İbrahimî Dinânî: Feyz-i Kâşânî Söyleşileri (14): Akıl ve Kalp Arasında Vahdet İlişkisi Vardır

Akıl ile kalbin ilişkisi, vahdet ilişkisidir. Kalp, aklın zuhurudur. Akıl kalbe indiğinde, kalp duygu, sevgi, akıl gibi tüm insanî kuvvelerin merkezi olur. Tüm bu algısal kuvvelerin başında akıl gelir. Diğer duyu organlarının tüm verilerini, akıl kontrol altına alır. Bunların hepsinin toplamı kalbi oluşturur.
GİRİŞ: 17.02.2024 12:20      GÜNCELLEME: 17.02.2024 12:20
Rasthaber -  Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Kıymetli dostlarımızı, sevgili seyircilerimizi ve Marifet programını samimiyetle takip eden izleyicilerimizi saygıyla selâmlıyoruz.

Bugün de yine Feyz-i Kâşânî’den güzel bir gazel seçtik:

Ey Rabbinin yolunda başkasının gözünü rehber edinen,

(O’nun) Rahmetinin eserlerinden biri olarak yeşeren bahçelere bak

Ve “Yeryüzünü öldükten sonra nasıl da diriltti”[1] âyetinin tecellisini müşahede et

Böylece haşr-ı ekberi (Büyük Kıyamet) görmüş olacaksın

Sıbğatullaha (Allah’ın boyasına) bak, kudretin eserlerini gör

O’nun, her biri bir diğerinden daha anlam yüklü âyetleri nerede?

Dalların her biri, ağaçların farklı yerlerinde

Hakk’ın senâsında her bir yaprağın ayrı bir dili vardır

Sırların dilsizlik dili de vardır

Ne var ki cahillerin kulağı, ona sağırdır”

Şiir gerçekten uzun… Evet, buyrun üstad.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Okuduğunuz beyitleri tek tek ezberleyemediğimden, şerh ederken ara ara bunları yeniden hatırlatmanızı rica edeceğim.

Allah, Feyz-i Kâşânî’ye rahmet etsin, gerçekten de hikmetlerle örülü bir gazel kaleme almış. O, hikmete ne kadar önem verdiğini bu gazelinde bir kez daha ortaya koyuyor. İlk olarak şiire bir hitap ve nida ile başlıyor. Aslında muhatabı, tüm insanlar… Hakk Teâlâ’ya başkalarının (yani Ali’nin, Hasan’ın, bitkinin, nebatın vd.) gözüyle, hatta kendi gözünüzle dahi bakmanız “başkasının (gayr) gözü” sayılmaktadır. Âlemi, Hakk’ın gözünden başka hangi gözle müşahede ederseniz edin, o başkasının gözü sayılacaktır. Hakk’ı kendi gözümüzle dahi görecek olsak, bu, “başkasının gözüyle görmek” olacaktır. Çünkü bizler, “O” değiliz. Burada, O’nun dışındaki her şey, “başkası” sayılmaktadır. Hakk’ın gözünden başka gözle bakmak yerine, O’nun eserlerine yönelmemizi söylüyor beyitler. Doğaya O’nun gözleriyle bakınız. Bu yeşillikler, O’nun rahmeti değildir de nedir? Bu âlemdeki tüm güzellikler, O’nun güzelliğindendir. Eğer Hakk Teâlâ olmasaydı, güzel olabilecek ne vardı? O, Mutlak Güzellik’tir. Güzellik, yalnızca O’na aittir. Felsefenin diliyle konuşacak olursak, eğer benden “vücûd”un, yani varlığın yerine başka bir kelime kullanmam gerektiği söylenseydi, hiç şüphesiz “güzellik” sözcüğünü seçerdim. Varlık, güzelliktir. Bizler “vücûd” dediğimizde, güzelliği hep göz ardı ederiz. Yani, bir şeyin varlığını kabul ederken, onun güzel olup olmamasını sadece mümkün bir olgu olarak görüyoruz. Bir şey var olduğunda ve daha sonra ona “güzellik” ârız olduğunda, bu güzellik nereden gelmektedir? Bu konuları soru-cevap şeklinde işlemem bir hikmete dayanmakta… Büyüklerimiz, soru-cevap yönteminin, “düşüncenin takvası ve rafine edilmesi” olduğunu söylemişlerdir. Düşünceler, soru-cevapla saflaşırlar. Düşüncenin saflaşması ne demektir? Zihnimizdeki şeylerin başka şeylerle karıştığı doğrudur. Soru-cevap yöntemi, bu karışıklıkların ortadan kalkmasını, böylece düşüncenin arındırılmasını sağlar. Fazlalıklar ve gitmesi gerekenler gider, düşüncenin özü ve kendisi kalır.

