Hüküm, Kanun ve Din: Allah’ın Hükmü Mü, Tağut’un Mu?

GİRİŞ: 09.07.2025 16:23      GÜNCELLEME: 09.07.2025 16:23
Rasthaber -  Bugünün Müslüman toplumlarında en tehlikeli çelişkilerden biri, hüküm ve yasa kavrayışındadır. Aynı kişi, bir din âliminden gelen fetvayı “Allah'ın emri” olarak kabul ederken, devletin çıkardığı yasayı sıradan, din dışı, seküler bir düzenleme gibi algılamakta; dinle bağlantısız bir alan olarak görmektedir. Ancak bu yaklaşım, Allah’ın tevhid dinini parçalayan, kulluk bilincini bozan, ve farkında olmadan tağutî sistemlere teslimiyeti meşrulaştıran büyük bir zihinsel kırılmadır.

HER HÜKÜM BİR DİNDİR – KANUN DİNDİR, TARAF BELİRTİR

Kur’an der ki:

“Hüküm yalnız Allah’ındır.” (Yusuf 40)

“Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Maide 44)

Bu hüküm, ibadetlerle sınırlı değildir. Faizden mirasa, örtünmeden cezalara, evlenmeden yönetime kadar tüm alanları kapsar. Hüküm koymak egemenlik iddiasıdır. Egemenlik ise ilahlıktır. Bu yüzden hüküm koyan, tanrıdır. Hükmüne itaat edilen, ilah edinilmiştir.

Bugün bir mümin, Allah’ın bir ayetine aykırı düşünmeyi, yorum yapmayı, “olmaz, uygulanamaz” demeyi küfür ve helak sebebi olarak görürken; bir bakanın, bir hâkimin ya da bir hukukçunun, Allah’ın apaçık hükmüne aykırı yasalar üretmesini, sistemler kurmasını sıradan, meşru ve “düzen gereği” gibi algılıyor. Bu nasıl bir çelişkidir?

Mesela namazda kahkaha atmak dinî bir sorun olarak algılanır; fakat aynı kişi, bir meclisin “faiz serbesttir” veya “örtünme kişisel tercihtir” dediği yasayı, dinî bir tehdit olarak görmez. Oysa Allah’ın ayetine zıt olan her söz, ister bireyden gelsin, ister sistemden, aynıdır: tehlikedir, küfürdür, necasettir. Allah’a karşı hüküm koymak sıradanlaştırılamaz.

FETVA VE KANUN: KAYNAKLARI FARKLI, AMA AYNI İŞLEVİ GÖRÜR

Bir müçtehidin “bu caizdir” demesiyle, bir seküler sistemin “bu serbesttir” demesi, teknik olarak ayrı gibi görünse de özde aynıdır: Hüküm verilmiştir. Birinde kaynak Kur’an, Ehlibeyt ve akıldır; diğerinde beşeri arzular, Batılı değerler ve laik ideolojilerdir.

O halde soru şudur:

Senin hayatını yönlendiren hüküm kimden geliyor? Allah’tan mı, yoksa tağuttan mı?

Bugün birçok insan faizli bankalarla işlem yaparken, bunu “hukuken serbest” ama “dinen riskli” gibi yorumluyor. Yani Allah’ın hükmünü bireysel bir inanç alanına hapsetmiş; toplumsal ve hukuki alanı tağutî sisteme zimmetlemiştir. Böylece Allah’a kulluğun sınırlarını daraltmakta, tağutun hükmüne alan açmaktadır.

ŞİA’YA GÖRE HÜKMÜN KAYNAĞI: MEHDİ ALEYHİSELAM’IN NAİBİ MÜÇTEHİD

İmamiyye Şiası, gaybet döneminde masum imama doğrudan erişilemese de, müçtehid aracılığıyla Allah’ın hükmüne ulaşmayı mümkün görür. Müçtehidin fetvası, keyfî bir yorum değil, Kur’an, hadis, akıl ve icmaya dayalı ciddi bir istinbat ürünüdür. Müçtehidi taklit eden mümin, bu bağlamda Mehdi Aleyhisselam’ın temsil sistemine, oradan da Allah’a bağlıdır.

Bugün İmam Hamenei gibi bir veliyy-i fakihin fetvasına uymak, yalnızca bireysel takva değil, dinî ve siyasi bir bağlılık, teolojik bir sadakat göstergesidir. Bu itaat Allah'adır. Çünkü velayet-i fakih, gaybet döneminde ilahi otoritenin uzantısıdır.

Ancak aynı birey, müçtehide “oruç bozulur mu” diye sorarken, banka faizi, kamu düzeni, müstehcenlik yasaları, kadın-erkek ilişkileri, ahlakî yasalar gibi onlarca konudaki beşerî hükümleri din dışı, mübah, seküler alanlar gibi algılamakta, sorgulamamaktadır. Bu, hem imanî hem de ahlakî bir çöküştür. Çünkü sadece bireyin Allah’a karşı gelmesi değil; sistemin Allah’a karşı yasa çıkarması da aynı tehlikeyi taşır.

KÂFİRE SİSTEMİNDEN DOLAYI NEFRET, MÜSLÜMANA SİSTEMİNDEN DOLAYI SEVGİ?

Bugün birçok kişi, Batılı bir ülkenin fuhuş yasasına, başörtüsü yasağına, İslamofobik kanunlara öfke duyar; ama aynı şeyi kendi ülkesinde bir bakan, bir Cumhurbaşkanı, bir yargıç yaptığında sessiz kalır. Oysa fark sadece görünüştedir.

Hüküm, Allah’a karşıysa; kimden gelirse gelsin, tağutîdir.

Kim Allah’ın hükmüne karşı yasa çıkarırsa, o hüküm küfürdür, tehlikedir, necasettir.

OY VERMEK, SEÇİM, SİYASİ KATILIM: BİR DİN Mİ, BİR NÖTR TERCİH Mİ?

Zihinsel çarpılmanın en yaygın örneklerinden biri de siyasi alanda yaşanır. Pek çok Müslüman, sandığa gitmeyi, oy kullanmayı, bir partiyi desteklemeyi dini bir alan olarak değil; seküler, kişisel, stratejik bir tercih olarak görmektedir. Dahası, desteklediği partiyi “ehvendir, daha az zararlıdır, bizimkilerden biridir” gibi ifadelerle savunur, hatta bu tercihi dinî bir hizmet gibi sunar. Fakat aynı kişi, Allah’ın hükmünü temsil eden velayet sistemine, müçtehidi merkeze alan siyasal yapıya ilgi göstermez; hatta bazen ona karşı mesafeli durur.

Daha da önemlisi İmamet inancına bağlı Mehdi aleyhisselama biatlı, müctehidi taklit ettiğini düşünen bir Şii sandığa gittiğinde bunların hepsini reddettiğinin farkında değildir. Bunların yerine tağutu bakanları mahkemeyi vergi denetçilerini, memurlarını, tağutun atadığım müdür ve yetkilileri yerleştirdiğini ve böylece ilahi dini ve onun uygulayıcısı itaat etmek zorunda olduğu kimseleri tamamen kaldırıp attığını fark etmez. oy vererek meşruiyet kazandırdığı sistemin polisi ile askeri ile denetçileriyle kültürü medyasıyla ayrı bir dinin parçası olduğunu ve bu dinin Allah'ın dinine ortadan kaldırdırıp onun yerine yerleştiğini fark etmez.

Ya da bunları uyuşturarak birleştirerek şirke düştüğünü birden çok otoriteye teslim olduğunu devleti Allah'a eş koştuğunu böylece şirke düştüğünü fark etmez

Oysa bir Müslüman için, özellikle Şii inanç sisteminde, hüküm yalnız Allah’a aittir ve bu hükmün bugünkü hayattaki uzantısı, gaybet döneminde Mehdi Aleyhisselam’ın temsilcisi olan müçtehiddir. Velayet-i fakih yalnızca fetva makamı değil; aynı zamanda siyasal, ekonomik, sosyal düzenin meşruiyet kaynağıdır.

Şii sistemde, bir Müslüman humus ve zekâtını, Allah adına yetkili olan müçtehidin izniyle verir. Ekonomik düzen, ticari izinler, hatta bazen bazı ibadet şekilleri bile müçtehidi merkeze alarak yaşanır. Bu, bireysel bağlılık değil; bir ümmet düzenidir, bir siyasi aidiyettir.

Ancak aynı kişi, bu ilahî düzene bağlı olması gerektiği hâlde, kendi yaşam alanında müçtehidi değil; laik devleti, bakanı, partiyi merkeze alır. Seçimlerde oy verirken, adayın tağuti dini sistemin mi. Allah dininin mi parçası diye değil, dünya siyasetindeki konumuna göre karar verir. Oy verir ama müçtehide gitmez. Kanuna uyar ama fetva sormaz. İzin alması gereken merci Allah’ın temsilcisi olan müçtehid iken, ondan habersiz yaşar.

Bu, bir çelişki değil midir? İzin gerektiren şeyin fetva değil, sistemsel aidiyet olduğunun farkında değildir. Sadece helal-haram sorulacak bir âlim gibi görür müçtehidi. Oysa müçtehid, Mehdi Aleyhisselam'ın naibi olduğu için, Allah'ın hükmünü temsil eder. Bu temsil sadece ahkâm değil, hayat düzenidir.

SONUÇ: YA ALLAH’A KULLUK, YA DA TAĞUTA TESLİMİYET

Tevhid, yalnızca “Allah vardır” demek değildir. Tevhid, hayatın her alanında yalnızca Allah’ın hükmüne boyun eğmektir. Oruçta, zekâtta, örtünmede, ticarette, mahkemede, devlette, kanunlarda… Her yerde!

Bir kişi Allah’ın hükmünü hayatından çıkarıp yerine başka bir hüküm koyuyorsa, bu bir din değiştirmedir. Bu dinin adı bazen sekülerizm, bazen demokrasi, bazen liberalizm olur; ama tanrısı Allah değildir.

Tanrısı sistemdir.

Tanrısı tağuttur.

UNUTMA: Kime itaat ediyorsan, onun kulusun. Hüküm koyan tanrıdır. İlah yalnızca Allah’tır.

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM