İbrahimi Dinani: Mesnevi Dersleri (16)

Akıl kendini tanıdığı için diğer şeyleri de tanıyabiliyor. Akıl kendinin bilincinde olduğu için diğer şeylerin de bilincine varabiliyor. İzin verirseniz günümüzde hepimizin elinde olan bir şeyle örnek vereyim. Bilgisayar birçok şey bilir ancak bilgisayar kendisini tanımıyor. Bilgisayar kendisini tanımadığı için dünyayı da tanımıyor, siz bilgisayarla dünyayı tanıyorsunuz.
GİRİŞ: 24.01.2022 07:58      GÜNCELLEME: 24.01.2022 07:58
Rasthaber -  İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.
 
Yüzünün ışığından daha parlak bir bakış yoktur

Senin kapının toprağında olmayan hiçbir göz yoktur


Senin yüzüne bakanlar görüş sahibi olanlardır

Senin zülfünün sırrı hiçbir başta yoktur

Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Marifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi aziz üstadımız ile birlikte sonsuz bir deniz olan Mesnevî-yi Manevi’den bahsediyoruz.

Programımızla ilgili görüş ve önerilerini bize ileten değerli izleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Bazıları Mesnevî’de ‘‘velâyet’’, bazıları “fena”, bazıları da “nur” konusundan bahsetmemizi istemiş. İnşallah fırsat oldukça soru ve önerilerinize cevap vermeye çalışacağız.

Evet, aziz Üstad, önceki programımızda Mevlânâ’nın his, akıl ve aşk gibi tüm idraklere saygı duyduğunu ancak insanlığa başka bir vadi de açtığını söylemiştik. O vadi de zatıâlinizin ifadesiyle sınırsızlık vadisidir. Bu çok güzel bir isimlendirmedir ve aynı zamanda da insanın varlığı ve doğasıyla da çok ilgilidir, zira insan da sınırsız bir varlıktır.

Ancak bu sahaya girme konusunda bazı sorunlardan söz ediliyor. Biz de bu programın süresi izin verdiği ölçüde bu sorunlardan bahsetmek istiyoruz. Kimileri bu sorunlardan veya afetlerden birinin “kîl u kâl” (dedikodular, sözler) olduğunu söylüyor.

Keşke varlığın dili olsaydı da

Var olanlardan perdeleri kaldırsaydı

Ey varlığın nefesi, ona ait her ne söylüyorsan

Bil ki onun üstüne bir perde daha örtüyorsun,

Onu idrak etmenin afeti sözdür ve hâldir

Kanı kanla yıkamanın imkânı yoktur

Burada acaba tanımanın ve bilmenin aracı olan aklın, akılla tanınması gerektiğini mi kastediyor? Gerçi siz aklın da yine akılla tanınması gerektiğini belirtmiştiniz. Peki, eğer öyleyse buradaki “kanı kanla yıkamak imkânsızdır” ne demek oluyor?

 Üstad Dînânî: Evet, Bismillâhirrahmânirrahîm. Bizi yavaş yavaş sınırsızlık âlemine sokuyorsunuz.

Laricanî: Zaten girdik Üstad.

Üstad Dînânî: Evet, sınırsızlık âlemine girmek veya yaklaşmak oldukça zor bir iştir. Mevlânâ gerçekten bu denizin dalgıcıdır. Siz “marifetin (bilmenin) sorunları veya ona zarar veren şeylerin” olduğundan bahsederek çok güzel bir noktaya işaret ettiniz. Yani bizler her şeyi tanımalı ve bilmeliyiz ancak bilmenin kendisini de bilmeliyiz.

