HER HÜKÜM BİR DİNDİR – KANUN DİNDİR, TARAF BELİRTİR
Kur’an der ki:
“Hüküm yalnız Allah’ındır.” (Yusuf 40)
“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar
kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide 44)
Bu hüküm, ibadetlerle sınırlı değildir. Faizden mirasa,
örtünmeden cezalara, evlenmeden yönetime kadar tüm alanları kapsar. Hüküm
koymak egemenlik iddiasıdır. Egemenlik ise ilahlıktır. Bu yüzden hüküm koyan,
tanrıdır. Hükmüne itaat edilen, ilah edinilmiştir.
Bugün bir mümin, Allah’ın bir ayetine aykırı düşünmeyi,
yorum yapmayı, “olmaz, uygulanamaz” demeyi küfür ve helak sebebi olarak
görürken; bir bakanın, bir hâkimin ya da bir hukukçunun, Allah’ın apaçık
hükmüne aykırı yasalar üretmesini, sistemler kurmasını sıradan, meşru ve “düzen
gereği” gibi algılıyor. Bu nasıl bir çelişkidir?
Mesela namazda kahkaha atmak dinî bir sorun olarak
algılanır; fakat aynı kişi, bir meclisin “faiz serbesttir” veya “örtünme
kişisel tercihtir” dediği yasayı, dinî bir tehdit olarak görmez. Oysa Allah’ın
ayetine zıt olan her söz, ister bireyden gelsin, ister sistemden, aynıdır:
tehlikedir, küfürdür, necasettir. Allah’a karşı hüküm koymak
sıradanlaştırılamaz.
FETVA VE KANUN: KAYNAKLARI FARKLI, AMA AYNI İŞLEVİ GÖRÜR
Bir müçtehidin “bu caizdir” demesiyle, bir seküler sistemin
“bu serbesttir” demesi, teknik olarak ayrı gibi görünse de özde aynıdır: Hüküm
verilmiştir. Birinde kaynak Kur’an, Ehlibeyt ve akıldır; diğerinde beşeri
arzular, Batılı değerler ve laik ideolojilerdir.
O halde soru şudur:
Senin hayatını yönlendiren hüküm kimden geliyor? Allah’tan
mı, yoksa tağuttan mı?
Bugün birçok insan faizli bankalarla işlem yaparken, bunu
“hukuken serbest” ama “dinen riskli” gibi yorumluyor. Yani Allah’ın hükmünü
bireysel bir inanç alanına hapsetmiş; toplumsal ve hukuki alanı tağutî sisteme
zimmetlemiştir. Böylece Allah’a kulluğun sınırlarını daraltmakta, tağutun
hükmüne alan açmaktadır.
ŞİA’YA GÖRE HÜKMÜN KAYNAĞI: MEHDİ ALEYHİSELAM’IN NAİBİ
MÜÇTEHİD
İmamiyye Şiası, gaybet döneminde masum imama doğrudan
erişilemese de, müçtehid aracılığıyla Allah’ın hükmüne ulaşmayı mümkün görür.
Müçtehidin fetvası, keyfî bir yorum değil, Kur’an, hadis, akıl ve icmaya dayalı
ciddi bir istinbat ürünüdür. Müçtehidi taklit eden mümin, bu bağlamda Mehdi
Aleyhisselam’ın temsil sistemine, oradan da Allah’a bağlıdır.
Bugün İmam Hamenei gibi bir veliyy-i fakihin fetvasına
uymak, yalnızca bireysel takva değil, dinî ve siyasi bir bağlılık, teolojik bir
sadakat göstergesidir. Bu itaat Allah'adır. Çünkü velayet-i fakih, gaybet
döneminde ilahi otoritenin uzantısıdır.
Ancak aynı birey, müçtehide “oruç bozulur mu” diye sorarken,
banka faizi, kamu düzeni, müstehcenlik yasaları, kadın-erkek ilişkileri, ahlakî
yasalar gibi onlarca konudaki beşerî hükümleri din dışı, mübah, seküler alanlar
gibi algılamakta, sorgulamamaktadır. Bu, hem imanî hem de ahlakî bir çöküştür.
Çünkü sadece bireyin Allah’a karşı gelmesi değil; sistemin Allah’a karşı yasa
çıkarması da aynı tehlikeyi taşır.
KÂFİRE SİSTEMİNDEN DOLAYI NEFRET, MÜSLÜMANA SİSTEMİNDEN
DOLAYI SEVGİ?
Bugün birçok kişi, Batılı bir ülkenin fuhuş yasasına,
başörtüsü yasağına, İslamofobik kanunlara öfke duyar; ama aynı şeyi kendi
ülkesinde bir bakan, bir Cumhurbaşkanı, bir yargıç yaptığında sessiz kalır.
Oysa fark sadece görünüştedir.
