Aynı yıl içerisinde bir başka ihmalkârlık ise Payitaht
İstanbul'da yaşanmıştı. Filistin topraklarını savunan Fahrettin Paşa takviye
kuvvetleri gönderilsin diye Payitaht İstanbul'a haber salıyor. Ancak verilen
cevap son derece üzücü! O dönem Osmanlı İmparatorluğu Almanya ve
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile müttefikler ve bu nedenle söz konusu
müttefik ülkelerin talebi üzerine Galiçya'ya 30 bin dolayında asker gönderme
kararı alındığı için Fahrettin Paşa'ya olumsuz cevap veriliyor. Sonuçta, az
önce ifade ettiğimiz gibi İngilizler ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan ve 25
bin dolayında sivil insanı katlederek Filistin topraklarını işgal etmişti. Üst
üste yapılan iki hata ile 400 yıl Osmanlı'nın himayesinde olan kutsal Filistin
topraklarımız İngiliz gâvurunun eline geçmiş oldu. İngiltere hükümetinin niyeti
Bahlfour Deklarasyonu'nun taahhüdü gereği Siyonist çeteye Filistin
topraklarının yarısından fazla bölümünü peşkeş çekmekti. İngiltere bu
taahhütten dolayı Siyonist çeteyi Filistin topraklarına yerleştirmek için
1917'den 1948 yılına kadar zemin hazırladılar. O yıllarda başta Avrupa olmak
üzere dünyanın hemen hemen her yerinden Yahudileri Filistin topraklarına
yerleştirmeye başladılar. Öte yandan meskûn Filistin halkı ise Siyonist terör
örgütleri vasıtasıyla doğup büyüdükleri topraklardan göçe zorlanıyordu. Haganah,
Irgun, Palmah ve Stern isimlerindeki Yahudi terör örgütleri her gün Müslüman
köylere baskınlar yapıp en barbarca yöntemlerle katliamlarını sürdürdüler. Bu
süreçte 800 bin dolayında Filistinli ölüm tehditleri altında/silah zoruyla
ülkelerinden kovuldu. Söz konusu terör örgütleri İngilizlerden aldıkları
silahlarla köylere baskınlar yapıyor ve halkı köy meydanına toplayıp iki
seçenekle baş başa bırakıyorlar. Ya öldürülecekler ya da Filistin topraklarını
terk edecekler. Can derdine düşen insanlar perişan ve naçar bir vaziyette
yollara koyulup doğup büyüdükleri topraklarını terk etmek zorunda kaldılar.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu süreçte 800 bin insan topraklarından kovulmuş
oldu. Ne komşu Arap ülkeleri ne Osmanlı'nın bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti
Filistin'e sahip çıkmadı. Öte yandan Birinci Dünya Savaşı sonrasında savaş ve
işgalleri önleyip barış ve güvenliği teminat altına almak maksadıyla
uluslararası işbirliğine ve uluslararası hukuka dayalı bir kurum olarak tesis
edilen Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) Filistin'de yaşanan zulüm, katliam
ve tehcir olayına seyirci kaldı. (Tıpkı bugün Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi'nin seyirci kaldığı gibi..)
14 Mayıs 1948 yılına gelindiğinde ise İngiltere'nin önayak
olmasıyla ve başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkelerin de onayı ile
Birleşmiş Milletler nezdinde İsrail devlet statüsünde resmen tanınmış oldu.
Maatteessüf ki, ABD'den sonra Siyonist İsrail'i ilk tanıyan Müslüman ülke
Türkiye oldu. Osmanlı'nın son ihmallerinden sonra Türkiye Cumhuriyeti rejim
olarak Filistin davasına ilk ihaneti böyle başlamıştı. Sonrasında karşılıklı
büyükelçiliklerin açılması, diplomatik ve ticarî ilişkilerin geliştirilmesi zamana
yayılmış soykırıma rağmen kesintisiz olarak devam etti. Uzun yıllar sonra
Siyonist çeteyi Mısır rejimi de tanıdı. Adına "Camp David Sözleşmesi"
denilen anlaşma ile Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ile, işgalci İsrail
Başbakanı Menahem Begin arasında, 12 gün süren gizli pazarlıkların ardından
Camp David'de 17 Eylül 1978'de imzalanan ve ABD başkanı Jimmy Carter'ın
gözetiminde gerçekleşen bir anlaşmadır. Bu mukavele ile Mısır işgal çetesini
resmen tanımış oldu.