Güzellik, varlığa dışarıdan mı gelmiştir? Âlemde varlıktan başka bir şey mi var ki, ona (varlığa) güzellik verebilsin? O halde onların güzelliği nereden geliyor? Yine varlığın kendisinden… Hiç çekinmeden, varlığın “güzellik” olduğunu söyleyebilirsiniz. Salt ve mutlak vücûd olan Allah, güzelliğin kendisidir. O, Mutlak Varlık’tır. Peki, güzelliği O’na dışarıdan mı ârız olmuştur? Hayır. Bu, O’nun güzelliğin kendisi olduğu anlamına gelir. Feyz, O’na başkasının gözüyle bakmamamız ve bu güzelliğe doğrudan yol almamız gerektiğini söylüyor.

Lârîcânî: Burada “bakan” ile “bakılan” ilişkisi mevcut öyle değil mi?

Dînânî: Feyz’in bu ilk beyti dahi, İbn Sînâ’nın Burhân-ı Sıddîkîn’inin bir özeti sayılabilir. Filozoflar Hakk Tebârek ve Teâlâ’nın varlığını ispatlamak istedikleri için, mahlûktan Hâlık’a, malûlden illete ve mesnû‘dan Sâni‘e giden bir yol izlemişlerdir. Mezkûr burhanın bir açıklaması niteliğindeki bu beyitte, bazen Hakk’a O’nun dışındaki şeylerle baktığımıza, bazen ise şeyleri Hakk’ın gözünden gördüğümüze işaret edilmektedir. Hakk’ın gözüyle âlemi görmek de bir bakış, âlemin gözüyle Hakk’ı görmek de… Peki, yapılması gereken, Hakk’ın gözüyle mi âlemi görmektir, yoksa âlemin gözüyle mi Hakk’ı görmektir?

Lârîcânî: Hakk’ın gözüyle âlemi görmek…

Dînânî: Evet, doğru cevap budur. Bir şeye ne gözle baktığımız çok önemlidir. Bunlar Hakk Teâlâ’nın, yani Hâlık’ın âlemle, yani bir anlamda mahlûkla olan ilişkisini ortaya koymaktadır. Daha önceki programlarımızda da Hâlık ile mahlûkun ilişkisi üzerine çok şeyler söyledik. Kur’ân-ı Kerîm, bunu “sıbğatullah” (Allah’ın boyası) olarak adlandırmıştır: “Boyası Allah’ın boyasından daha güzel kim vardır ki?”[2] Bu beyit münasebetiyle ilgili âyete değinmemiz fena olmayacaktır.

