Sakife'de vasîlik olayına
seküler bir mantıkla bakıldığı için Gadir-i Hûm'da verilen sözlere ve yapılan
beyatlara rağmen vasîlik misyonu gerekli görülmemiş ve bu iş başkalarına tevdi
edilmişti. Haklı bir serzenişte bulunan bazı insanlarımız, "Sakife
olmasydı, vallahi Kerbela olmayacaktı" sözünü söylemektedirler. Evet, bir
fay hattı kırılması ve bir eksen kayması neleri beraberinde getiriyor? Olayı
illiyet (sebep-sonuç) kavramı üzerinden değerlendirecek olursak hayatta öyle
hadiseler olmaktadır ki, başlangıç noktasında fazla önemli görülmese de zincirleme
olarak beraberinde öyle olaylara zemin hazırlanmış oluyor ki, bu durum üzücü
hadiseleri ve kaos ortamını da beraberinde getirmiş oluyor. Kûr'ân-ı Kerim'de
en çok uyarıldığımız hususlardan biri de budur.
Bu yüzden diyebiliriz ki
zalim bir iktidar halk için en büyük fitnedir. Bu fitne toplumun her kesimine
sirayet edip etkisini gösterir. Rabbimiz buyuruyor ki:
"Düzene sokulduktan
sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın." (A'raf: 56)
Sevgili Peygamberimiz'in
Medine'de "site devleti" olarak tesis ettiği "yapı"
mükemmel bir medeniyetin temelini oluşturuyordu. O müesses nizam sayesinde
insanlar barış, güvenlik ve huzur içerisinde yaşıyordu. Bu yüzden o döneme
Asr-ı Saadet denilmektedir. İslâm medeniyetinin Allah Resulü tarafından tesis
edilmesi, kurulu bir müesses nizamı ve mükemmel bir sosyal düzeni beraberinde
getirmiş oldu. Rabbimiz'in yaşanır kıldığı kevnî alemle senkronize bir şekilde
uyum gösteren Asr-ı Saadet örnekliği "kurulu bir düzen"i temsil
ettiği için aktardığımız ve tekrar aktaracağımız ayet hem o günün Müslümanları
hem her zaman diliminde yaşayan Müslümanlar için uyarı niteliğindedir.
"Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın." (A'raf:
56)
Allah Resulü tarafından
kurulmuş olan "düzen"in onun vasileri vasıtasıyla inkişaf ve gelişim
içerisinde (bayındırlık hizmetleri de dahil olmak üzere) yoluna devam etmesi
gerekirken işin ehli olmayan kişilerin işbaşına geçmesiyle bir müddet sonra
"kurulu düzen" yani "İslâm medeniyeti" akamete uğrayıp
hedefinden sapmaya başladı. Tıpkı cahiliye dönemindeki gibi, gücü elinde
bulunduran komşu aşiretlere, komşu beldelere, komşu ülkelere "Allah
yolunda cihad" aldatmasıyla saldırıya geçtiler. Oysa prensip olarak
İslâm'ın harp hukukunda "saldırı savaşı" yoktu. "Dininiz hususunda
sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayrimüslimlerle
iyi ilişkiler geliştirmenizi Rabbiniz men etmemektedir." (Mümtehine: 8)
İşbaşındaki liyakatsiz kişiler bunun aksini yaptılar. Komşu beldelere
bayındırlık hizmeti sunup gönülleri fethedeceklerine savaşı ve toprak gaspını
tercih ettiler. Bu saldırılarda gasp edilen nice altın/gümüş ve ele geçirilen
değerli eşyalarla kendilerine koca koca saraylar yaptırdılar. Esir aldıkları
kadın ve genç kızların güzel olanlarını saraylarına cariye olarak yerleştirdiler.
Kölelik ve cariye sistemini kaldırmak için gelen İslâm bunların eliyle (tıpkı
cahiliye dönemindeki gibi) tekrar hayata geçirildi. Köle pazarlarını tekrar
kurdular.
"Peygamber ölür ya
da öldürülürse siz topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz."
(Al-i İmran: 144)
Yani cahiliye dönemindeki
gibi her türlü kötülüğü yapmaya devam mı edeceksiniz, cahiliye dönemindeki gibi
birbirinizin boynunu vurmaya mı başlayacaksınız, insanları tekrar köle edinmeye
mi koyulacaksınız? Ayetle birlikte Allah Resulü ashabını kendi sözleriyle de
uyarıyor:
"Benden sonra sakın ola
ki cahiliye dönemindeki gibi birbirinizin boynunu vurmayın." (Hadis)
"Benden sonra Ehl-i
Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat edin. Ben size Kur’an’ı ve Ehl-i Beyt'imi
emanet ediyorum."
(Hadis)
"Ey iman edenler,
Allah'a ve Peygambere hıyanet etmeyin ve bilebile emanetlerinize de hıyanette
bulunmayın." (Enfâl:27)
Allah Teâlâ'nın ve
Sevgili Peygamberimizin bütün uyarılarına rağmen Sakife'de ve daha sonra
Cemel'de, Sıffin'de, Nehrevan'da, İmam Hasan'ın sûlhünde ve Kerbela’da Ehl-i
Beyt emanetine ihanet edildi.
Oysa onlar Kur’an ve
Sahih Sünnetin gerçek varisleriydiler, onlar Hadis-i Şerif'te buyrulduğu üzere,
"yaşayan Kur’an, yaşayan zikir" olarak Allah Resulü'nün gerçek vasileriydiler.
"Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız bir yaşam
vardır." (Ta Hâ: 124) olarak Allah Resulü'nün gerçek vasileriydiler.
"Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız bir yaşam
vardır." (Ta Hâ: 124)
"Kötü yöneticiler
bir ülke yönetimini ellerine geçirdikleri zaman o yörenin onur sahibi
insanlarını hor ve aşağılık kılarlar, işte onlar böyle yaparlar." (Neml:
34)
Allah Resûlü'nün
Medine'de inşa etmiş olduğu İslâm Devleti sayesinde ulaşılan medeniyetle
insanlar onur ve izzetli bir yaşama kavuşmuşlardı. Bu yüzden o döneme
"Asr-ı Saadet" denmişti. Allah Resûlü'nün mihriban tutumu ile
insanlar mutlu ve onurlu bir hayat yaşıyordu. Ancak ne yazık ki, Sevgili
Peygamberimiz ahirete irtihal ettikten kısa bir süre sonra Emevîlerin işbaşına
geçmesiyle bu medeniyet tersyüz edilmiş oldu. Daha açıkçası seküler kopuş
noktası olan Sakife ile birlikte İslâmî yönetim şeklinin tersyüz edilme süreci
Muaviye döneminde doruğa ulaşmış oldu. Muaviye, sarhoş ve ayyaş olan oğlu
Yezid'i veliaht ilân etmesi ve oğluna mutlaka İmam Hüseyin'den biat almasını,
biat etmediği takdirde onu öldürmesini vasiyet etmesi ve bu vasiyetin Kerbela’da
yerine getirilmesi İslâm tarihine kapkara bir sayfa olarak işlenmiş oldu. Kerbela
katliamından sonra İslâm ümmetinin iki yakası bir daha bir araya gelmedi. İslâm
medeniyeti asli çizgisinde ilerlemediği için tarihimizde İslâm fıkhına ve İslâm
medeniyetine uygun yaşandığı sanılan bazı dönemler züğürt tesellisi olarak
sahiplenildi. Oysa ne Abbasîler ne Selçuklular ve ne de Osmanlılar gerçek manada
İslâm fıkhını, İslâm'ın yönetim anlayışını, İslâm medeniyetini temsil
edemediler, etmediler. Bunlar hükmettikleri halklarını monarşi ve saltanatla
yönettiler. Kendi saltanatlarını korumak ve tahkim etmek için öz kardeşlerinin
katline fetvalar verdirdiler. Üstelik tam şeytanî bir mantıkla, "İslâm'ın
bekâsı ve ümmetin birliği" metaforunu kullanarak kendi meşum niyetlerini
örtbas etmeye çalıştılar. Oysa çok iyi bilinmektedir ki, kendi tahtaları uğruna
kardeşlerini katlettiler. Yüce Rabbimiz iki ayrı ayetinde şiddetli bir şekilde
uyarıda bulunuyor: "Taammüden bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş
gibidir." (Maide: 32) "Taammüden bir insanı öldürenin yeri ebedi
cehennemdir." (Nisa: 93)
Ne acıdır ki bu ayetler
Muaviye ve oğlu Yezid tarafından ka'le alınmadı. Sıffin'de işlediği hunharca
cinayet örnekliğinden dolayı diyebiliriz ki, Kerbela katliamına zemin
hazırlayan Muaviye'dir. Oğlunu o işe teşvik eden de zaten oydu. Muaviye sonraki
yüzyıllarda da ardıllarına örnek oldu. Kısacası bu cinayetler silsilesi çağrını
açan ve onlara "rol-model" olan bizzat Muaviye idi. Zira Sıffin
Savaşı'nı başlatan ve on binlerce sahabenin kanına giren Muaviye'den başkası
değildi. Şu hâlde Yezid'in, babasının ardılı olarak Kerbelâ'da işlediği vahşete
şaşırmamak gerekir.
Onların tıynetinde bu
vardı. Aslında onların bütün düşmanlıkları İslâm'a idi. İslâm'ı ortadan
kaldırmak için Sıffin'i, Kerbela’yı kana buladılar ama emellerine ulaşamadılar.
Dolayısıyla diyebiliriz
ki, Kerbela hadisesi ile ilgili olayın diğer boyutu İmam Hüseyin'in kıyamı ve
ölüm pahasına zalim Yezid'e biat etmeyişi tüm çağlara ve tüm nesillere öyle bir
mesaj oldu ki, öyle bir ilham kaynağı oldu ki, ne Ehl-i Beyt sevgisini, ne
İslâm'ı kalplerden söküp atamadılar. Kerbela kıyamı öyle bir mesaj, öyle bir
ilham kaynağı oldu ki, aradan 1400 yıl geçtikten sonra İslâm Devrimi'nin vuku
bulmasına vesile oldu. Merhum İmam Humeyni, "Biz bu devrim için
mücadelemizi başlatırken ilhamımızı Kerbela’dan aldık." demişti. Bu yüzden
"İmam Hüseyin insanlığın ortak vicdanıdır" diyoruz...
Muhakkak ki Kerbela
kıyamı kıyamete kadar insanlara meşale olacak, insanlara yol gösterecek...