çalışmayan aç kalır” biçiminde duyuluyordu.
En zalim kölelik ve en zalim sömürünün yolu böyle açıldı. Kadınlar ve çocuklar maden ocaklarına sürüldü, aç kalmamak için yarı aç yaşamayı gönüllü olarak kabullendiler. Binlerce yıldır sürdürülen sınıfsal zulme rahmet okutan bir gelişmeydi bu; bütün kentlerde ve bütün kırlarda yoksulların iç çekişleri ile gelen bir değişimdi yaşanan. Bir devrim yaşanıyordu ve burjuvazinin devrimiydi bu. “Böyle bir kurum (piyasa), toplumun insani ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşayamazdı; insanı fiziksel olarak yıpratır, çevresini de çöle çevirirdi. Kaçınılmaz olarak, toplum kendini korumak için bazı önlemler aldı, ama alınan önlemler piyasanın kendi yasalarını bozdu; çalışma yaşamını altüst etti ve böylece toplumu başka bir biçimde tehlikeye sürükledi.” İnsanın içine düşürüldüğü acıklı durumu artık ne şairler anlatabiliyor, ne de yeni gerçeklik felsefi olarak ifade edilebiliyordu; siyasal iktisat işte tam bu anda doğdu. Onun babalarının yüz kızartıcı tartışmalarına artık bilim diyoruz.
Satacak bir şeyi olmayanlar, tüccarlara mal üretmek üzere
fabrikalara koştular. Jean Baptiste Joseph Fourier’nin dediği gibi “Fabrikalar
ıslah edilmiş hapishaneler”di ve hapishanedekilerin “özgür ve eşit” olduğundan
söz etmek düpedüz saçmaydı ama olmuştu işte. İşçiler, bu hapishane kaçkınları,
bir kez dolaşım alanına çıktılar mı gerçekten “eşit ve özgür” oluyorlardı.
Marx, bu garip durumu şöyle anlatacaktı: “Burada egemen olan yalnızca,
Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlüktür, çünkü metaın, diyelim
emek gücünün hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest iradelerinin
etkisi altındadırlar. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları
anlaşma, ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir.
Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki içine
girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değiştirirler. Mülkiyettir, çünkü taraflar,
kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır, çünkü her
iki taraf da yalnız kendisini düşünür.
Bunları bir araya getiren ve ilişki içerisine sokan tek güç, bencillik,
kazanç ve özel kişisel çıkardır. Herkes yalnız kendini düşünür, kimse geri
kalan kulak asmaz, ve böyle yaptıkları için de, şeylerin önceden düzenlenmiş
uyumu gereği ya da kadiri mutlak ve takdiri ilahi ile hepsi de, herkesin
mutluluğu ve yararı adına, kendi karşılıklı çıkarları adına elbirliği ile
çalışırlar.” Yılların toprağa bağlı köylüsü, gönüllü köleliğe fabrikanın
kapısından giriyordu ve bunu kendi iradesiyle yaptığına inanıyordu.
Polanyi, “insanları öğütüp kitlelere dönüştüren hangi iblis
fabrika”ydı diye sorar. Toplumun ekonominin gereklerine göre yeniden
kurulmasıydı bu. Soyut zenginliğin gerçek zenginliğe galebe çalmasıydı.