“Sıbğatullah” tamlaması, Allah’ın boyası, rengi anlamına gelmektedir. Allah’ın bir rengi mi vardır? Hayır. Ancak âlemde gördüğünüz her renk, ilâhî bir eserdir. Hakk Teâlâ olmasaydı, renkler de olmazdı. Âlemde kaç renk var? Sonsuz. Her ne kadar renkleri ara renkler, sıcak renkler gibi gruplara ayırsak da, bunun yeterli olmadığını görüyoruz. Sadece kırmızı renginin bile ne kadar tonu var, öyle değil mi? “Renk” dediğimiz şeyin kendisi bile başlı başına bir mucize… Bir diğer soru da şu: Acaba bu renkler gözlerimizin içinde mi, yoksa dışında mı? Bu, şu an Batı’da sıkça sorulan bir soru: Renkler, gözlerimizden bağımsız olarak mı dış dünyada mevcutturlar, yoksa bizim gözlerimizde mi birer renk olarak algılanırlar? Bazen birilerinin aynı rengi farklı görmeleri mümkündür. Hiç başa gelmemiş bir şey mi bu? Pekâlâ başa gelebilecek bir şeydir ve gelmiştir de… Esasen yeryüzünde göz diye bir şey olmasaydı (ne insanın ne de hayvanın gözü) renk de olmazdı. Veya onu gören bir göz olmadıkça, o bir anlam taşımazdı. Dış dünyada sonsuz sayıda renk var. Bir taraftan da bu renk cümbüşünü oldukları şekliyle (renkle) gören gözler… Bunların hepsi, Hakk’ın tecellileridir. Allah renksizdir. Renksiz olduğu için tüm renkleri gösterir ve yaratır. Tüm renkleri gösterecek şeyin, renksiz olması gerekir. Dolayısıyla sıbğatullah ifadesi, Allah’ın bir renginin olmadığı, bilakis tüm renkleri O’nun yarattığı anlamına gelir. Allah’ın kaç sıfatı var? Bazıları bu sayıyı bine kadar çıkartıyor. Cevşen-i Kebîr’i okuduğunuzda bunların sayısını görebilirsiniz. Burada Esmâ-i Hüsnâ ile dua ediliyor.

Varlıkların tüm isimleri O’nun isminden türemiştir. Eğer Hakk Teâlâ’nın ismi zâhir olmasaydı, hiçbir isim zâhir olmazdı. O’nun bir rengi yoktur, ama yine de tüm renkler O’nundur. Feyz-i Kâşânî bizlerle, Burhân-ı Sıddîkîn’in diliyle konuşuyor. Hakk’ı, Hakk’ı gören gözlerden başka bir gözle görmememiz gerektiğini söylüyor. Bâtılı gören gözler, evreni bâtıl gözlerle görür. Bir önceki programımızda da, evrenin ancak gerçek bir insanla “gerçek bir evren” olabileceğinden söz etmiştim. Hakkânî insan, âlemi de hakkânî görür. Hakk’a yine Hakk’ın gözüyle bakmak gerekir. Gözleri yıkamak ve başka türlü görmek gerekir. Dolayısıyla nasıl baktığımızın önemi bir hayli büyük… Bir insanın hakikati ve şahsiyeti, onun meselelere ve olaylara ne şekilde baktığına bağlıdır. Nasıl görüyorsanız, öylesinizdir. Nasılsanız öyle görürsünüz ve bununla birlikte siz, aynı zamanda baktığınız gibisiniz. Örneğin karnı aç bir kimsenin tüm dikkati, ne yiyeceğine odaklanmıştır. Karnı doymuş bir kimsenin odağı ise, artık bunlar olamaz; o, âlemdeki güzelliklere yönelir. Dar bakışlı bir kimsenin gözü elmada, armuttadır. Karnı doymuş ve etrafına tevhidî bir gözle bakmayı meleke edinmiş bir kimse ise baktığı her yerde gül bahçesi görür, Burhân-ı Sıddîkîn’i görür.