Her şeyin afeti yani ona zarar veren şeyleri vardır. Bizler her şeyle ilgili olarak zarar tespiti yaparız. Toprağın, toplumun, bitkilerin, cansızların ve diğer şeylerin gördüğü zararın belirlenmesi önemli bir meseledir. Bu âlemde zarar vardır ve buradaki her şey de zarar görmektedir. Bu âlem bir tekâmül âlemi olduğu gibi aynı zamanda o tekâmül de zararların içinden geçmektedir. Bizim zararları bilmemiz önemlidir ancak zararları bilmekte olan marifetin kendisi de zarar görmektedir.  

Bunu Mevlânâ söylemiş; ancak Mevlânâ’dan asırlar sonra Batılı bir filozof olan Kant da bundan bahsetmiştir. Kant’ın felsefesi şudur: Biz dünyayı marifet ile tanımak istiyoruz, filozoflar dünyayı marifetle tanımaya çalışıyor. Ancak ben marifetin kendisini tanımak istiyorum. Kant’ın sözünün esası budur.

Diğer filozoflar, dünyayı marifetle tanırken ben marifetin kendisini marifetle tanımak istiyorum. Yani epistemolojinin konumunu belirlemek istiyorum. Yani marifetin kendisini tanımak istiyorsak doğal olarak marifeti marifetle tanıyacağız. Marifeti, marifet dışında başka bir şeyle tanımak mümkün değildir. 

Kant büyük bir filozof ama şu an bizim konumuz o değil ve şimdi Kant’ın felsefesinden bahsedecek değiliz. Biz bu konuyu başka bir dille söz eden Mevlânâ’dan bahsetmek istiyoruz. Sizin de işaret ettiğiniz gibi Mevlânâ işe hisle (duyularla) başlıyor. Duyuların önemine inanıyor. Ardından hayal, vehim, akıl ve aşka doğru yükselerek sınırsızlık âlemine kadar gidiyor.

Marifet duyularla başlıyor ancak insanlar dikkat etmez ve sadece duyu aşamasında kalırsa veya duyularını doğru kullanamazsa marifete ulaşamaz. Duyuları doğru kullanmamak, örneğin doğru görememek veya işitememek bir sorundur. Biz çoğu zaman söylenenleri doğru duymuyoruz ama bu kulağımızın sağır olmasından dolayı değil, duyduklarımızı zihniyetimize karıştırmamızdan dolayıdır. Yani karşı tarafın sözü ile kendimiz arasına mesafe koyup onun sözünü dinlemiyoruz. Ya da bir şeye kendi öznel bakışımızla bakıyoruz, tarafsız bakmıyoruz. Aynı şeyler diğer duyular için de geçerlidir.

Bu duyulara yönelik tehlikelerden biridir. Bir diğer tehlike ise duyulara saplanıp kalmak ve daha yukarı aşamalara çıkmaya çalışmamaktır. Bu da kendi başına bir tehlikedir. Duyular yön gösterici olduğu ve yükselişe götürdüğü kadar orada saplanıp kalınması halinde veya duyuların yanlış kullanılması durumunda zarar da verebilir.

Aynı şey hayal için de geçerlidir. Hayal insanı çok uçuran bir şeydir. İbn Arabî gibi büyük ârifler, hayal âleminin sonsuz olduğunu söyler. Hayal âlemi, hiç kimsenin sonunun neresi olduğunu bilemediği sınırsız bir âlemdir. İnsan hayallerle neler yapmamıştır ki… Tüm efsaneler masallar, şiirler hayaller sayesindedir.

Ben şu şiiri daha önce de defalarca okumuştum, Hâfız hayal âleminin ne kadar geniş olduğunun farkındaydı. Hâfız diyor ki:

Dedim ki hayalinin zihnime giren yolunu kapatacağım

Dedi ki o gece gezendir, başka bir yol bulup girer

Biz hayale kapıldığımızda ondan ne kadar kaçmaya çalışırsak, başka bir hayale sığınırız. Akla sığınmadıkça hayalin pençesinden kurtulmak çok zordur. Ancak hayal insanı çok genişletir ve elbette hayal çok önemlidir, insanın ufkunu genişletir. Bununla birlikte hayale saplanıp kalmak insana zarar verir. Yani hayal insanın yolunu açabildiği gibi, insan için tehlikeli de olabilir. Hayal savaş da yaratabilir, barış da. Mevlânâ bir şiirinde buna işaret etmektedir:

Onların savaşları da barışları da hayale dayalıdır

Övünçleri de utançları da hayalden ibarettir.