İblis fabrikanın ürettiklerinin tanımı ise daha bir
karmaşıktı: “Bu kültürde her birey ‘yaşamına zenginlik getirdiği’ söylenen
ürünler karşılığında, sadece iş gücünü, emeğini değil, bütün imkânlarını, boş
zamanlarını da satmaktadır. Bu kültürel
düzenlemede, kitlelere sunulan toplumsal hedef, daha iyi yaşamak… daha çok
üretmek… daha çok tüketmektir. Ne var ki bu tutkunun nesnel ifadesi olan
şeylerin, yani Marcuse’nin deyişiyle ‘bir başka dünyaya kaçmak için
kullanılamayacak gösterişli arabaların… dondurulmuş yiyeceklerle ağzına kadar
dolu buzdolaplarının…. hiçbir entelektüel çaba gerektirmeyen düzinelerle dergi
ve gazetenin… hepsi aynı soydan sayısız eğlencenin’ en büyük fonksiyonu, temel
sorunun görünür hale gelmesini engellemektir. Temel sorun, bireylerin daha az
çalışarak kendi gerçek ihtiyaçlarını kendilerinin belirleyebileceklerini fark
etmeleridir.” Öyleyse kitle, kapitalizmden daha çok tekelci kapitalizmin
türevidir; toplumu kitlelere çevirmek için onun nefes alabilmesini mümkün
kılacak bütün zamanının yeniden ele geçirilmesi gerekir. Televizyon karşısında
geçirilen boş zaman neye yarayabilir? Emperyalist kapitalizm bize insanlığımızı
hatırlatabilecek bütün izleri özenle silerek kurar kendini; dedikoduyu bizim
için yeniden üretir, röntgenciliği yaygınlaştırır, hayatı dramatize ederek
olağanlığı ve doğallığı içinde yaşanmasını olanaksız kılar, yalnızca kendi
istediği yaşamları yaşamamızı dayatır, sahte ihtiyaçlar icat eder ve gerçek
ihtiyaçları bastırır. Darwin hayvanlar âlemini burjuva toplum olarak sunarken
yanılmış değildir; acı çeken ama acı çektiğini bilmeyen hayvanlar âlemidir ima
ettiği.
İnsanı tüketen bir süreçtir bu: Kitleler, insan olmanın
olanaksızlaştırıldığı koşulların bir ürünüdür. Ancak, toplumu
insandışılaştırmak sanıldığı gibi mülk sahiplerini insanlaştırmamıştır.
Görünüşte özgürdürler, doğanın yüklediği zorunluluklardan azadedirler. Ama bir
avuç seçkinden oluşan bu yeni sınıf kendi yalnızlığı içinde boğulmaktadır.
Mülksüz sınıflar, yoksunluğu içinde insanlığını kaybederken, mülk sahibi sınıf
bunu aç gözlülüğü ile yapmaktadır. Her ikisi de mutsuzdur, her ikisi de
kaybettiği şeyi anlamaktan mahrum bırakılmıştır. Her ikisi de mülkiyet
aracılığıyla dolayımlanmış bir üretim sürecinin ürünüdür. “Emek sürecinin bu
bölünüşünün, edilgen ve körü körüne çalışan bir sınıfla, bu emekçileri, durumun
zorunluluğuna ilişkin bilinçleriyle yönlendiren bir diğer sınıfı içerir. İçinde
her üyenin önemli bir ayrım veya farklılık olmaksızın kabile için çalıştığı
basit toplumların ilkel ortaklaşmacılığıyla karşılaştırıldığında hem ileri
yanları hem de zayıf noktaları vardır. İleridir; çünkü yönetici sınıf kutbunun
bilincinin keskinleşmesini ve üretimin toplumsal refah için yoğunlaşmasını
kapsar. Zayıflıktır, çünkü yönetilen sınıf kutbunda bilincin ölmesini ve
yönetici sınıfın bilinçli hoşnutluğuyla, yönetilen sınıfın kör eylemi arasında
çatlağın derinleşmesini getirir. Yaşam düzeyinde sürekli farklılığa yol açar;
çünkü yönetici sınıf emeği yönlendirirken, aynı zamanda bu emeğin yarattığı
ürünlerin büyük bir bölümünü kendi yaşamına aktarıp sömürülenlere üretken
yaşamaları için zorunlu olan en küçük paydan başka bir şey bırakmaz.”
Bencillik, onun mutsuzluğunun gerçek nedenidir.
Evet, özgürdür: “Fakat bencil insanın özgürlüğünün
tanınması, o insanın hayatının içi olan maddi ve manevi unsurların başıboş
davranışlarının da tanınması demektir.
İnsan dinden kurtarılmış olmuyor; sadece dindar olma özgürlüğü
kazanıyor. İnsan, mülkiyetten kurtarılmış olmuyor; sadece mülkiyet sahibi olma
özgürlüğünü kazanıyor. İnsan, meslek bencilliğinden kurtarılmış değil; sadece
mesleğini uygulama özgürlüğünü kazanmıştır.” Demek ki özgürlük, ancak hayvani
burjuva toplumunun gelişmesine yol açmaktadır. Oysa “Her özgürleşme insan
dünyasının, insan ilişkilerinin insana dönmesi demektir.” Ve “İnsanlık
özgürleşmesi ise, ancak ve ancak, kişi soyut vatandaş olmaktan çıktığı zaman,
günlük hayatında, işinde, durumunda, insan türünün bir üyesi haline geldiği
zaman, kendi ‘force propre’larını tanıdığı ve düzenlediği zaman, kendi gücünü
toplumun güçlerinin bir parçası olarak tanıdığı ve bunlar siyasi güç olarak
kendisinden ayrılmamış bir hale geldiği zaman gerçekleşebilir.”İşte bu yüzden,
ezilen sınıfın kurtuluşu, bütün sınıfların kurtuluşu demektir. Kurtuluş,
sınıftan kurtuluştur.