Eğer beden olması bakımından bedenin bir ruhu ya da duyu alma yetisi olmasaydı, o bir et ve kemik yığınından ibaret olurdu. Ölü bir bedenin elinden bir şey gelir mi? Onun elinden gelen tek şey çürümek ve yok olmak olur, yani infial… Çürümek ve toprak olmak fiil midir, yoksa infial midir? İnfialdir. Ölü için, ölümden sonra ancak infial söz konusu olabilir. Peki, fiil denebilecek bir edimi var mıdır artık ölünün? Hayır. Çünkü onun duyu organları artık faal değildir. Örneğin bitkiler… Onların nebâtî bir nefsi vardır. Burada “nefs” sözcüğüne ayrıca dikkat çekiyorum. Örneğin ağaç da bir beden, hacim ve cisimdir. Büyür, çiçeklenir, dallanır. Niçin? Nefsi olduğu için. Onu kesecek olursanız, artık çiçeklenmez, meyve vermez ve büyümez. Ancak toprakla bağlantısı olan (kökü toprakta olan), sulanan bir ağaç büyüyüp meyve verebilir. Çünkü gıdasını yerin altından almaktadır. Aynı şey hayvan için de geçerlidir. Eğer o ölürse, bir müddet sonra çürür, gider. Hayvanî nefse sahip olduğu müddetçe, yaşamsal faaliyetlerini yerine getirebilir, avlanabilir vd. Eğer hayvanî nefsi olmayıp, yalnızca bedeni olsaydı, bunların hiçbirini yapamazdı. İnsana gelecek olursak, o da insanî bir nefse sahip olmasaydı, hiçbir şey yapamazdı. O bu nefisle neler yapabilir? Sonsuz şey… Şu ana kadar yaptıkları buna bir kanıt değil midir? Gelecekte de daha neler yapacak kim bilir… Hikmette, felsefede, bilimde, teknolojide… İnsanoğlu neler de başardı? Ay'a gitti, keşifler yaptı, birtakım hastalıklara çare buldu vs. Bunları yapan beden midir, yoksa nefs mi? Nefs-i nâtıkadır. Nefs-i natıkanın merhaleleri vardır. Duyumsanan şeylerin bile mertebeleri bulunmakta… Örneğin sevgi… Sevgi bedenden midir, yoksa nefsten mi? Sevgi güzel bir şey öyle değil mi? Anne, çocuğunu sevgiyle büyütür, Mecnûn Leylâ’sının peşinden sevgiyle gider vd. Bunların hepsi sevgiyle ve sevgidendir. Hayâl âlemi ne yapar? Hayâl âleminin genişliği sonsuzdur. Akla gelelim: Akıl neler yapar? Burhan ikame eder. Burhan ne yapar? Hakikatleri görmenizi sağlar. Nasıl ki gözlerimizle mahsûsâtı görüyorsak, burhan ile de hakikatleri görürüz. Yani burhan, bir yerde zihnin (aklın) gözüdür. Zihin, hakikatleri burhanın gözüyle görür. Nasıl ki bedende gözler varsa ve bu gözler mahsûsâtı görüyorsa, zihnin gözü olan burhan da hakikatleri görür ve gösterir. Âlemdeki hakikatlerle nereye varılır? Bâri-i Teâlâ’nın ispatına, meleklere… Feyz’in sözünü ettiği gözler bu gözlerdir.

Lârîcânî: Üstad, burada sormak istediğim iki felsefî soru var: “Eğer doğru söylüyorsanız, burhanınızı getirin”[3] âyeti, doğru sözlülerin ancak burhan ehli kimselerin olabileceğini göstermektedir. Burhân-ı Sıddîkîn de sanırım bu âyetten yola çıkılarak keşfedildi. Burada önemli olan, bakanın tevhidî ve ilâhî gözlere sahip olmasıdır. Bakılan nedir? O da sıbğatullah olmalıdır, yani tevhidin gülistanı… Üstad bu durum aşk, akıl ve kalp arasındaki birliği özetlemiyor mu?

Dînânî: Çok güzel bir soru sordunuz. Bugünlerde de oldukça revaçta olan bir konu bu. Ârifler bir şekilde şuhûddan söz etmekte… Elbette ki birazdan değineceğim konuda, gerçek ârifleri diğerlerinden ayırıyorum. Bugünlerde biliyorsunuz ki herkes bir şeyleri müşahede ettiği iddiasında. Öncelikle şunu belirteyim ki, bendeniz şuhûdu hiçbir şekilde inkâr etmiyorum. Bugünlerde karşınıza çıkan herkes şuhûd ehli ne hikmetse… Hâlbuki birçoğu “şuhûd”un anlamının bilincinde dahi değil. Bu sözcük, Arapça kökenli olup, “görmek, müşahede etmek” anlamına gelir. Onlara ne gördüklerini soracak olsanız, size ne cevap verirler? Gerçek şu ki, gördükleri, kendi vehimlerinden ve hayâllerinden başka bir şey değildir. Bazıları, Allah’ı gördüğünü bile söylüyor. Peki, Hakk, baş gözüyle görülebiliyor mu?