 
Bir hayale kapılarak savaş ateşi yakabilirler, bir hayalle, şiirle, güzel bir hareketle, güzel bir resimle barış da yaratabilirler. Dolayısıyla biz hayal nerede zarar verebilir ve nerede yol açıcı olabilir diye bir zarar tespiti yapmalıyız. Aynı şey vehim için de geçerlidir.

Gelelim akla. Peki, akıl da tehlikeli olabilir mi? Evet, akıl da tehlikeli olabilir. Akıl bize yön gösterdiği gibi bizi tutsak da edebilir. Örneğin ekonomik akıl da bir akıldır. Siz ekonomi aklıyla toplumu ilerletir ve topluma çok faydalı olabilirsiniz. Ancak sadece ekonomiyi düşünür ve başka da hiçbir şey düşünmezseniz, ekonomik durum da daha iyiye gidemez, yani orada saplanıp kalırsanız size zarar verir. Doğal olarak akıl konusunda da bir zarar tespiti ve değerlendirmesi yapmalıyız ama tabii ki bunu da aklın kendisiyle yapmalıyız.

Hatta aşk için de durum aynıdır. Aşk, salikin hakikat yönüne gittiği yoldur. Fakat aşk belirli bir konuya tutsak olmamalıdır. Âşık çeşitli sevgililere âşık olabilir. Mecnun Leyla’ya âşıktır; ama kimi de paraya âşıktır.  Kimileri paradan ve parasının miktarını artırmaktan başka bir şey düşünmez. Elbette insanın parasını düşünmesi, arttırmaya çalışması kötü bir şey değildir ama ondan başka bir şey düşünmemesi insan için tehlikeli değil midir? İnsanın ömrünün sonuna kadar o çerçevede kalması tehlikeli değil midir?

O halde aşk da yön gösterici olduğu kadar aynı zamanda tehlikeli de olabilir. Şimdi Mevlânâ’nın şiirinde bahsettiği “kâl ve hâl” meselesine gelelim. “Kâl” söz veya konuşma demektir. Söz söylemek, konuşmak sorun çözücü olabilir, tek bir cümle bir milletin yolunu açabilir. Ama aynı şekilde bir söz tehlikeli de olabilir. Söz faydalı olabileceği gibi zararlı da olabilir. Demek ki sözün ve konuşmanın da zararlarını tanımamız gerekir.

Gelelim “hâl”e… “Hâl” dürüsttür. Peki ama ‘‘hâl’’de tehlike yok mudur? Öyleyse daima zararları tanımamız ve belirlememiz gerekir. Mevlânâ “kanı kanla yıkamak” derken, şunu demek istiyor: “Kâl”i “hâl” ile veya “hâl”i “kâl” ile düzeltmeye çalışırsan, biri kirliyse ötekini de bozar. Kanın bulaştığı bir şeyi temizlemek istiyorsak, onu kanla yıkayamayız.

Sonuç olarak genel anlamda şunu söyleyebilirim. Sınırlanmak tehlikelidir. Yani belirli bir halde kalıp da başka bir hale geçemiyorsan, daha yüksek bir hale gitmiyorsan o tehlikelidir. Belirli bir sözde veya fikirde hapsolursan ve o fikirden çıkmak istemiyorsan yükselmek istemiyorsun demektir. Daha önceki bir programda imanın yükselmek olduğunu söylemiştim. Yani imanda bile eğer bir yükseliş yoksa siz yerinizde kalmışsınız demektir. Hz. Ali’den (a.s.) “iki günü aynı olanın vay haline” şeklindeki sözünü nakletmiştim.