Tapınaktan bankaya
Dükkânlarda, satıcıların önünde bulunan, malları üzerine
koyarak alıcıya gösterdikleri uzun masaya tezgâh diyoruz. Frenkçesi “banço”dur,
oradan bankaya ulaşıyoruz. Para tezgâh üzerinde el değiştiriyordu, bankanın
kökeninde tezgâh var. Tezgâhı ise başlangıçta tefeci tüccarlar kullanıyordu.
İlk tefeciler arasında parayı taşınmaz mülke yatırmaktan kaçınan “vatansız”
Yahudiler çoğunluktaydı.
Tarihin kaydettiği ilk bankalar tapınaklardı. Paranın emanet
edildiği ilk kurum bir Şamaş tapınağıydı. Çok daha sonra, 12. yüzyılda Templier
Şövalyelerini biliyoruz: Kudüs’te tapınakların bekçiliğini yaparken aynı
zamanda bankerlik de yapmaya başladılar ve bu yolla zenginleştiler. Bu garip
tarikatın Batı kültüründeki yeri hâlâ tartışılmakla birlikte, biz Templielerin
parayla saadet bulamadıklarını biliyoruz. Dünyanın bu ilk uluslararası bankerlik
kuruluşunun başı Jacgues De Molay, tarikatın paralarına el koymak isteyen
Fransa Kralı “Yakışıklı Filip” tarafından diri diri yakılmıştı. Templier
yeraltına çekildi; ancak bu zafer, muzafferin hanedanlığının paranın baskısı
karşısında tuz buz olmasını engelleyemedi. Yine de eski çağlarda para, hâlâ
tapınağın parasıydı; paranın tapınağı ise bütünüyle modern bir olgudur ve bu
yüzden kutsal Kudüs, bugün sadece para tapınağının bir gözetleme kulesi
derecesine düşürülmüştür.
Salt meslek olarak bankerlik ise bir Yahudi uğraşı olarak
ortaya çıkmıştı. Bunda başlangıçta kitleler halinde Londra ve New York’a kabul
edilmelerinin büyük rolü vardı. “Sermaye aktarma hususunda Yahudiler eskiden
beri becerikliydiler; ancak, Anglo-Sakson toplumuna yerleşince yararlanmakta
oldukları yasal güven onları birikim yapmaya teşvik etti. Haklarına güvenen
Yahudiler faaliyetlerini geliştirdiler. Mücevher türünden, yükte hafif pahada
ağır ticari maddeler artık Yahudilerin tek ekonomik faaliyeti değildi.” 1700’lü
yılların ortasında İngiltere hükümeti, geniş ölçüde Yahudi bankerlerin
finansmanından yararlanıyordu. Kısa bir süre sonra Borsa oyunları da tipik bir
Yahudi uğraşı haline geldi. Borsa, sermaye toplayarak verimli amaçlar için
kullanmanın en etkili ve akılcı şekliydi. “Sanayi devrimi döneminde gittikçe
yayılan alanlarda ticari aile teşkilatları kurmuşlardı. Eskiden beri mektup
yazmaya düşkündüler. Leghorn’dan, Prag’dan, Viyana’dan, Frankfurt’tan,
Hamburg’dan, Amsterdam’dan ve daha sonra Bordeaux’dan, Londra’dan ve Philadelphia’dan
hızlı bilgilendirme ağları kurarak, siyasi ve askeri olaylardan anında haberdar
olduklarından, bölgesel, ulusal ve dünya piyasalarının taleplerini karşılamaya
her zaman hazırdılar.” Londra, dünyanın atölyesinin finans merkezi olmuştu ve
bu daha sonraki gelişmeleri hızlandırıcı bir etki yapmıştı.