Kalbe gelince… Bu programda daha önce de açıklamıştım. İmam Sâdık (a.s.), akûl (akleden) bir kalpten söz etmiştir. Bununla ilgili rivayet dahi vardır. Aklî dirayete sahip olmayan bir kalp neyi görebilir ki? Hiçbir şey. O halde insanlar, akılsız ya da en azından aklı öncelemeyen bir kalbi niçin bu kadar yüceltiyorlar? Üstelik böyle bir kalp onlar için öylesine mukaddes ki… Aklı nihayetsiz bir küçümseme ve yok sayış… Akıl olmazsa kalp nereye kadar ilerleyebilir ki?

Akıl ile kalbin ilişkisi, vahdet ilişkisidir. Kalp, aklın zuhurudur. Akıl kalbe indiğinde, kalp duygu, sevgi, akıl gibi tüm insanî kuvvelerin merkezi olur. Tüm bu algısal kuvvelerin başında akıl gelir. Diğer duyu organlarının tüm verilerini, akıl kontrol altına alır. Bunların hepsinin toplamı kalbi oluşturur. Tüm duyu organlarının verileri bir birlik oluşturduğunda (örneğin aklın verileri bir tarafa, görme duyusunun verileri vd. ayrı bir tarafta olmadığında) ve aklın hidayetiyle bir araya geldiklerinde “kalp” olurlar. Bu sorunuzla birlikte aklıma başka şeyleri de getirdiniz ki, bunları söylememin ve izleyicilerimizin de bunları bilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim.

Batı’da 400 yıl kadar önce, akıl Batı’da Descartes ile birlikte bir yönteme dönüştü. Günümüzde herkes yöntemden söz ediyor. Üniversitelerdeki eğitimler bile artık metodoloji ağırlıklı... Burada şunu da vurgulamış olayım: Tabii ki yöntemselliğe karşı değilim. Akıl nedir, yöntem nedir? Akıl yöntemde esir mi olur, yoksa yöntem mi kurar?

Lârîcânî: O, yöntemler icat eder.

Dînânî: Ancak Descartes –elbette ki o büyük işler yaptı, yöntemi öncelemek suretiyle Batı felsefe tarihinin çehresini ve gidişatını değiştirdi; “ yöntem” dediğimiz şey tabii ki işlevseldir, dolayısıyla burada yönteme muhalif olduğumuz düşünülmesin– burada akla bambaşka bir rol biçiyor. Bazıları yönteme esir olmaktadır. Yönteme esir mi olmak gerekir, yoksa aklın mı ona yön vermesi gerekir?

Lârîcânî: Aklın ona yön vermesi icap eder.

Dînânî: Başka bir örnek verecek olursak; birçoğumuz mantık bilimini biliyoruz, öyle değil mi? Bu bilim, aslında insanın zâtiyâtından idi, sadece Aristoteles zamanında sistematik bir şekilde bir bilim halini aldı. Hepimiz gerçek hayatta insanların bizlerle mantıksal konuşmasını isteriz. Bu bir fenn ve ilimdir. Onun birtakım aklî ölçüleri vardır. Mantıksal konuşanlar, aynı zamanda akılcı bir şekilde konuşurlar. Mantık mı aklı kurmuştur, yoksa akıl mı mantığı?

Lârîcânî: Akıl mantığı kurmuştur.

Dînânî: Kuran mı daha üstündür, kurulan mı?

Lârîcânî: Kuran.

Dînânî: Akıl, mantığa esir mi olmalı, yoksa onu hidayet mi etmeli? Hidayet etmeli… Peki, akıl araç mıdır, yoksa amaç mı?

Lârîcânî: Akıl araç değildir.

