İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (12): Manevî Zevk; Tabiat ve Maneviyat

"Anlamak ve düşünmek, esasında bir fiil ve faaliyettir. Kısacası bir yaratım… Siz düşündüğünüzde, aynı zamanda yaratırsınız da… Burada kesinlikle taklidî bir düşünce ve anlayıştan söz etmiyorum."
GİRİŞ: 10.02.2024 09:26      GÜNCELLEME: 10.02.2024 09:26
Rasthaber -  Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Aziz izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programını samimiyetle takip eden sevgili seyircilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bugünkü programımızda Peygamberimiz Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) kutlu doğumları münasebetiyle, Feyz-i Kâşânî’den güzel bir gazel seçtik.

Mustafâ’nın cemâlinden bir simayı hatırladım

Kur’ân’ın Yâ-Sîn’inden bir koku ulaştı bana

Düşüncelerim Nebî’nin miracının sırrında zirveye ulaştı

Hakk’ın kurbu (yakınlığı) bana yönsüzlüğün yönünü hatırlattı

Tevhidin dergâhında Kevser’in sâkisi oldum

Marifetin cennetinden bir ırmağı hatırladım

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Çok güzel bir gazel seçtiniz. Seçtiğiniz bu gazel, aynı zamanda onun şairâne zevkini de ortaya koymakta. Hem güzel bir şekilde beyan etmiş hem de çok önemli mazmunlara işaret etmiş. Bu beyitlerde ele alınmaya değer pek çok öbek var… Beyitlerde geçen “cemâl”, “yüz, çehre, suret” demek. Ayrıca “koku”ya vurgu yapılmış… Tıpkı Üveys Karani’nin, Hz. Peygamber’in (s.a.a.) kokusunu alması gibi… Nitekim Hz. Peygamber de (s.a.a.) onun kokusunu aldığını söylemişti. Bu, manevî ve ilâhî bir kokudur. Sonrasında Feyz, miraca değiniyor.

Lârîcânî: Üstad, buradaki “koku”nun marifetin ya da mükâşefenin yollarından biri olması mümkün müdür?

Dînânî: Evet. Bildiğiniz gibi, gündelik hayatta kokladığımız kokuların zâhirî bir boyutu vardır. Örneğin çiçekleri koklarız ve bunların her birinin kendilerine özgü kokularının olduğunu biliriz. İyi ve kötü kokuyu birbirinden ayırt ederiz. Ancak bir de manevî bir koku vardır ki, bunun anlamı çok büyük… Bunun en büyük örneği de, hakikatin kokusunu duymaktır. Hakikat, kokusu olan bir şey midir? Hayır, tabii ki… Ârifler bunu “zevk” olarak adlandırmışlardır. “Zevk” her ne kadar “tatmak” anlamına gelse de, bununla genelde zâhirî anlamdaki [beş duyu organına özgü] “tatmak” kastedilmez. Bu, manevî bir tadış olup, vasfa ve istidlâle gelmez, kelimelere dökülemez. Şâir ya da ilâhî insan (Allah’ın adamı) bunu bir anda, kendisine (ilham) geldiği gibi ifade eder. Bu gibi konuları açıklamak o kadar da kolay değil; çünkü bizler genelde duyusal algılarla meşgulüz. Koklamak, tatmak vd. dendiği zaman, bunların hep zâhirî anlamlarını dikkate alırız. Ancak göz ardı ettiğimiz şey, bu zâhirî duyuların bir de bâtınî veçhelerinin olduğu… Mevlânâ’nın da söylediği gibi, zâhirî duyuların bâtınî duyulara nispeti tıpkı bakırın altına olan nispeti gibidir. Bizlerin “manevî bir zevk”i var… Yani manevî şeyleri “tadarız.” Bir şeyin manevî boyutunu “koklayabilirsiniz.” Bunun örnekleri Kur’ân-ı Kerîm’de de zikredilmiştir. Hz. Yâkup (a.s.), Hz. Yûsuf’un (a.s.) gömleğinin kokusunu ta uzaklardan duymuştu.