Yahudi bankerler, Londra’da, meta ihracı aşamasında
biriktirdiler. Sonra, yeni dinamik merkez, New York Londra’nın yerini aldı.
Yeni finans ve borsa tapınağı New York, 1900’lü yılların başında, sermaye
niteliğini değiştirmeye başlarken çoktan bir Yahudi kenti görünümünü almıştı.
20. Yüzyılın başında New York’ta 1 milyon Aşkenazi yaşıyordu. Bu cemaate toplam
600 bin tirajlı dört gazete yayınlanıyordu. Wahrheit (radikal milliyetçi),
Jewish Morning Journal (ortodoks muhafazakâr), Tageblatt (ortodoks siyonist),
Forverts (sosyalist). Çok kısa bir zamanda İngilizce yayın yapan basına da
hâkim oldular. Arthur Hays Sulzberger ve Arthur Ochs New York Times’ı
yönetiyorlardı, Dorothy Schiff ve J. David Stern New York Post’u. 1920’de,
1.640.000 Yahudi nüfusuyla, New York dünyanın en büyük Yahudi ve Aşkenaz
kentiydi. 1. Dünya Savaşı’nın başında J.P. Morgan and Co. Firmasının
yetkilileri, finans merkezinin yer değiştirdiğinin farkındaydı. İhtilaf
devletlerinin, silah ve savaşın finansmanına ihtiyaçları vardı ve bu ihtiyacın
büyük kısmı New York’tan sağlanmıştı. “Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonraki
senelerde meydana gelen değişikliklerin pek farkına varılmamasına rağmen,
savaş, dünyanın finans merkezi olarak Avrupa’nın durumu sarstı: ticaret,
yeterli finansman olmadıkça gelişemezdi… Fakat savaş sonrası dönemde ihtiyaç
duyulan mali kaynaklara sadece Amerika Birleşik Devletleri sahipti. Bu ülke,
dünyanın en büyük alacaklı ulusu olmanın getirdiği sorumlulukları üzerine
almaya başladıkça, Amerika’dan Avrupa’ya o zamana dek görülmemiş ve günümüze
kadar da sürekli olarak devam etmiş olan borç ve yardım akını başladı.” İşin
ilginç yanı, birinci savaşta, Londra ve New York’ta üstlenmiş Yahudi
bankerlerin savaşın iki tarafını da finanse etmesiydi.
Rothschild ailesi ve ardından onların desteğiyle palazlanan
Rockefeller ailesi örneklerinde görüldüğü gibi, finans ve banka çevreleri son
derece küçük bir grubun eline geçmeye başlamıştı. Öyle ki, Rockefeller ailesi
20. yüzyıla bir petrol devi olarak girmiş ve neredeyse dünya petrol ticaretinin
yarısını kontrol eder hale gelmişti. İşe Standart Oil olarak başladılar, sonra
anti-tröst yasalarını aşmak için şirketi parçaladılar. Exxon, Texaco, Socal,
Gulf ve Mobil sadece bir ailenin olanı gizlemeye hizmet ediyordu. Bu güçleri
nedeniyle Rockefellerlar her dönemde Amerikan iç ve dış politikasında çok
önemli oldular. Bugün, etki alanı hâlâ tartışılmakta olan CFR (Dış İlişkiler
Komisyonu) adlı örgütün yöneticisi ve akıl hocası bu aileydi. 2. Dünya
Savaşının ardından kontrgerilla türü örgütlenmelere gidilmesini Amerikan
hükümetine öneren de yine aynı ailenin üyelerinden biriydi.
Bu gelişmenin ilk sonucu bu şirketlerin çıkarları ile ABD
Dış politikasının birleşmesi oldu. Dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan darbeler
ve darbe girişimleri aynı zamanda bir ABD kökenli şirketin adıyla birlikte
anılıyordu. Örneğin Panama’da 1900’lü yılların başında başta United Fruit olmak
üzere birçok Amerikan şirketi faaliyet gösteriyordu. Elbette Standart
ailesinden Gulf Oil ve Texaco da yağmadan payına düşeni almıştı. Bunlardan en
azgını olan United Fruit, 1928’de tarım işçilerine karşı binden fazla işçinin
öldürüldüğü silahlı bir müdahaleye girişmişti.