Dînânî: Oysa bu ifadeyi XX. ve XXI. yüzyıl düşünürlerinden o kadar çok duymuşuzdur ki… Hatta “araçsal akıl” diye bir kavram bile attılar ortaya. Evet, böyle bir kavram da olabilir, itiraz etmiyorum. Peki, araçları belirleyen ve bir aracı sadece belli bir şey için uygun görüp, başka şeyler için uygun görmeyen yine aklın kendisi değil midir? Araçları da kuran akıldır. Dolayısıyla buradan şöyle bir neticeye ulaşıyoruz: Mantık aklın kendisidir. Aynı zamanda mantığın da aklî olduğundan şüphe etmeyiniz. Ancak bu mantığı kuran kurucu bir aklın olduğunu da unutmamak gerekir. Mantık, araçsal bir bilimdir. Nitekim tanımında da “ilmun âliyyun” (alet ilmi) ifadesi geçer. O bir istidlâl yöntemidir, metodolojidir. Size akılcı bir şekilde düşünmenizi ve davranmanızı telkin eden akla da “araçsal” diyebilir misiniz? Hayır. Demek ki akıl, araçları kurar, hatta kendisini bile araç haline getirir. Bendeniz bu ifadelerle, “araçsal akıl” iddiasındaki kişilerin iddialarını da kabul ediyorum. Eğer bu noktalara gelebilmişsek, akıl bizleri hidayet ettiği içindir. Bir arabayı dahi, aslında aklınızla sürersiniz. Akıl bir araçtır, peki onu araç kılan nedir? Yine kendisidir. Akıl, kendisinden bir araç meydana getirmiştir. Buraya dikkat ediniz. O halde iki tür akıl vardır: Birincisi araçsal akıldır, yani günlük hayatımızı sürdürmemizi sağlayan akıl… Sizi Mars’a götüren akıl –yani bilimsel akıl dahi– araçsaldır. Keza deneysel akıl da bu şekilde… Onun sayesinde inceler, araştırır, deney yapar, keşiflerde bulunuruz. Buna karşılık mantığı ve deneyi araç haline getiren aklın kendisi bir araç değildir. Mucize tam da buradadır. Belki mucize değil de, şaşırtıcılık desek daha doğru olur. Aklın şaşırtıcılığı… Dolayısıyla akıl hem araçtır hem de araç yapıcıdır.

Peki, akıl araç mıdır, yoksa amaç mı?

Lârîcânî: Üstad, ben de bunu söylemek istiyordum: Akıl, odağına aldığı şeye göre “araç” oluyor. Yani burada ölçü, bakılandır. Aklı araç kılan budur. İbn Sînâ da Burhân-ı Sıddîkîn’de aynı sonuca ulaşıyor: Akıl, sıbğatullah (Allah’ın rengi) ile baktığında, o artık araçsal akıl olamaz; bilakis tevhidin kendisi olmuştur.

Dînânî: Çok güzel söylediniz. Evet, akıl araçtır ve belli bir hedefi vardır. O hedefe ulaşmak için yol gösterir. Daha genel bir şekilde ifade edecek olursak; insan, yaşamını sürdürmek istiyor, öyle değil mi? Dolayısıyla akıl, burada insana yardımcı olmalıdır. Eğer insan akıl sahibi bir varlık olmasaydı, gerektiği gibi bir hayat sürdüremezdi. O halde akıl, hayatın bir aracıdır. O, aynı zamanda insana bu hayatın ne için olduğunu da soruyor. Sizler okuyorsunuz, çalışıyorsunuz, belli bir mevkiye gelmek için çabalıyorsunuz vd. Bunların hepsi niçin? Daha iyi bir hayat sürdürmek için. Akıl da tüm araçları bu yolda sizin için seferber ediyor. Peki, aynı akıl bize niçin yaşadığımızı sorsa, buna cevabımız ne olur?

Lârîcânî: “Kemâle ulaşmak için” olurdu…

Dînânî: Daha üstün bir kemâle ulaşmak için… Peki, bu kemâl nedir? Daha doğrusu bu kemâl, akıl olmaksızın mı elde edilecektir, yoksa akıl ile mi? İçinde aklın olmayacağı bir kemâl düşünülebilir mi? Hayır. Dolayısıyla o kemâlin kendisi de yine akıldır. O halde buradan, aklın yine akıl için çabaladığı sonucu çıkacaktır. Akıl, kendisinden bir merdiven yaratmakta, bu merdivenlerden yine kendisine ulaştırmaktadır. Akıl kendisinden aşağısını daima kendisine yükseltmek için çabalar.