Lârîcânî: Yûsuf’un gömleğinin kokusu ile Hakk’ın kokusu arasında nasıl bir fark var?

Dînânî: Yûsuf, Allah’ın adamıdır. O, Allah’ın peygamberidir ve ilâhî bir rayihaya sahiptir. Feyz’in bu beyitleri de o manevî kokuya bir işarettir ki, ne yazık ki günümüz dünyasında buna pek az ilgi gösteriliyor. Bizler zâhirî deneyimlere, laboratuvarlara, mikroskoplara vs. gark olduk. Oysa insanın sahip olduğu manevî duyular, bunlardan çok daha önemlidir. İnsanın derin konuları anlaması, hep manevî duyular sayesindedir. Eğer bizler sadece zâhirî şeyleri anlar, ancak mana âlemine ulaşamasaydık, neyi anlamış olurduk? Gördüğünüz âlemin tamamı tabiattır ya da en azından onun bir eseridir. Eğer tabiatın tüm eserlerini anlamış olsaydık bile, yine de onun anlamını anlamış olabileceğimizi iddia edemezdik. Duyu organlarınızla tabiatın eserlerini görür, işitir, koklar, tadar ve onlara dokunursunuz. Evet, bunların hepsi kabul… Peki, bu tabiatın bir anlamı yok mu? Tabii ki var. Bu anlama nasıl vâkıf olursunuz? Duyu organlarınızla mı? Kesinlikle hayır.

Lârîcânî: Aklımızla anlarız.