İnsanın değil iki günü iki ânı dahi aynı olmamalı ve insan daima yükseliş halinde olmalıdır. İnsan eğer belirli bir sözde veya halde kalırsa orası, insanın varlığının sınırıdır. Mevlânâ bunu 800, 900 yıl önce söylemiş; bugün analitik filozoflar örneğin onlardan biri olan Wittgenstein da çok doğru bir şekilde “İnsanın varlığının sınırı, onun düşüncesinin sınırıdır” diyor. Bir insanın sınırını anlamak için onun düşünce sahasının sınırını yani sözlerini incelemek gerekir.  
           
Kimi insanların sözleri yeme içme ve giyinme ile sınırlıdır. Dolayısıyla onların varlığı, sadece yemek içmek ve giymekle sınırlıdır, yani varlıkları bu kadardır. Kimi insanların sözleri ise çok kapsamlıdır, bir insanın sözleri ne kadar kapsamlı ise düşüncesi de o kadar kapsamlıdır.

Bunlar bugün analitik filozofların sözleridir. Ama Mevlânâ bundan asırlar önce bu şiirleriyle çok daha güzelini söylüyor. Şimdi izin verirseniz sizin okuduklarınızdan farklı olarak ben de Mevlânâ’dan bir beyit okuyayım. Diyor ki:

Şimdi yeni bir söz söyle, ta ki iki dünya yenilensin

Dünya sınırdan kurtulsun, sınırsız ve ölçüsüz olsun

Yani sözlerin sürekli tekrar olmasın. Belirli bir düşüncede durup hapis kalma. “Yeni bir söz söyle”, yeni bir düşünce getir demektir. Yeni bir düşünce getirdiğin zaman, yeni bir söz söylersin. Yeni bir düşünce getirip yeni bir söz söylediğinde dünyan yenilenir. İki dünyan da yenilenir, hem mülk hem de melekût âlemin yenilenir.

Bakın, ikinci mısrada “Dünya sınırından kurtulsun, sınırsız ve ölçüsüz olsun” diyor. Senin sınırın senin sözündür. Bu sınırı aşabileceğin bir noktaya ulaşabilirsin. Yani “kâl” sınırını aşabilirsin. Söz sınırını aştığın zaman artık dünya da sınırsız ve ölçüsüz olur.

Laricanî: Çok güzel Üstad, aynı şekilde su da durağan olursa bir süre sonra kokar, ama akıp dalgalandığında berraklaşır ve tazelenir, böylece başkalarının da susuzluğunu giderir. Mevlânâ, zararları ve afetleri söylediği gibi, bunun ilaçlarını da söylüyor.

Evet Üstad, şimdi kısa bir aradan sonra devam edelim. 

***

Evet, Mevlânâ, zararları ve afetleri söylediği gibi kurtuluş yolunu da gösteriyor demiştik. Hissî idrakleri, aklınızı, hatta aşkınızı da dine bağlayın diyor. 

Üstad şimdi şu soru gündeme geliyor: İnsan marifete ilişkin nasıl bir yaklaşım veya derece ile marifetin kendisini tanıyabilir? “Bike areftuk” (Seni seninle bildim) demek kolay; ama Allah’ı Allah’la tanımak nasıl mümkün olabilir? Yahut aklı akılla, hissi hisle tanımak nasıl olabilir?

Üstad Dînânî: Evet, meselenin büyüklüğü burada: Yani Hak Teâlâ’yı Hak Teâlâ ile tanımak veya aklı akılla tanımak. Gerçi aklı akılla tanımayı tasavvur etmek biraz daha kolaydır. Zira biz her şeyi akılla tanıdığımıza göre aklı da yine akılla tanıyabiliriz. Aklın öncelikle kendisini tanıması gerekir; zaten akıl kendisini tanımazsa hiçbir şeyi tanıyamaz.