Lârîcânî: Aynülkudât’ın, “Allah’ın en büyük mucizesi akıldır” demesi boşuna değilmiş o halde…

Dînânî: Esasında Allah’ın akıldan daha büyük bir mucizesi yoktur. Akıl olmasaydı, âlemde mucize diye bir şey olur muydu? Eğer mucize olsaydı, ancak akıl olmasaydı, mucizeleri anlamak mümkün olur muydu? Akıl hem mucizedir hem de mucizelerin, kendisi vasıtasıyla anlaşıldığı şeydir. O hem damdır hem de merdiven.

Lârîcânî: Onun özelliği de anlamak ve dikkatle düşünmektir.

Dînânî: Akıl, o yüce makama ulaşmak için kendisini merdiven kılıyor. Oraya ulaştığında bu kez de daha yüce bir mertebe için merdiven oluyor ve bu böylece sürüp gidiyor. Artık hakkında hiçbir şey söylenemeyecek makama kadar ilerliyor akıl.

Bazıları, aklın hataya meyyâl bir yapısının olduğunu söylüyor. Evet, doğru da söylüyorlar. Siz, ben, kısacası hiç kimse şüphe etmesin ki, akıl bazen yanılabilmektedir. Burada bir örnek vermek istiyorum: İki insan farz edin: Bunlardan birisi akıllı bir kimsedir ve bazen hata yapmaktadır. Diğeri ise ahmakların ahmağıdır. Akıllı olup da ara sıra hata yapan mı daha tehlikelidir ve aynı zamanda hakikate daha kolay ulaşır, yoksa ahmak olan mı?

Lârîcânî: Günümüzde hata yapmak bir tür sınav olarak algılanıyor.

Dînânî: Konumuz şimdi bu değil. Biraz önce verdiğim örnekte, bu insanların her ikisi de hakikate erişmek istiyorlar. Bunlardan hangisi hakikate daha yakındır?

Lârîcânî: Akıllı olup da yanılan kimse…

Dînânî: Akıllı insan, çoğu kez hata yaptığını fark eder, yani bunun bilincindedir ve bunu telafi etmeye çalışır. O, hakikate ulaşmak istediği için, yaptığının yanlış olduğunu ve kendisini bir yere ulaştırmayacağını öngörebilmektedir. Bu insan, hatalarını düzeltmek istediğinde hakikate erişir mi, erişmez mi? Elbette ki erişir. Peki, ya ahmak?

Lârîcânî: Ahmak, hakikate erişemez; üstelik hata yaptığını dahi bilmez.

Dînânî: Böyle birinin hakikate erişmesi mümkün değildir ki… İnsanların bunları bilmesi önemli... İsâ (a.s.) bile anadan doğma körlere şifa verebilmiş, ancak ahmağa çare olamamıştır… Körlere şifa verirken, ahmaktan ise köşe bucak kaçmış. Ona, “Sen, Allah’ın peygamberisin. Körlere nasıl şifa veriyorsan, ahmakları da akıllandır” diyorlar. Hazret, böylelerini akıllandırabilir miydi sizce? Hz. Hatmî Mertebet (s.a.a.), Ebû Cehil’i adam edebildi mi? Ahmak öyle biridir ki, ona bir ömür hizmet edersiniz, ancak bir gün yemeğini sofrasına geç götürdünüz diye düşmanlığını kazanırsınız. Hayvanlar, en azından hayvanî içgüdülerinin dışına çıkmazlar. Fakat ahmaklar hayvanlardan bile daha aşağıdırlar.

Lârîcânî: Üstad, o halde konuyu şöyle bir sonuca bağlayabilir miyiz? Aklın zatî niteliği “düşünmek” olduğundan, onun bir haddi yoktur ve düşünce içinde düşünceye gark olur.

Dînânî: O, basamakları sayılamayacak bir merdivendir. Bizler “akıl” diye üstelediğimizde, bazıları kalbe muhalif olduğumuzu sanıyor. Böyle bir şey mümkün olabilir mi hiç? Vurguladığımız şey sadece, akılsız bir kalbin bir işe yaramayacağı ve kişiyi bir yere ulaştıramayacağıdır. O halde ey kalp ehli! Ne olur, aklı unutmayın… Aklı göz ardı ederek kalbin peşinden giderseniz, başınıza ne gelir?