Dînânî: Evet, tüm konu özetle budur. Tabiatın bir anlamı var mıdır, yok mudur? Tabii ki vardır. Ancak bunları duyusal olarak anlamak mümkün değildir; çünkü “anlam” dediğimiz şey derunî bir idraktir. Tabiatın bir anlamı vardır. Tabiat kendi anlamını biliyor mu, yoksa bu anlamı bizim mi bilmemiz gerekir? Bizzat kendimiz tabiattan değil miyiz? Evet, tabiattanız. Fakat bununla birlikte bizde, tabiatın da üstünde olan bir şey vardır. Bizde olan bu cevher tabiatı da, tabiat ötesini de anlamaktadır. Tabiata anlam veren ruhtur. Tabiat anlam bulmak için ruha ihtiyaç duyar. “Ruh” ile kastettiğim, anlam ve maneviyattır. Dolayısıyla tabiat da kendi içinde önem arz etmektedir. Bu söylediklerimin tamamı marifete dönmekte… Alman filozof Kant, insanın üç önemli vazifesinin olduğundan söz ediyor. Ona göre kişi, neyi bilebileceğini bilmelidir. İkincisi, ne yapabileceğimizi bilmektir. Üçüncü olarak da neyden ümitli olabileceğimizi bilmek… Bendeniz, bu çıkarıma birkaç şey eklemek istiyorum: Neyi bilip bilemeyeceğimi görebilmem için, öncelikle neyi bilip bilmediğimi keşfetmem gerekir. Neyi bilebileceğimi nasıl anlayabilirim? Benim bir anlayışım ve aklım var ki, onun yönlendirmeleriyle çaba harcar, anlamaya çalışır ve neyi bilebileceğimi keşfederim. İkinci aşamada o, ne yapabileceğimiz üzerinde yoğunlaşmamızı istiyor. Bir şeyi yapabileceğimi ne zaman fark ederim? Hiçbir şey yapamadığımı gördüğümde… Ne yapabileceğimi bildiğimde ne yapamayacağımı da bilirim. Yapamayacağımız şeyler de vardır muhakkak, öyle değil mi? Üçüncü aşamaya geldiğimizde, kendimize “Neyi ümit etmeliyim?” sorusunu sormalıyız. Ümit etmek, bir şeyi arzu etmek demektir ve geleceğe dönük bir şeydir. Ümit, geçmişe ait bir şey olamaz. Peki, gelecekten ümitli olanlar kimlerdir? Kendisini geçmişten kurtaranlar… Eğer siz daima geçmişin esiri olarak kalır ve geleceği düşünmezseniz, bir ümidiniz olabilir mi? Kant’ın söylediklerine, şu soruyu da ilave ediyorum: O halde bizler, geçmişin esaretinden kurtulmak için neler yapmalıyız? Geçmişi tamamen terk mi etmeliyiz? Evet, burada bazıları geçmişin tamamıyla bir kenara bırakılmasını salık verebilir. Bazıları tarihte geçen olayları hiç umursamaz, bunların artık geride kaldığını düşünerek, üzerlerine kafa yorulmaması gerektiğini söyler. Geçmişi nasıl bir kenara bırakalım? Geçmişi, ondan ancak kendim tamamen özgürleştiğim takdirde bir kenara bırakabilirim. Ben geçmişi mi bırakmalıyım, yoksa kendimi geçmişten mi kurtarmalıyım? Kendimizi geçmişten koparmadıkça ve kurtulmadıkça, hiçbir zaman geçmişi bırakamayız. Geçmişe takılıp kaldığım sürece, gelecek hakkında düşünebilecek bir gücüm de olmaz. O halde çözüm yolu nedir? Geçmişi çok da silmeye lüzum yok, sadece kendimizi ondan çekip almayı bilmeliyiz, demek istiyorum. Yoksa tabii ki, geçmişin tecrübelerinden de faydalanmak gerekir. Geçmişte ders alınması gereken şeylerden dersimizi almalıyız. Saydığım bu durumlarla, geçmişin esiri olmak arasında çok fark var. Geçmişi bilmekle ona esir olmak arasında bariz bir fark mevcut. Bazı insanlar geçmişte tutsak kalmışlardır. Bir ailede büyüyen herkes, o ailede öğrendiklerine esirdir. Bu ifadeyle aileyi kötülemek niyetinde değiliz elbette. Burada daha çok sapkın ve kötü ahlâklı ailelerde yetişen çocukları kastediyorum. Bu tarz çocuklar, ailelerinde öğrendiklerine esirdirler. Aynı şekilde iyi ailede yetişmiş olmak da, orada öğrenilenleri araştırıp tartmayı gerektirir. Geçmişe esir mi olmalı, yoksa ondan ders mi almalı? Kısacası esaret, neyle ilgili olursa olsun, kötüdür. Ne geçmişe ne de şimdiye esir olunmalı… Bilakis her ikisinden de gelecek için faydalanılmalı. Ancak bunu yaptığımız takdirde geleceğe dair bir ümit besleyebiliriz.

Lârîcânî: Kant’ın görüşündeki problemlerden biri –ki Batı felsefesinin ekseriyetle problemi buna benzer şeylerdir– eğer geleceğe dair ümit beslenecekse bunun ne şekilde olacağının ve neye dayanacağının açıklanmamasıdır. Geleceğe dönük ufuklar nasıl inşa edilebilir? Nedense onlar bu konuda suskunlar. Peygamberimizin (s.a.a.), Üveys’in kokusunu ta Yemen’den aldığını söylemesi, koklama duyusunun kişiyi gelecekle bile bütünleştirebileceğine dair bir mesaj değil midir? Yani kişiyi kendi vücûdî istidadının çok ötesine taşıyan bir şey bu. Tüm bunları bu şekilde de yorumlayabilir miyiz?