Bu bir felsefi kuraldır: Akıl kendini tanıdığı için diğer şeyleri de tanıyabiliyor. Akıl kendinin bilincinde olduğu için diğer şeylerin de bilincine varabiliyor. İzin verirseniz günümüzde hepimizin elinde olan bir şeyle örnek vereyim. Bilgisayar birçok şey bilir ancak bilgisayar kendisini tanımıyor.

Bilgisayar kendisini tanımadığı için dünyayı da tanımıyor, siz bilgisayarla dünyayı tanıyorsunuz. Robotlar da aynı şekilde. Neden? Çünkü kendilerini tanımıyorlar. Akıl huzûrî olarak kendini kavradığı için, diğer şeyleri de husûlî olarak kavrayabiliyor. O halde aklın, aklı anlamasını tasavvur etmek veya anlamak çok zor değildir.

Zor olan Hakk’ı Hak ile tanımaktır. Hakk’ı Hak’la tanımak ne demektir? Bu çok zor bir sorudur. Benim, ben olmamam gerekiyor. Ben, ben olduğum sürece yani enaniyete sahip olduğum sürece ben “Hak, benim üzerinden kendini tanıdı” diyemem. Ama eğer ben, ben olmazsam işte o zaman Hak Teâlâ, benim üzerimden kendini tanır. Çünkü ortada ben yoktur. “Ben”i tanımam, artık benim kendimi tanımam değildir; Hakk’ın kendisiyle benim üzerimden Hakk’ı tanımaktır. Bunun şartı, enaniyetin ortadan kaldırılmasıdır.

Benim ben olmamamı tasavvur etmek mümkün değildir. Aklın, kendisini tanıması anlaşılabilir bir şeydir zira akıl kendisinin bilincindedir. Fakat “benim ben olmamam” tasavvur edilebilecek bir şey değildir. Bu, âriflerin sözünü ettiği fenâfillâh makamıdır. Bir kimse buna ulaşmadıkça bunu bilmiyor. Ben şimdi bunu size ve izleyicilerimize söylüyorum; ama buna ne kendim ulaştım ne de bunu tasavvur edebiliyorum.

‘‘Ben, ben değilim’’ demek Hak Teâlâ’dan başka bir şeyi görmemek; ondan başka bir şeyi duymamaktır. Yani benim gözüm Hak’tan başkasını görmemeli, O’ndan başkasını duymamalı, adımım O’ndan başkası için atılmamalı, elim Hak’tan başkası için hareket etmemeli. İşte o kişi; Allah’ın eli, Allah’ın gözü, Allah’ın yüzü vs. olur. İşte o, Hakk’ı Hak ile tanır. Tıpkı Hz. Emîrü’l-Mü’minîn (a.s.) gibi.

İzin verirseniz bir rivayet nakledeyim. Bu rivayeti aynen değil, içerik olarak naklediyorum. Bir kişi Kâbe’yi tavaf ederken bir yanlış yapıyor. Hz. Ali (a.s.) o şahsı, onu bir daha yapmaması için cezalandırıyor. O da bu kısa cezadan dolayı gidip, İmam Ali’yi (a.s.)  Halife Ömer bin Hattab’a şikâyet ediyor. Halife sükût edince, adam “Ey halife neden susuyorsun, ben ondan şikâyetçiyim!” diyor. Bunun üzerine halife ona “Halife ne desin, Allah’ın gözü seni görmüş ve Allah’ın eli de sana vurmuş!” diyor.  Bu rivayet el-Gadir kitabında geçiyor.

Laricanî: Sünni hadis kaynaklarında da geçiyor.

Üstad Dînânî: İşte bu fenâ makamıdır. Siz ‘‘Hakk’ı Hak’la tanımak nasıl olur’’ diye sormuştunuz. İşte bu şekilde oluyor.