Bu ihanet anlaşmasından dolayı diğer Arap ülkeleri Mısır'a
gücenmişti. Enver Sedat ise bu duruma şöyle yanıt vermişti: "Arap
dostlarım bugün beni eleştiriyorlar fakat bir müddet sonra onlar da benim
yaptığımı yapacaklar." Nitekim belirli bir süre sonra (Suriye hariç) diğer
Arap ülkeleri de Siyonist çeteyi tanımak için sıraya girdiler. Oysa Filistin'in
İngilizler tarafından işgal edilmesi ve ardından Siyonist çetenin burada devlet
statüsüne kavuşturulması hiçbir Müslüman ülkenin kabul edebileceği ve o katil sürüsünü
tanıyacağı bir durum söz konusu olamaz. Ama ne yazık ki, Siyonist çetenin dur
durak bilmeden işgal ve katliamlarını devam ettirmesine rağmen Arap ülkeleri
ticarettir, diplomatik ilişkilerdir kesintisiz bir şekilde tam gaz yoluna devam
etti ve 7 Ekim'den bu yana hâlâ devam etmektedir. Siyonist çete Birleşmiş
Milletler kararlarını, Adalet Divanı Savaş Suçları Mahkemesi'ni, insan hakları
türünden uluslararası anlaşmalar vs. ne varsa hiç umursamadan, sırtını büyük
şeytan ABD'ye ve diğer Batılı ülkelere dayayıp küstahça ve fütursuzca
cinayetlerine devam etmektedir.
Özellikle 7 Ekimden bu yana tamamen canavarlaşmış olan
Siyonist katil sürüsü, başta bölgedeki Arap ülkelerinin ve diğer Müslüman
ülkelerin gözünün içine baka baka katliam yapmaya devam ediyor. Direniş Cephesi
hariç Müslüman ülkelerin gıkı çıkmıyor. Bölgedeki Arap ülkelerinin hemen hemen
hepsi Filistin'i gözden çıkarmış. Onların suskunluğu bu savımızı teyid
etmektedir. Zaten "Abraham Sözleşmesi" ve "Yüzyılın
Anlaşması" adı altında yapılan mukavelenin içeriğinde Gazze halkının Sina
Yarımadası'na nakledilmesi var. 7 Ekim'den bu yana bu canavar sürüsü 25 bini
çocuk ve kadın olmak üzere 50 bine yakın insan katletti. Bu katil çete tahrif
edilmiş kutsal kitaplarının buyruklarına göre hareket ediyor. Kutsal kitapları,
"Hamile kadını, çocuğu, ere varmamış genç kızı, bahçedeki tavuğu, koyunu,
canlıdan yana ne varsa acımadan öldüreceksin, çünkü sen benim öc alan
topuzumsun." diyor.
"Allah'ın Rabbin
sana miras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan
kimseyi sağ bırakmayacaksın. Allah'ın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok
edeceksin." (Tevrat, Tesniye, Bap 20, Ayet 16,18)
"Vurun; gözünüz esirgemesin ve acımayın; ihtiyarı,
genci ve ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helak için vurun."
(Tevrat, Hezekiel, Bap 9, Ayet 5-6)
Böylesi bir inanca sahip olanların ellerine geçirdikleri
güçle neler yaptıklarını görüyoruz.