Dînânî: Çok güzel bir konuya işaret ettiniz. Geçmişteki programlarımızda da buna az çok değinmiştik. Modernitenin ruhu, bizlere sürekli ileri bakmamızı telkin etmekte… Peki, bu gidiş nereye kadar sürecek? Zaman ilerlediğinde lâ-zamanda mı ilerler, yoksa zamanda mı? Zamanda ne kadar ilerlersek ilerleyelim, onu aşabilmemiz mümkün mü? Zamanda ilerlenmemesi ya da hiç keşif yapılmaması gerektiğini söylemek istemiyorum tabii ki bu ifadelerle… Elbette ki tabiatın sır perdesini aralayacak, insanlığın refahı için çabalayacak – Allah size rahmet ve mağfiret etsin – ve bu yolda yapılması gerekenleri yapacağız. Sadece şunu göz ardı etmeyelim: Bizler yalnızca zamanda değil, zaman ötesinde de ilerlemeliyiz. Gazelin son beytinde Feyz, bir kayda işaret etmişti: “Yönsüzlüğün yönüne…” Zaman tek yönlü müdür, yoksa çift yönlü mü? Tek yönlüdür. Bu tek yön çok mu geniştir, yoksa çok mu dardır? Bu, sadece çizgisel bir hareket olduğundan, dardır. Zamanda ilerlemek kadar, zaman ötesinde ilerlemek diye bir şey de söz konusudur ve bu, “yönsüzlüğün yönüne” doğru harekettir. Yani Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a) miracıdır. Mirac zamanda ilerlemek miydi, yoksa lâ-zamanda mı? Lâ-zamanda. Bunu öylesine söylemiyoruz, bunun bir delili var. Bu hususa işaret eden bir rivayet mevcut… Onun bu yolculuğu zamansal ölçülerle ifade edilebilecek bir yolculuk değildir. O, yönsüzlüğün yönüne gitmişti. Hakk’ın yakınlığı, yönsüzlüğün yönüdür. Altı yön var öyle değil mi? Eğer Hakk’a gidecek olursanız bu yönlerin hangisinden gidersiniz?

Lârîcânî: “Nereye dönerseniz O’nun veçhi oradadır.”[1]

Dînânî: O’na giderken bu yönlerden birini kullanarak gitmezsiniz. Nereye giderseniz gidin, O’na gidersiniz. Bu ise belli bir yönden gitmek değil, yönsüzlüğe doğru gitmektir. Bunun coğrafî bir yönü yoktur. “İle’l-Hakk” dediğimiz zaman, elbette ki, O’na doğru bir yöne işaret vardır bu ifadede. Ancak bunu bildiğimiz coğrafî yönlerle karıştırmamamız gerekir.

Lârîcânî: Üstad, ilk beyitte geçen “koku” sözcüğüyle ilgili olarak bir sonuca ulaşalım istiyorum: Örneğin bir gülü, yasemini ve nergisi kokladığımızda onların kokularını birbirinden ayırt eden bir bâtınî kuvveye sahibiz. İnsanın duyu alanındaki marifetî (epistemolojik) ihatası ne derecededir?

Dînânî: Çok zarif bir konu bu. Sağlıklı duyulara sahip her insan, kokuları birbirinden ayırt eder. Birazdan açıklayacağım konuyu soru-cevap yaparak anlatmayı tercih ediyorum. Yaseminin kendisi nergisi koklayabilir mi? Peki ya gül, yasemini koklayabilir veya onun kokusunu diğer çiçeklerden ayırt edebilir mi? Bu kokuların tümünü ayırt eden şey, artık bir koku olmaz ve o, bunun fevkindedir. Hiçbir koku, bir diğerini koklayamaz. Tüm kokuları alan ve bunların her birini bir diğerinden ayırt eden şeyin kendisi kokusuzdur. O, bir tür zevktir. Acı, tatlıyı anlayabilir mi? Hayır. Dolayısıyla öyle bir tatma duyusu var ki, o, bunlardan (bu tatlardan) hiçbiri değildir, ancak onların hepsini anlar… Bu, zevk ve anlayıştır. Anlamak ve düşünmek, esasında bir fiil ve faaliyettir. Kısacası bir yaratım… Siz düşündüğünüzde, aynı zamanda yaratırsınız da… Burada kesinlikle taklidî bir düşünce ve anlayıştan söz etmiyorum. Tam aksine, baz aldığım şey, gerçek ve orijinal düşüncedir. Taklidî bir düşünceyi “düşünce” olarak bile görmüyorum. Orijinal düşünce, kişinin fikrî faaliyetini aktifleştirdiği bir düşüncedir. Tarihte gerçekleşmiş büyük küçük tüm savaşlar bir gün sona ermiştir. Hiçbir zaman ateşkes yapmayan ve yapmayacak olan tek savaş, düşüncelerin savaşıdır. Düşünceler birbirleriyle uzlaşır mı, çatışır mı?