“Muz Cumhuriyetleri”nin isim babası olan United Fruit, yüzyılın geri kalanında
da Panamalılara kan kusturmaya devam etti.
Venezuela’da da petrol kaynakları üzerinde Standart’ın
tekeli vardı. Venezuela uzun yıllar boyunca petrol tekellerinin desteklediği
diktatörlerin yönetiminde kaldı.
Brezilya’da, 1964 yılında ITT’nin Brezilya şubesi
ulusallaştırılınca ABD elçisi tarafından yönetilen generaller ayaklandılar ve
yönetimi ele geçirdiler. Sonraki yıllarda ülkenin varlığını yok pahasına
yağmalayanlar arasında Chase Manhattan Bank ve Standart Oil de vardı. Bolivya,
Standart Oil ve Royal Dutch arasındaki rekabet yüzünden iki kez komşularıyla
savaşmak zorunda kaldı. Şili’nin sosyalist lideri Allende, ITT ve CIA’nın
düzenlediği bir komplo sonucu devrildi ve yerine ITT’nin maaşlı bir generali
geçirildi.
Dünyanın diğer bölgelerinde de uluslararası şirket destekli
darbelere sıkça rastlanıyordu. İran’da Musaddık, 1953 yılında CIA tarafından
düzenlenen bir darbeyle devrildi. Darbenin ardından, İran petrol üretiminin
yüzde 40’ı Standart Oil’in denetimine geçti.
ABD hükümeti ile büyük şirketler arasındaki ayrımın ortadan
kalktığının ters yönde işaretleri de var: “Örneğin, Standart Oil Şirketi,
1950’lerde Suudi Arabistan’da petrol üretirken, maliyeti çok daha fazla
olmasına rağmen, İran’da da yatırıma girişmeye, Amerikan hükümeti tarafından
zorlanmıştır. Gerçekten bugün de birçok ülke, Mitsubishi’nin ülkeye yatırımına
izin verilmesini Japon Ticaret ve Sanayi Birliğinin, Exxon’un yatırımına izin
verilmesini ise Amerikan Hükümetinin ülke içindeki etki alanın genişlemesi
olarak kabul etmektedir.” Bu gelişmenin en güzel örneği, neredeyse bütün ABD
Başkanlarının büyük şirketlerin oluşturduğu CFR örgütünün içinden çıkmasıdır.
ABD’de hükümete giden yol bu tür büyük finans çevresinin etki alanında olan bu
tür kuruluşlardan geçmektedir.
Dolayısıyla, ABD’nin ilgi alanı içindeki az gelişmiş
ülkelerdeki ABD çıkarları ile çok uluslu şirketlerin çıkarları birbiriyle
örtüşmektedir. Bu şirketler o kadar güçlenmişlerdir ki, kendi çıkarlarına ters
kararlar alan hükümetleri devirmekte hiç tereddüt etmemektedir. Amerikan
kaynaklı baskılara maruz kalan bu ülkelerin gelirleri, o ülkede faaliyette
bulunan şirketlerin gelirlerinden düşüktür. Bu onları bu tür girişimlerde daha
cüretkâr yapmaktadır.
Öte yandan, az gelişmiş ülkelerde yapılan şirket destekli
darbelerin, bu şirketlerin başıboş eylemleri olmadığı yönünde işaretler de var.
Sözüne ettiğimiz şey, yalnızca şirketlerle ABD Hükümeti arasındaki ilişkiler
değil. Örneğin Şili’de Allende’ye karşı yapılan girişimlerde hem bir şirketin
hem ABD hükümetinin ve hem de hükümet dışı üst organizasyonların rolü var. 1972
yılında Salvador Allende, Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada, ITT ile ABD
Hükümeti arasındaki işbirliğini şöyle ifade etmişti: “Geçen Temmuz bütün Dünya
büyük bir hayretle ITT şirketinin Hükümetimi 6 ay içinde devirmek için Amerikan
Hükümetine yaptığı teklifleri öğrendi. 16 farklı planı içeren belgeler
yanımdadır. Bunlar Şili ekonomisini yıkmak, politik sabotajlar yapmak ve halk
arasında panik ve kargaşalık çıkararak Şili ordusu aracılığı ile demokratik
rejimi yok etmek ve diktatörlük kurmak amacına yöneliktir… Dünya ülkelerinin
saygıdeğer temsilcileri önündeITTşirketini ülkemde iç harp çıkarmakla
suçluyorum. ITT’nin bu davranışı emperyalist bir müdahaledir.” Bir başka
kaynakta ise özellikle Şili bakırının geleceğini planlayan bir başka örgütten
söz ediliyor: David Rockefeller finansmanı ve liderliği ile oluşturulan Council
of Foreign Relation (CFR).