Lârîcânî: Feyz’in Büyük Haşr’dan bahsettiği dizeler de çok ilginç…

Dînânî: Biliyorsunuz ki, şu an sonbahar mevsimindeyiz. Yapraklar dökülüyor vs. Bu bir tür ölümdür. Ancak bundan birkaç ay sonra bu kez de ilkbahar mevsimi geliyor, yapraklar yeniden yeşillenecek, ağaçlar çiçek açacak ve meyve verecektir. Bu da bir tür diriliştir, öyle değil mi? Doğadaki bu gerçekliği hakkıyla müşahede eden bir kimsenin, dirilişten ve kıyametten şüpheye düşmesi imkânsızdır. Büyük Haşr ne demek? İnsanlığın baharı demek… İnsanlar orada yeniden dirilecekler çünkü…

Lârîcânî: İbrahim de (a.s.), Allah’a ölüleri nasıl dirilttiğini sormuştu. Bunu kalbinin mutmain olması için talep etmişti.

Dînânî: Kalbin itminanı nereden geliyor?

Lârîcânî: Ben de bunu sormak istemiştim. Sanırım burhandan geliyor.

Dînânî: Burhân-ı Sıddîkîn, muhkem ilâhî bir burhandır. Akıl sahibi olmayan bir kimse mutmain olamaz. Olsa bile bu geçicidir, bir rüzgârda ya da en ufak bir sarsıntıda yok olmaya mahkûmdur. Böyle birinin itminanı ne gibi bir değer ifade eder ki?

Feyz, şiirde, doğadaki bu örnekleri tefekkürle incelememizi istiyor. Muhkem bir nazarla yani; ahmakların bakışıyla değil… Yüzeysel ve üstünkörü bir bakışla değil, derinlemesine… Buna ibtidaî bakış diyor bazıları… Yani bir anlamda ahmakların bakışı… Bu bakışa “nazar” diyebilmek bile mümkün değildir. Bir de hikmetli, akılcı ve derin bir bakış açısı da vardır ki, bu sadece akıl sahiplerine özgüdür. Feyz’in sözünü ettiği tefekkürle bakacak kimseler, bunlardır. Beyitlerde geçen “nâzır” ile “nezzâre” sözcükleri arasında bir fark var. Nâzır, yüzeysel bir şekilde bakarken, nezzâre derinlemesine ve düşünerek bakar. Tüm varlığıyla yani… Hakk Ehli’nin bakışı, tüm vücuduyladır. Eğer tüm vücudunuzla bakarsanız, hakikatleri görmemeniz mümkün değildir.

Lârîcânî: Hâfız da, kalbin bu âlemi temaşa etmekle neyi murâd ettiğini soruyor.

Dînânî: Nasıl ki gözün bir göz bebeği varsa, aklın ve kalbin de bir göz bebeği vardır ki, bu da tefekkürdür. Kalbin gözü, akıldır. Kalp, aklın gözüyle görür. Birçokları, âriflerin akla karşı çıktıklarını sanıyor. Gerçekte akla muhalif olanlar, bunları söyleyenlerin kendileridir… Bunlar cahilce sözler... Hiçbir ârif akla muhalif değildir. Bizzat kendisi ârif olan Feyz de daima akılcılığı teşvik etmiştir. Hangi kitap Kur’ân kadar insanları akletmeye davet etmiş ki? Akletmeye davet eden âyetlerin sayısının bu kadar fazla olması tesadüf olabilir mi? Bugün bu âyetleri bir kenara itip, İslâm iddiasıyla masumları öldüren terörist gruplar var ne yazık ki… Suriye ve Irak’ta örneklerini gördük ve görüyoruz.

Lârîcânî: Oysa İslâmiyet’in tamamı, akılcılık temeli üzerine kuruludur.

Birkaç beyitten fazla işleyemedik ama yine de bilgilerinizden ziyadesiyle istifade ettik üstad. Umarım devamını sonraki programlarımızda işlemeyebilmemiz nasip olur.

Bir sonraki programımızda tekrar görüşmek dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hepinize veda ediyoruz. Sağlıcakla kalın.

Medya Şafak

[1] Rûm Sûresi, 50. âyet

[2] Bakara Sûresi, 138. âyet

[3] Neml Sûresi, 64. âyet

YORUMLAR

REKLAM