Lârîcânî: Çatışabilir de, uzlaşabilir de…

Dînânî: Evet. Bu çatışmaların içinde elbette ki uzlaşılar da mevcut. Aristoteles, Platon’un öğrencisiydi. Fakat tıpkı onun gibi mi düşünüyordu? Hayır. Aralarında yerden göğe kadar fark vardı. Onların düşünceleri hem uzlaşmakta hem de çatışmaktaydı. Düşüncelerde, çatışmadan sonra gelen uzlaşı, güzel bir şeydir. Eğer bunun aksi bir seyir olsaydı, yani önce uzlaşı olup, sonra çatışma meydana gelseydi, bu pek iç açıcı bir durum olmazdı. Eğer taraflar önceden anlaşmış olsaydı, ilerleyebilirler miydi? O halde ilerlemek için ne yapmak gerekir? Çatışmak… Ve tabii ki sonrasında uzlaşı… Düşüncelerde çatışma olması olumlu bir durumdur ve bu ne kadar artarsa, o düşüncelerin sahiplerine de bir o kadar ilerleme imkânı sağlar. Ancak ne var ki bazı şahıslar, bunu yapmakta başarısızdırlar; üzerlerine gidildiğinde şiddetli tepkiler gösterirler. Büyük bir düşünce karşısında şu iki tepkiden başkasını göstermezsiniz: Ya düşünceye düşünceyle karşılık verir ve bu yolla savaşırsınız. Biraz önce sözünü ettiğimiz Aristoteles ve Platon buna güzel bir örnek teşkil eder. Bazılarının ise böyle bir gücü ve yeteneği olmadığından, tepki gösterirler. Bu, çatışmadan ayrı bir tutumdur. Tepki göstermek, bir tür intikamdır. Şuna da değinmeden geçmemek gerekir: Ne yazık ki insanoğlunda kin denen bir özellik var. Bu ne yazık ki çok sık rastlanan bir durum. Bu kin nereden kaynaklanıyor? İnsan niçin kin güder? İnsan tefekkür ehli ve pak yaratılmış bir varlıkken hele… İnsanda eziyet ve acı diyebileceğimiz iki sıfat var ve ne yazık ki evrendeki tüm afetler de bu iki yıkıcı özellikten kaynaklanır: Bunlardan biri kin, diğeri ise vicdan azabıdır. Bazıları kindar olmayabilir, ancak bir vicdan azapları vardır daima. Bu iki özellik, insanoğlunun temel özelliğidir. Kin nereden kaynaklanır? Aykırı bir şeyi gördüğünüzde hemen başkasını suçlamanızdan... Başkasını suçlu buldukça, ona kin de duymaya başlarsınız. İkinci olarak da, bazen de kin değil vicdan azabı duyarsınız. İçsel bir rahatsızlığınız ve huzursuzluğunuz vardır. Burada da suçu kendinizde görürsünüz. Başkasını değil de kendimizi suçlu gördüğümüz yerde ise (birinci durumun tersi) vicdan azabı duyarız. Bu iki tepkisel özellikten kurtulmak için – ne sürekli kendimizi ne de sürekli başkasını suçlayalım – bu hataların kökenlerini araştıralım. Hata nerede? Bu hata ya da hatalar niçin oldu? Hataların kökenini bulmak için de düşünceden evlâ yol yoktur.

Lârîcânî: Üstad, “koku” ile ilgili o beyitlerden bir sonuca ulaşalım: Hz. Peygamber’in (s.a.a.), “Ben Yemen’deki Üveys’in kokusunu alıyorum” ifadesi, sembolik olmasa gerek… Bu beyit, Peygamber’in (s.a.a.) marifetî ihatasının mülk ve melekût olmak üzere tüm varlık âlemini kapladığını gösteriyor. Çünkü onun bu ihatası sizin biraz önce söylediğiniz “tüm kokuları kuşatmak” ve “kokusuzluk”tur.