Bu örgütün ünlü yöneticisi ve Amerikan devletinin bütün
karanlık labirentlerinde bulunmuş bir başka isim ise operasyonun başındaydı:
“1970 yılı başladı. Kanun gereğince Şili’de Başkanlık seçimleri 4 Eylül’de
yapılacaktı. ITT durumu değerlendirmiş ve teşhisini koymuştu. Başkan Harold
Geneen şirketin sloganına sadıktı: ‘Her şeyden önce sürprizlere yer yok.’ Dr.
Kissinger, Şili’yle ilgilenmeye başlıyordu. Pentagon’da ise, Şili’ye müdahaleyi
öngören Contingency Planı’nın hazırlıkları ilerliyordu.” CFR markası, aslında
ABD Hükümetinin üzerindeki mali oligarşi egemenliğinin bir göstergesiydi.
CFR’nin kuruluşu da hemen hemen ABD mali sermayesinin
üstünlüğü ele geçirdiği yıllara rastlıyordu. Bir Avrupa iç savaşı olan birinci
savaştan sonra Avrupa’dan Amerika’ya yüksek finans çevreleri ile birlikte bu
örgütler de göçmüştü. Örgüt, banker Morgan’ın öncülüğünde 1921 yılında kurulmuş
ve zaman içinde inanılmaz bir etkinliğe kavuşmuştu. Örgüt daha sonra
uluslararası sahnede de ihtiraslı olan Rockefeller’lerin eline geçti. “David’in
babası Council’e büyük paralar vermişti: 1953’te McCloy, Chase’in yönetimini
aldığında Council’in başkanı olmuştu ve 1969-70’de David de her iki işte birden
halefi oldu. David 1954’de Prens Bernhard ve başkaları ile birlikte Bilderberg
Konferanslarının kurucusu olmuşu. Bu konferanslar yılda bir kere batılı
politikacıları, bankacıları ve iş adamlarını bir araya getiriyordu: Ve 1972’de
gene Council ile yakın bağı bulunan Trilateral Commission’u kurdu, bunda
Amerika’nın, Avrupa’nın ve Japonya’nın liderlerini bir araya getirdi; Zbigniew
Brzezinski sekreterdi.” Böylece yüksek maliye, enternasyonalist bir yapıya da
kavuşmuş oluyordu. Örgüte mali kaynak sağlayanlar arasında Ford Vakfı, Carnagie
Vakfı, Rockefeller Vakfı, IBM, Standart Oil gibi şirketler ve yan kuruluşları
vardı. Örgüt hem hükümet hem de iki büyük siyasal parti üzerinde etkiliydi.
Başkanların çoğu, Ulusal Güvenlik Konseyi yöneticilerinin hemen tamamı üyeleri
arasından çıkıyordu. Konuyla ilgili kaynaklar hem BM’nin hem de Dünya Bankası
ve IMF gibi kredi kuruluşlarının peydahlanmasında da adı geçen örgütlerin
parmağı olduğuna dikkat çekiyor.
İsrail’in harcında büyük sermaye var
Yahudi Haskala’sı zamanla Yahudi milliyetçiliğine dönüştü.
Aydınlanmadan Siyonizme geçiş hızlı ve güçlü olmuştu. Büyük servetler
biriktiren Yahudi aileler ise bütün varlıklarına rağmen kendilerini devletlerin
saldırıları karşısında güçsüz hissediyordu. Çok açık, İsrail onların parası ve
fikirleriyle kuruldu.
Bunun Osmanlı tarihinde de izleri var. Meclisi Mebusanda
bütçe görüşmesi vesilesiyle, 1911’de, Siyonizm tartışması çıktı. Mebuslardan
bazıları, Siyonistlerin rüşvetle veya tehditle, Osmanlı yöneticilerini
Filistin’e Yahudi göçü konusunda ikna etmeye çalıştıkları kanısındaydı.