16 Eylül 1982 yılında Lübnan'ın güneyinde bulunan Filistinli
mültecilere ait Sabra ve Şatilla kamplarında yaptıkları katliamlardan dolayı
dönemin Siyonist çete Genelkurmay Başkanı Ariel Şaron sonraki yıllarda
"Beyrut kasabı" olarak anılmıştı. Şimdilerde ise Benyamin Netanyahu
için "Gazze kasabı" diyorlar. Doğru tespit olmakla birlikte burada
unutulmaması gereken bir husus var: Başta Knesset olmak üzere bütün
parlementerleriyle Siyonist çete mensupları 7'den 70'e hepsi akidevî olarak
kolektif bir inanca sahipler. Yukarıda aktarmış olduğumuz muharref Tevrat
âyetlerine hepsinin inancı var. Nitekim bütün siyasî yetkilileri veya din
adamları konuştukları zaman o âyetler muvacehesinde meşum niyetlerini küstahça
dile getiriyorlar. Kısacası 14 Mayıs 1948 yılından bu yana Filistin
topraklarında yaşanan soykırım şahıslar üzerine bina edilmemeli. Karşımızda
kadim tarihlerde yaşamış Firavunlara bile taş çıkartacak bir mezalimde bulunan
canavar Siyonist katil sürüsü var. Fakat ne yazık ki, üç çeyrek asırdır yaşanan
bu soykırım karşısında ne Birleşmiş Milletler, ne İslâm İşbirliği Teşkilatı ve
ne de ülkeler bazında gerekli tepki ve tavır ortaya konulmuyordu ve konulmadı.
Kısacası Filistin topraklarında her gün yaşanan acılar, bi çare insanların
evlerinin-barklarının yıkılması, sebepsiz yere çocuk, kadın yaşlı insanların
öldürülmesi, bahçe ve arazilere el konulması Müslüman ülkelerin başındaki
siyasîlerin (iki üç tanesi hariç) dikkatini çekmiyor. Elbette bunun küresel güç
olarak Siyonist çetenin dünya ekonomisinin büyük çoğunluğunu ellerinde tutuyor
olmalarından dolayı (sadece İslâm dünyasının haricinde değil, Müslüman
ülkelerin çoğunda) siyasîler üzerinde nüfuz sahibiler ve bu yüzden yaptıkları
kötülükler sineye çekiliyor ve yapılan katliamlar görmezden geliniyor. Nitekim
bu yüzden 7 Ekim'den bu yana başta Batılı ülkeler olmak üzere ve Müslüman
ülkelerin çoğu aynı vurdum duymaz tavırla üç maymunu oynuyorlar. Sadece üç
maymunu oynamıyorlar, başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkeler yapılan
katliamlara destek veriyor. 7 Ekim'den bu yana yapılan soykırıma ABD,
İngiltere, Fransa, Almanya başta olmak üzere (İspanya hariç) bütün Batılı
ülkelerin liderleri destek oldular ve olmaya da devam ediyorlar. Hatırlayınız,
katliam başlar başlamaz söz konusu Batılı ülke liderleri Tel Aviv'e gidip
Siyonist çete liderine desteklerini ilân ettiler. Başta bölgedeki Arap ülkeleri
ve diğer Müslüman ülkelerin çoğu ise bu soykırım karşısında suspus oldular.
Çünkü Siyonist çete lideri katliama başladığında, "Arap liderlere
sesleniyorum, koltuklarınızdan olmak istemiyorsanız, ekonominizin bozulmasını
istemiyorsanız sesinizi çıkarmayın" diyerek tehditler savurunca Suriye,
Yemen, Irak ve Lübnan hariç hemen hemen bütün Arap ülkeleri üç maymunu oynamaya
başladı. Bazıları ise üç maymundan öte, İran'ın attığı kamikazi İHA ve balistik
seyir füzelerine engel olmak için çaba içerisine girdiler. Bu tutumdan, Kürecik
Radar Üssü'nden dolayı Türkiye de muaf değil. Efendim, Kürecik Radar Üssü
NATO'ya aitmiş! Tamam da NATO'nun, dolayısıyla ABD'nin bölgedeki önceliği
Siyonist çetenin güvenliği değil mi? Örneğin, Kürecik Radar Üssü İran'dan
fırlatılan füzelerin bilgisi "koordinat sinyalizasyon sistemi" ile
bilgi aktarımını anında NATO merkezine ulaştırıyor. NATO merkezi de bu
bilgileri anında Siyonist çeteye yolluyor. Sadece Siyonist çeteye değil
elbette, bu bilgiler yine Siyonist çetenin güvenliği için nöbet tutan 8 Arap
ülkesine de aktarılıyor. Bu nasıl bir ihanettir böyle? Şiî İran Sünnî Gazze
halkını soykırıma uğratan katil Siyonist İsrail'e füze fırlatıyor Sünnî Türkiye
ve Sünnî Arap ülkeleri katil İsrail'i korumak için teyakkuz hâlinden harekete
geçiyor.