Dînânî: Duyularının ötesine çıkamayanlar için bunlar semboliktir. Mana makamına ulaşanlar için ise hakikidir ve bunların sembolik olmaları mümkün değildir. Mana âleminde ve O Hazret’in (s.a.a.) vücûdî vüsatında [varlıksal genişliği, kapsamı] her şey hakiki idi.

Lârîcânî: O halde Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) bu koku duyusu, vücûdî vüsatı ölçüsünde…

Dînânî: Evet. Herkesin marifeti kendi vücûdî vüsatı kadardır. Hakikatin dili tektir. İnsanların dili farklı olduğundan –İngilizce vd.’ni kastetmiyorum; kastettiğim şey ilmin ve marifetin dilidir– hakikatin dilinde birleşemiyorlar. Herkesin dili, marifeti kadardır. Aynı şekilde hiçbir hayvan, bir diğerinin diliyle konuşmaz. Kurt kurdun diliyle, kaplan da kaplanın diliyle konuşur. İnsanlar da böyledir. Bugünün insanı kurt sıfatlı; bu yüzden kurtların diliyle konuşuyor. Kibre müptela olmuş. Gücü var ama aklı yok. Allah bir insanı kudret sahibi olup da akıl sahibi olmamaktan muhafaza etsin! Kudret ancak akıl varsa güzeldir. Elbette ki aklın kendisi de başlı başına bir kudrettir. Kudret sahibi olup da akıl sahibi olmayanın vay haline!

Lârîcânî: Veya servet sahibi olabilir, ama akıllıca hareket etmeyebilir…

Feyz ilk mısrada, “Mustafâ’nın cemâlinden bir simayı hatırladım” diyor. Daha önceden “koku”dan (Farsçâ “bûy”) bahsetmişti, bu dizede ise yüzden, çehreden (Farsça “rûy”) söz ediyor.

Dînânî: Bu ifadelerin tümü, Feyz’in marifet deryasına işaret etmekte. Eğer Cemâl-i Ahadiyyet ve Hakk’ın tecellisi olmasaydı, âlem salt zulmet (karanlık) olurdu. Hakk’ın cemâli aşikâr olduğunda, karanlıklar ortadan kalktı. Artık karanlığın bir anlamı kalmadı bu durumda. Hakk’ın varlığı deryada mı, sahrada mı zâhir oldu? Hayır, bunların hiçbirinde zâhir olmadı. Bir insân-ı kâmil olan Hz. Hatmî Mertebet’te (s.a.a.) zâhir oldu. Dünyadaki hiçbir ayna ve aynacı Hakk’ın cemâlini yansıtamaz; hatta galaksiler bile… Kâmil insanın varlığından başka hiçbir şey O’nun varlığını yansıtamaz. O’nun cemâli, tüm güzelliklerdir. O’nun cemâli olmasaydı, âlemde güzellik diye bir şey de olmazdı. Bu ifademiz, O’nun tüm güzelliklerin toplamı olduğu anlamına gelmiyor; aksine, tüm güzelliklerin O’ndan olduğuna atıfta bulunuyor. Güzellik nereden kaynaklanır? Güzellik ezelî midir, yoksa sonradan mı ortaya çıkmıştır?

Lârîcânî: Güzellik ezelîdir.

Dînânî: Peki, bu âlemin güzellikleri için ne söyleyebiliriz? Onlar da bu cemâlin bir tecellisidir. Eğer güzellik ezelî olmasaydı, âlemde bir güzelliğe rastlayamazdık. Bir diğer soru: Önce aşk vardı da sonra mı güzellik ortaya çıktı, yoksa önce güzellik vardı da aşk mı sonradan ortaya çıktı?

Lârîcânî: Bu, “yumurta mı tavuktan, yoksa tavuk mu yumurtadan çıktı” meselesine benziyor.