İddialarına göre Osmanlı Devleti’ne borç veren yabancı bankaların çoğu da
Siyonizm’in destekçisiydi. Örneğin, İngiliz Yahudi bankeri Ernest Joseph Cassel
bütün varlığını Osmanlı topraklarındaki bankacılık uğraşlarından edinmiş, bu
varlık kendisine “Sir” unvanını kazandırmıştı. Alman Yahudisi Banker Baron
Hirsch varlığını Osmanlı’da uyguladığı tahvil spekülasyonundan elde etmişti. Bu
ünlü bankacı aynı zamanda “Yahudi Kolonizasyon Derneği”nin kurucusuydu. Vaat
edilmiş toprakları Arjantin’de bulmuşlardı. Hirsch, Osmanlı’yı dolandırarak
kazandığı paralarla Arjantin’e Yahudi göçlerini finanse ediyordu. Osmanlı’nın
budala yöneticilerini ikna ediyorlar, onların yol vermesiyle devleti
soyuyorlar, bu yolla edindikleri servetin bir bölümünü bir Yahudi devleti
kurulması için kullanıyorlardı. Üstelik Osmanlı Türkiyesi de o plana dahildi.
Gelenek sürüyor.
Büyük zenginlikler ve büyük sermayeler Yahudi kökenli isimlerle birlikte
anılıyor. Haaretz gazetesinin “iş adamlarına” yönelik olarak çıkardığı ekonomi
eki The Marker, listede yer alan Yahudi zenginlerin çoğunun İsrail’le bir
şekilde iş bağlantısı içinde bulunduğunu ya da Yahudi davasına destek veren
kuruluşlara yardım ettiklerini not ediyor.
Tabii bu güç aynı zamanda elinde bulundurduğu medya
kuruluşları ile İsrail’i koruma kalkanına dönüşüyor. Yahudi medya kurumları
esas olarak güçlerini İsrail lobisinin amiral gemisini teşkil eden düşünce
kuruluşları ve sivil toplum örgütlerinden alıyor. Bunların başında American
Israel Political Action Committee (AIPAC), Anti-Defamation League (ADL) ve
Dünya Yahudi Kongresi (WJC) geliyor.
Bu düzeneğin arkasında dünyanın en büyük medya şirketi
olarak kabul edilen, bünyesine CNN, HBO, TNT, Turner Yayıncılık, Sports
Illustrated başta olmak üzere yüzlerce şirket barındıran Time Warner’ın Yahudi
sahipleri var. Walt Disney ve başındaki isim Michael Eisner, Viacom ve
başındaki isim Sumner Redstone var. Dünya Yahudiler Kongresi Başkanı Edgar
Bronfman’ın aynı adı taşıyan oğlunun Vivendi ve Universal stüdyolarının sahibi
olması var. New World Entertainment, DreamWorks gibi her biri milyarlarca dolar
değerindeki şirketlerin ve bu şirketlere bağlı alt kurumların Ronald Perelman
ve Steven Spielberg gibi iki Yahudiye ait olması var. Dünyanın en büyük gazete
ve dergileri New York Times, Wall Street Journal, Times, Economist, Foreign
Policy, Bild gibi yayın organlarının başka şirketlerde de ortaklıkları bulunan
birkaç Yahudi aile ve şirket tarafından sahiplenilmesi var. Dünyanın en büyük
medya patronu olarak sayılan Rupert Murdoch’ın Fox’un başını çektiği medya
ordusu ve bu ordunun İsrail askerlerinden bile daha güçlü bir şekilde İsrail
adına savaşması var.
İsrail’in Filistin üzerinde yürüttüğü acımasız güç gösterisi
bu medya lobisinin oluşturduğu görünmezlik kalkanı arkasına gizlendi.
Filistinlilerin hayatta kalma mücadelesini yayımlayan bağımsız gazetecilerin
sosyal medya hesapları kilitlenirken İsrail’in saldırıları sırasında vurulan,
yaralanan ve öldürülen gazeteciler haber konusu bile olmadı.
İsrail büyük sermayenin ileri karakoludur ve fıtratı bu role
pek uygundur. Haletiruhiyesi Avrupa’nın antisemitizmi ile oluşturulmuş bu
devlet, kendi ezilmişliklerinden yepyeni bir ırkçılık türü yaratmayı
başarmıştır. Adına Siyonizm diyoruz/sol