Arap ülkelerinin başındaki şeyhler, krallar iktidarlarını
emperyalist ABD ve İngiltere'ye borçlular, bunu biliyoruz. Nitekim ABD'nin
önceki başkanı Donald Trump Suudi Arabistan'a 450 milyar dolarlık silah satışı
yaptıktan sonra, "Suudi Arabistan'ı biz koruyoruz, eğer bunu yapmazsak
İran iki hafta içerisinde kendilerini işgal eder" demişti. Demek ki, bu
korumanın bir bedeli olarak onlar da aldıkları buyruk üzerine Siyonist katil
sürüsünün güvenliği için iştiyak içerisinde refleks gösterip harekete
geçiyorlar. Peki Türkiye'ye ne oluyor? Türkiye zaten NATO'ya girdiğinden beri
ABD'nin müstemlekesi olmuş vaziyette. Nitekim aynı Donald Trump Cumhurbaşkanı
Erdoğan'a yönelik küstahça tehditlerde bulunmuştu. Buradan çıkan sonuç şu ki,
böylesi konjonktürel şartlar altında Türkiye ve söz konusu ettiğimiz Arap
ülkeleri katil İsrail'in güvenliğini tehlikeye atabilecek bir girişimde
bulunamazlar. Öte yandan bu ülkeler küresel sermaye ile ilişkilerini iyi tutmak
zorundalar. Özellikle petrol şeyhlerinin milyarlarca doları Siyonist
sermayedarların bankalarında yatmaktadır. Bu yüzden bunların eli kolu bağlıdır.
Siyonist kompradorlar ile milyarlarca dolarlık ticaretleri vardır. Bu vaziyette
Siyonist katil sürüsüne seslerini çıkaramazlar.
Öte yandan Türkiye'nin ticareti kesme girişimi ne kadar
sahici orası meçhul. Zira yüz yıldan beri başta ülkemiz olmak üzere, buna Arap
ülkeleri de dahil, yabancı sermayenin ve doların tasallutu altında. Bu yüzden
diyebiliriz ki, İran, Suriye, Yemen, Irak ve Lübnan'ın haricindeki bölge
ülkelerinin başındaki siyasîler küresel sermayenin yed'i eminidirler. Onların
varlık sebebi Siyonist çetenin güvenliği içindir. Aşağılanmayı ve zilleti
beraberinde getiren diyet borcu aynı zamanda Filistin'e ihanetin bedelidir.
Tarih, kutsalımız olan Filistin topraklarına sahip çıkmayanları, mazlum Gazze
halkını ölüme terk edenleri affetmeyecektir. Affetmeyecek olan sadece tarih ve
gelecek kuşaklar değil, Allah Teâlâ da affetmeyecektir. Kısacası Filistin
davasına ihanet edenleri cehennem beklemektedir...
Henüz hayatta olanlar için fırsat kaçmış değil. Müslüman
ülkelerin başındaki siyasîler ne yapıp edip büyük şeytan ABD'nin tasallutundan
kurtulmanın yollarını aramalı ve "İslâm Birliği" için kolları
sıvamalıdır. Merhum Erbakan Hocamızın sıklıkla dile getirdiği gibi: "Hangi
cemaatten, hangi tarikattan, hangi mezhepten olursan ol eğer 'Adil Düzen' ve
'İslâm Birliği' için mücadele etmiyorsan beş para etmezsin."