Dînânî: Evet, o da cevabı öyle basitçe verilebilecek bir soru değil. Ancak felsefede buna gayet makûl cevaplar verilmiştir.

Lârîcânî: Peki, bu ikisinden hangisi asıl?

Dînânî: Tavuk tabii ki… Eğer tavuk olmasaydı, yumurta da olmazdı. Ancak bundan sonrası için eğer yumurta olmazsa tavuk da olmaz. Fakat ilk etapta her şey, ilk olarak tavuğun varlığına varlığıdır. Bunlara bilimler değilse de, felsefe cevap verebiliyor. Diğer sorunun cevabına gelince, güzellik diye bir şey olduğu için, aşk anlam kazanmıştır. Aksi takdirde aşk ne anlam ifade ederdi ki?

Lârîcânî: Bunun mazharı da Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) gönülleri süsleyen cemâlidir.

Dînânî: Eğer peygamberler olmasaydı, insân-ı kâmil diye bir şeyden de söz edemezdik. Peygamberlerin, bilhassa da Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) zuhuru olmasaydı, âlem duyu mertebesinde bir şey olarak kalırdı. Bizler asla duyunun ötesine geçemezdik. Kişi eğer sadece bu mertebede kalırsa, bir şeylerin ne gibi bir anlamı kalırdı ki? Hakikatten dem vuran pek çok insan var. Ancak onlara bunun ne olduğunu sorsanız, ne cevap verebilirler? Bazılarına göre hakikat, çok paranızın olmasıdır veya bazıları onun çok geç yaşlarda ulaşılabilecek bir şey olduğunu söyler. Peki, bunun bir ölçüsü var mı? Yani hakikate ulaşmanız için kaç yaşında olmanız gerektiğine dair kesin bir ölçüt var mı? Hakikati isteyen insanlar var öyle değil mi? Peki, bu kimselerin bin sene de yaşayacak olsalar, hakikati bulabileceklerinin bir garantisi var mı? Bin yıl yaşayın ama yiyin, için, yatın… Bu şekilde hakikate ulaşılabilir mi? Hakikat bazen tek bir ânda bile anlaşılabilecek bir şeydir. Nerede anlarsınız bunu? Şiirde de geçen “yönsüzlüğe doğru”, yani mana âlemine doğru hareket ettiğinizde… Mana âlemi nerede? Mana ne dünün ne bugünün ne de yarınındır. Mana âleminin anlamı, dünü, bugünü ve yarını kurmak/inşa etmektir. Buna da zamanda değil, zaman ötesinde ulaşırsınız. Edebî yönden her ne kadar nefis bir gazel ise de, ben bu gazele daha çok içinde geçen mazmunlar itibariyle odaklandım. Gerçekten de anlam içinde anlam gizli bu beyitlerde.

Lârîcânî: Gazelin miraca atıf yapan beyitlerine gelince; bazıları miracın salt cismânî bir hareket ve yükseliş olduğunu zannediyor. Bu, üzerinde önemle durulması gereken bir konu ki, ayrı bir programda bunu açabilmeyi çok isterim. Kaldı ki, henüz bundan önceki beyitleri bile tam açamadık.

Dînânî: O burada, eğer Hakk’ın Cemâli olmasaydı, Mustafâ’nın (s.a.a.) cemâlini de tanıyamazdık, diyor. Hakk’ın Cemâlinin insân-ı kâmilde anlaşıldığına vurgu yapıyor yani. Peygamberlerin bi‘setinin sırrı, bu şiirde gizlidir. Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.) olmasaydı, Hakk’ı tanıyamazdık. O’nu sadece kendi sınırlı bilgimizle –elbette tanıyabileceğimizi iddia edebiliyorsa – tanırdık. Yani en fazla vehim mertebesinde…

Lârîcânî: Yine çok istifade ettik, üstad.

İnşallah Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.), kutlu doğumları münasebetiyle bu azı bizlerden kabul eyler.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Hoşça kalın.

Medya Şafak


[1] Bakara Sûresi, 116. âyet

YORUMLAR

REKLAM