Hüküm, Allah’a karşıysa; kimden gelirse gelsin, tağutîdir.
Kim Allah’ın hükmüne karşı yasa çıkarırsa, o hüküm küfürdür,
tehlikedir, necasettir.
OY VERMEK, SEÇİM, SİYASİ KATILIM: BİR DİN Mİ, BİR NÖTR
TERCİH Mİ?
Zihinsel çarpılmanın en yaygın örneklerinden biri de siyasi
alanda yaşanır. Pek çok Müslüman, sandığa gitmeyi, oy kullanmayı, bir partiyi
desteklemeyi dini bir alan olarak değil; seküler, kişisel, stratejik bir tercih
olarak görmektedir. Dahası, desteklediği partiyi “ehvendir, daha az zararlıdır,
bizimkilerden biridir” gibi ifadelerle savunur, hatta bu tercihi dinî bir
hizmet gibi sunar. Fakat aynı kişi, Allah’ın hükmünü temsil eden velayet
sistemine, müçtehidi merkeze alan siyasal yapıya ilgi göstermez; hatta bazen
ona karşı mesafeli durur.
Daha da önemlisi İmamet inancına bağlı Mehdi aleyhisselama
biatlı, müctehidi taklit ettiğini düşünen bir Şii sandığa gittiğinde bunların
hepsini reddettiğinin farkında değildir. Bunların yerine tağutu bakanları
mahkemeyi vergi denetçilerini, memurlarını, tağutun atadığım müdür ve
yetkilileri yerleştirdiğini ve böylece ilahi dini ve onun uygulayıcısı itaat
etmek zorunda olduğu kimseleri tamamen kaldırıp attığını fark etmez. oy vererek
meşruiyet kazandırdığı sistemin polisi ile askeri ile denetçileriyle kültürü
medyasıyla ayrı bir dinin parçası olduğunu ve bu dinin Allah'ın dinine ortadan
kaldırdırıp onun yerine yerleştiğini fark etmez.
Ya da bunları uyuşturarak birleştirerek şirke düştüğünü
birden çok otoriteye teslim olduğunu devleti Allah'a eş koştuğunu böylece şirke
düştüğünü fark etmez
Oysa bir Müslüman için, özellikle Şii inanç sisteminde,
hüküm yalnız Allah’a aittir ve bu hükmün bugünkü hayattaki uzantısı, gaybet
döneminde Mehdi Aleyhisselam’ın temsilcisi olan müçtehiddir. Velayet-i fakih
yalnızca fetva makamı değil; aynı zamanda siyasal, ekonomik, sosyal düzenin
meşruiyet kaynağıdır.
Şii sistemde, bir Müslüman humus ve zekâtını, Allah adına
yetkili olan müçtehidin izniyle verir. Ekonomik düzen, ticari izinler, hatta
bazen bazı ibadet şekilleri bile müçtehidi merkeze alarak yaşanır. Bu, bireysel
bağlılık değil; bir ümmet düzenidir, bir siyasi aidiyettir.
Ancak aynı kişi, bu ilahî düzene bağlı olması gerektiği
hâlde, kendi yaşam alanında müçtehidi değil; laik devleti, bakanı, partiyi
merkeze alır. Seçimlerde oy verirken, adayın tağuti dini sistemin mi. Allah
dininin mi parçası diye değil, dünya siyasetindeki konumuna göre karar verir.
Oy verir ama müçtehide gitmez. Kanuna uyar ama fetva sormaz. İzin alması
gereken merci Allah’ın temsilcisi olan müçtehid iken, ondan habersiz yaşar.
Bu, bir çelişki değil midir? İzin gerektiren şeyin fetva
değil, sistemsel aidiyet olduğunun farkında değildir. Sadece helal-haram
sorulacak bir âlim gibi görür müçtehidi. Oysa müçtehid, Mehdi Aleyhisselam'ın
naibi olduğu için, Allah'ın hükmünü temsil eder. Bu temsil sadece ahkâm değil,
hayat düzenidir.
SONUÇ: YA ALLAH’A KULLUK, YA DA TAĞUTA TESLİMİYET
Tevhid, yalnızca “Allah vardır” demek değildir. Tevhid,
hayatın her alanında yalnızca Allah’ın hükmüne boyun eğmektir. Oruçta, zekâtta,
örtünmede, ticarette, mahkemede, devlette, kanunlarda… Her yerde!
Bir kişi Allah’ın hükmünü hayatından çıkarıp yerine başka
bir hüküm koyuyorsa, bu bir din değiştirmedir. Bu dinin adı bazen sekülerizm,
bazen demokrasi, bazen liberalizm olur; ama tanrısı Allah değildir.
Tanrısı sistemdir.
Tanrısı tağuttur.
UNUTMA: Kime itaat ediyorsan, onun kulusun. Hüküm koyan
tanrıdır. İlah yalnızca Allah’tır.