Sizin okuduğunuz Mevlânâ’nın şiiriyle ilgili olarak ben bir şeyler söylemek istiyordum ancak fırsat olmadı. Siz şiiri okuduktan sonra aklın adil bir yargıç olduğunu söylemiştiniz. Bu çok önemli bir şey. Sayın Laricanî, zaten akıl olmadan adaletin bir anlamı var mıdır?

Laricanî: Evet anlamı yoktur ama iman olmadan da aklın anlamı yoktur.

Üstad Dînânî: Peki, akıl olmadan imanın anlamı olur mu? Akıl mı imanın gereğidir yoksa iman mı aklın gereğidir? Ben de size bunu sorayım.

Laricanî: Evet, iman akıl gereğidir.

Üstad Dînânî: Evet, aynen ben de tam bu noktaya varmak istiyordum. Hem adalet hem de iman aklın gereklerindendir.

Laricanî: Doğru, “akıl bâtıni hüccettir”.

Üstad Dînânî: Evet, akıl Allah’ın bâliğ (kâmil) hüccetidir (hüccetullâhi’l-bâliğa). Baliğ hüccet ne demektir? Yani akıldan daha açık, daha mükemmel başka bir hüccet yoktur. Yani iman, aklın doğrudan bir eseridir. Yani adalet, aklın özelliklerindendir. Aklın olmadığı bir yerde adalet anlamsızdır. Adaletten söz etmek bile mümkün değildir.

Yani adaleti anlayan akıldır. Adalet, her şeyi yerli yerine koymak demektir. Adaletin tarifi her şeyi kendi yerine koymaktır. Bir şeyin yerini teşhis etmek ve onu o yere koymak kimin işidir? Elbette aklın işidir. Akıl olmasa, adalet insanlık kültüründeki en anlamsız kelime olur. İman da aklın ayrılmaz bir gereğidir. İmana eğilimi olmayan akıl, sapkın bir akıldır.

Bunlar tıpkı süt ve şeker gibi birbirine karışmış şeylerdir ve bunları ayırt etmek çok zordur. Dolayısıyla sonuç olarak Allah’ın hücceti olan, Hak Tebarek ve Teâlâ’nın kâmil bir hücceti olan akla geri dönmeli ve “Allah’ım bize akıl nasip ettiğin için sana hamd ve şükürler olsun’’ demeliyiz. Allah, varlık âleminde akıldan daha büyük bir nimet yaratmamıştır.

Laricanî: Her şeyin üstündeki bir sultandır ve azli yoktur.

Üstad Dînânî: Evet, bu söz Ebu Hamid Gazzâlî’ye aittir. Ne kadar güzel söylemiş. O, felsefeye karşı olmasına rağmen akılla arası iyiydi. O, bazı felsefeleri sapkın olarak görüyordu. Akıl her şeyin üstünde bir sultandır ve onun kimse yerinden azledemez. Aklı yerinden kim indirebilir?

Laricanî: Aklın kendisi.

Üstad Dînânî: Evet, yine sadece akıl indirebilir, ki bu da yine aklın sultanlık yapmasıdır.

Laricanî: Üstad, bu bana Molla Sadrâ’nın bir sözünü hatırlattı. O, “insanlar üzerine iki hüccet vardır: Zâhirî ve bâtıni hüccet” şeklindeki meşhur hadisi şerh ederken -ki o hadiste aklın bâtıni hüccet olduğu belirtiliyor- “o bâtıni hüccet, aklın nuraniyetidir ve Hak Teâlâ ona tecelli etmiştir” diyor. Dolayısıyla o, aklın mahiyetini de nur olarak görmektedir.

Üstad Dînânî: Hak Teâlâ’nın ilk tecellisi akıldır. Diğer tecelliler de aklın ışığında anlaşılmaktadır.

Laricanî: Bir hadiste Allah’ın ilk yarattığı akıl, diğerinde de nurdur deniyor.
 
Üstad Dînânî: O nur, işte o akıldır. 

Laricanî: Çok güzel bir şekilde açıkladığınız üzere insan Allah’ı Allah’la bilebilir ancak insanın fenâfillâh makamına ulaşması ve benliğinden (enaniyet) kurtulması gerekir. Mevlânâ da bu konuda güzel bir hikâye anlatıyor: 

Birisi, sevgilinin kapısına gelip kapıyı çaldı.

Sevgilisi “Kapıyı çalan kim?” dedi.


“Benim” diye cevap verince sevgilisi “Git, şimdi zamanı değil.

Böyle bir sofra, ham kişinin makamı olamaz” dedi. 

Adam gidip bir yıl, sizin buyurduğunuz gibi enaniyetini yakıp yok ediyor ve sonra tekrar gelip kapıyı çalıyor:

O zavallı gitti, tam bir yıl

Sevgilisinin ayrılığıyla yanıp yakıldı.


Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi.

Sevgilinin evinin etrafında dolaşmaya başladı.
     

Kapıya vardı yüzlerce korku ile edepli bir şekilde kapıyı çaldı

Ağzından yanlış bir söz çıkmasın diye korkarak.


Sevgilisi “Kim o?” diye bağırınca

Kapıdaki da ‘‘sensin ey sevgili” diye cevap verdi.

Sevgili “şimdi mademki bensin, ey ben, gel içeri gir”

Ev dar, iki kişi sığmıyor” dedi.

Yani enaniyetle oturup Allah’a doğru seyr-i sülûk etmedikçe benliğinden kurtulamazsın diyor.

Üstad Dînânî: Hz. Musa’nın Firavun’la yaptığı tüm iman ve küfür mücadelesi tam da budur. Firavun, tam anlamıyla enaniyet mazharıydı. Bütün bir enaniyet, adeta Firavun’da çehre kazanmıştı. Firavun “Ene rabbikumu’l alâ” (Ben sizin en yüce rabbinizim) diyordu. Bu, Firavun’un enaniyetinin iddiasıydı.

Hz. Musa ise Tur Dağı’nda ne buyurmuştu: “Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti; Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince dedi ki: “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tövbe ettim; ben inananların ilkiyim.” (A’râf, 143)

Yani burada paramparça olan neydi? Hz. Musa’nın enaniyetiydi, artık Hz. Musa’da enaniyet diye bir şey kalmadı. Firavun ise tam bir enaniyetti. O halde bir tarafta enaniyetten tamamen kurtulmuş olan ve dili de Allah’ın dili olan Hz. Musa, diğer tarafta ise enaniyetin cisimleşmiş hali olan Firavun karşı karşıya geldi. Tüm peygamberlerin de dinlerin de kaderi işte budur. Yani enaniyeti olmayan peygamberlerin ve Allah’ın velilerinin enaniyet sahibi insanlara karşı olan sözleri. İşte bu peygamberlerin davetinin özü ve özetidir.

Laricanî: Bu konuda Molla Hâdî Sebzevârî’nin de çok güzel bir sözü var. “Allah’ı Allah ile tanıyın” hadisini açıklıyor. Programı bitirirken izin verirseniz onu nakledeyim. O şöyle buyuruyor: İnsan enaniyetinden kurtulduğunda Allah’ın velilerinin velâyeti sahasına girer ve o zaman Ehl-i Beyt’i anlamaya başlar. “Benim” diyen bir kimse velâyete mensup olamaz. İnsan bu alana girdiğinde ise ona, Allah’ın velileri olan Ehl-i Beyt’ten, özellikle de Hz. Ali’den ilk hediye olarak ulaşmak istediği ilim gelir.

Bugün de programımızın süresi bitti. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle, aziz üstadımızla birlikte hoşça kalın diyoruz.


Medya Şafak

 

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM