12 gün savaşı İslam İnkılabının İran’da zafere ulaşması
tarihi olan 1979’dan beri başlayan medeniyetler savaşının askeri çatışmaya
dönüşmesi aşamasıdır. Yani aniden ortaya çıkmış ve aniden sona ermiş bir savaş
değildir. Geçmişi 46 yıl öncesine dayanan ve ne zamana kadar süreceği belli
olmayan bir savaştır. Ayrı bir ifadeyle bu savaş sultacı Batı medeniyeti ile bu
müstekbir medeniyete karşı -şimdilik- Batı Asya bölgesinde direniş başlatan Müslüman
halklar arasında devam etmektedir.
Böylece savaşın aktif ve pasif tarafları da ortaya çıkmış
oldu. Bir tarafta tüm bir Batı ve dini/mezhebi, milliyeti ne olursa olsun
Batı’nın bölgedeki ideolojik, askeri ve siyasal müttefikleri, karşı tarafta ise
Direniş Cephesi’nin merkezi konumundaki İran, direnişe aktif olarak katılan ve
Batı sultasına karşı Direniş’e gönül veren potansiyel halk kitlelerinden oluşan
Cephe yer almaktadır. Direniş Cephesinin varlığı ve duruşu net olarak
ortadayken Batının ileri karakolu İsrail işgal rejimi de Batı medeniyetini
korumak ve Batıyı temsilen savaştığını defalarca ilan etmiş bulunuyor.
Batı Asya bölgesi başta olmak üzere halkı Müslüman ülkeler
rejimleri tarafından 12 Gün Savaşı sırasında İsrail-ABD saldırısıyla ilgili
olarak bazen dil ucuyla, bazen mahçubiyetle, bazen tereddütle yapılan kınamalar
da gerçekte bu rejimlerin hangi safta yer aldıklarını gözler önüne serdi. Kısa
bir ifadeyle bu kınama demeçlerinin kendi halklarını kandırmaya, tepkileri
yatıştırmaya yönelik olduğu bir gerçek.
Söz konusu ülkeler rejimleri, özellikle de İran’a komşu
ülkelerin saldırının başlamasından çok öncelerden beri bilgilendirildiği,
bunlara İran’da İslami düzenin kesin olarak yıkılacağına dair mesajlar
verildiği, hatta son aşamada İran’ın beş parçaya bölüneceğinin planlandığı,
dolayısıyla bu ülkelerden bazılarının ortaya çıkacak pastadan kendilerine pay
ayrıldığına dair vaatlere kandıkları veya pay kapmaya hazırlandıkları vb
gerçekler şimdilerde yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.
Bakü rejimi gibi İsrail müttefiki rejimlerin ise savaş
sırasında İsrail’e lojistik destek sağladığı, savaşın son gününe kadar
İsrail-ABD saldırısını mahkum etmemeleri, kendilerine verilen vaatlere o kadar
kanmış olacaklar ki ateşkesten sonra bile hızlarını alamayarak resmi olmasa da
kontrolleri altındaki medya aracılığıyla İran coğrafyası üzerinde bazı hayali
iddialarda bulunmaları oldukça anlamlıdır.
Komşu ülkelerden Pakistan ise bir yandan senato üyeleri ve
hatta savunma bakanı tarafından İran’a destek vermeye hazır olduklarını dile
getirmesine rağmen saldırı sonrasında Donald Trump’ı Nobel Barış Ödülüne aday
göstermesi, CENTCOM komutanına cesaret madalyası vermesi ve bizzat
Amerikalıların açıklamalarına göre Amerikan B-2 uçaklarının Pakistan hava
sahasını kullanarak İran’ın nükleer tesislerini bombardıman etmesi nazara
alındığında nasıl bir çelişki ve tereddüt içerisinde olduğunu ortaya
koymaktadır.
Başta Suudi Rejimi olmak üzere bölgedeki Arap ülkelerinin
savaş karşısındaki haince ve taraflı tutum ve duruşunu anlatmaya gerek bile
yok. Ülkelerine yerleştirilen Amerikan askeri üslerinin İran aleyhindeki
faaliyetleri hatırlatıldığında kendilerinin buna müdahil olamayacağı bahanesine
sığınırken İran mukabele-i misl (ayniyle karşılık) kuralı uyarınca bu üslere
saldırı düzenlediğinde ise toprak bütünlüklerine, egemenlik haklarına tecavüz
edildiğini ileri sürerek topluca İran’ı mahkum etmeleri tam bir komedi.
Görüldüğü üzere sadece Batı sulta sistemi değil bölgedeki
müttefikleri de Direniş Cephesinin kalesi konumundaki İran’ın yenilgisini
kutlamaya hazırlanıyordu. Çünkü her alanda -kültürel, siyasal, askeri,
ekonomik- Batı medeniyetinin sultasına bağımlı ve uyum içerisinde uslu uslu
yaşarken bağımsızlık kazanmak uğruna direnmek, karşı çıkmak, sıkıntılara
katlanmak işlerine gelmiyor.
İran’ın müttefiki olarak tanıtılan Rusya ve Çin konusu da
ilginç bir durum. İran’ın Rusya ve Çin’in kontrolündeki Şanghay Güvenlik
İşbirliği ve BRICS örgütlerine üye olmasına rağmen bu iki ülkeyle stratejik
ortak ve müttefik olduğu söylenemez. Bu gevşek ilişkilerde adı geçen bölgesel
ve uluslararası örgütlerin hala beklenen etkili konuma ulaşamadıkları bir yana
bunda başka faktörler de etkili olmaktadır. İran’ın bu iki güçlü ülkeyle
medeniyet anlayışı bakımından farklı paradigmalara sahip olması, İran’da
seçimle işbaşına gelen batıcı hükümetlerin bu iki ülkeyle stratejik ilişkileri
geliştirmeyi tercih etmemeleri, buna karşılık Çin ve Rusya’nın bölgesel ve
uluslararası ilişkilerde farklı gündemlerinin olması doğal olarak ilişklerin
stratejik ittifak düzeyine çıkmasına engel oluşturmaktadır.
İran’ın başarısı her iki ülke lehine ve yenilgisi her iki
ülke aleyhine olmasına rağmen 12 Gün Savaşında her iki ülkenin de bekle sonucu gör
stratejisi izlemeleri oldukça anlamlıdır. İran’ın çetin ceviz olmadığını,
kolayca yıkılamayacağını gördükten sonra tavır belirlemeleri, onları İran’a
savunmadaki zaaf ve eksikliklerini gidermesi konusunda yardımcı olunması
gerektiği görüşüne şevketmiş bulunuyor.
Bu arada her iki ülkenin de İran konusunda farklı çıkarları
takip ettiği, İran ile sınırlı alanlarda işbirliğine hazırlıklı olduklarını da
hatırlatmak gerekir. Kendisi de savaş içinde bulunan ve çatışma içerisinde
olduğu Batı ile ortak değerler taşıyan Rusya bunu gizlemiyor. Savaşın ilk veya
ikinci gününde İsrail’de bir milyon Rus kökenli Yahudi yaşadığına dikkat çeken
Putin gerçek niyetini ifşa ederken İran’ın ilerleyen günlerdeki direncini ve
gücünü görünce farklı ifadeler kullanmaya başladı.
Çin’e gelince; sessiz bir şekilde ekonomik gücünü küresel
çapta durmadan artıran bu ülke nedense askeri konularda çekingen ve mahçup bir
tasvır sergilemektedir. Sabırlı ve tedrici bir şekilde ABD’nin yerine geçmeye
hazırlanan Çin şimdilik askeri çatışmalardan uzak durmayı tercih etmekte ve
hatta Tayvan’ı ana ülkeye katmak konusunda da pek aceleci davranmamaktadır. Ama
ABD’nin küresel sulta gücünü Çin’e kaptırmamak için acele davranması karşısında
bazı önlemler alması gerektiğinin de farkındadır. İşte bu önlemlerden biri
İran’ı desteklemek zorunda olduğunu hissetmesidir. Bunca yaptırım ve baskılara
karşı İran petrollerini satın almakta direnmesi sadece indirimli ve ucuza
aldığı için değil ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarının rakibi ABD kontrolüne
geçmesinin doğuracağı ağır sonuçlardan korktuğu içindir. Bunun için bir yandan
İran petrolünü satın alırken aynı zamanda İran’a savunma sistemleri ve gelişmiş savaş
uçakları satmaya da rıza göstermektedir.
İran ABD’nin Orta Asya ve Uzak Doğu’ya ilerleme, Rusya’yı
güneyden ve doğudan, Çin’i ise batıdan ve güneyden kuşatma planları önünde
büyük bir engel oluşturmaktadır. İran’ın ŞİÖ ve BRİCS’e hızlı bir şekilde kabul
edilmesi de bu kaygıdan ve İran’ın gücüne olan ihtiyaçlarından
kaynaklanmaktadır. Kısacası her iki ülke de İran’ı direniş cephesinin merkezi,
İsrail’in ileri karakolu olduğu Batı sulta sistemi karşısında direndiği için
değil kendi çıkarları için desteklemek zorundadırlar.
Başta Batı Asya Müslüman halkları olmak üzere dünyanın
mustazaf halkları yukarıdaki açıklamalar ışığında İran ile Batı sulta sistemi
ve müttefikleri arasında cereyan eden bu savaşın düşünsel/kültürel/medeniyetlik
mahiyetinin farkında olarak saflarını, konumlarını ona göre belirlemelidir.
Ziya Türkyılmaz