İslâm ümmetinin âlim ve bilge insanları birer kanaat önderi
olarak Osmanlı dağıldıktan sonra bu ayet uyarınca fikir yürüterek, kafa yorarak
muhasebeye koyuldular ve İslâm'ın devlet düzenini tesis için tabiri caizse
kolları sıvadılar. Birçok İslâm alimi bulunduğu bölgede bu kapsamda cemaat
faaliyetlerinde bulunarak halkı irşada koyuldular. Kimisi kürsü ve
minberlerden, bazıları da kalemiyle bu hummalı çalışmaya iştirak etti. Bu
kapsamda çalışma yapan cemaatlerin öne çıkanlarından Mısır menşeli
"İhvan-ı Müslimin" (Müslüman Kardeşler) hareketine birçok Arap
ülkesinde tanık olduk. Yine aynı minvâl üzere Cemaat-i İslâmî" hareketini
Pakistan'daki irşad ve tebliğ çalışmalarından biliyoruz. Türkiye'de ise birçok
irili ufaklı cemaat ve tarikatlara tanık olmakla birlikte asıl olarak İslâmî
nizam adına siyasî faaliyetlerde bulunan "Milli Görüş Hareketi"ni ve
onun mübariz kurucu lideri Merhum Erbakan'ı görüyoruz. "Su uyur düşman
uyumaz" kabilinden, İslâm düşmanları bu üç harekete yönelik hep engelleme
çabası içerisinde oldular... İslâm ümmetinin bu beklentisi hilâfına hiç
beklenmedik bir yerde, yani yanı başımızdaki İran coğrafyasında "İslâm
Devrimi" gerçekleşmiş oldu. Şah rejimi de diğer tağutî rejimler gibi
İran'ın Müslüman halkına büyük zulümler yaparak İslâm'ın müesses nizama
dönüşmesini engelleme çabası içerisinde oldu. Fakat muvaffak olamadı ve dünyanın
ve özellikle emperyalist güçler için beklenmedik bir şekilde Şah rejimi bi
iznillah yıkılıp gitti. Bu olay karşısında sadece Amerika ve Avrupa değil,
İslâm dünyası da şoktaydı. Tabiri caizse Endonezya'dan Bosna'ya, Kafkaslar'dan
Afrika içlerine kadar yayılmış olan İslâm dünyasının içerisinde marjinal olarak
bilinen ve mezheplerinden dolayı ayrımcı ve öteki gözle bakılan İran'ın
Müslüman halkı yaşlı bir mollayı rehber edinerek, onun anti-Amerikancı,
anti-emperyalist direktiflerine uyarak küresel güçlerin piyonu olan 2500 yıllık
Şahlık rejimine karşı giriştikleri başkaldırı eylemleriyle bi iznillah (milâdî
11 Şubat 1979 yılında) İslâm'ı müesses bir nizama dönüştürüp devlet mekanizması
oluşturdular. Şimdi burada bir vaka olarak emperyalistlerin piyonluğunu yapan
bir rejim Müslüman bir halkın büyük fedakarlıklarıyla, büyük mücadeleleriyle
yıkılıyor ve yerine yeni bir siyasî yapı ikâme ediliyor. Bu reel olarak
tahakkuk ettirilebilir bir durum. Elbette yapılan bu iş de takdire şayan. Fakat
asıl takdir edilmesi gereken olay, başta büyük şeytan ABD olmak üzere bütün
Batılı İslâm düşmanları aleni ve gizli olmak üzere akla hayale gelmeyen envai
çeşit hile, desise, komplo, entrika, sabotaj, tahmili savaş olmak üzere her
türlü şeytanî yöntemlerle saldırıya geçecekler, sabah akşam sizi yıkmak için
hem içeriden zıddı inkılâbî münafıkları da kullanarak, hem dışarıdan kendileri
ve piyonları ile size karşı mücadele yürütecekler ve siz bütün bu komplolar
karşısında ayakta duracaksınız! Bakınız, bu mümkün değil, bu eşyanın tabiatına
aykırı! Bu yüzden biz burada bir mucize, yani Allah Teâlâ'nın alenî yardımını
görüyoruz. Bu ilâhî yardımı göremeyen bazı insanlar ise, "yok ya bu işin
içerisinde danışıklı dövüş var" diyebiliyor. Oysa 44 yıldan beri İslâm
Devleti'ni ayakta tutabilmek için verilen mücadele ayan beyan ortada. Nice
bedeller ödenerek sahada bir savaş verilmektedir. Fakat bunu bazı taassup ehli
olanlar görmüyor. Bir darb-ı meselde geçtiği üzere, "Gören göz buğulu ise,
her şey buğulu görülür." Siz, bu ihtişamlı İslâm Devleti'ne mezhep
taassubu ile bakarsanız sonuç böyle olur. Yaşanan nice acı ve nice meşakkatler,
ödenen nice ağır bedeller ve bütün bunlarla birlikte, ümmete onur bahşeden
"Direniş Cephesi"nin düşmana vurduğu darbeler, elde edilen kazanımlar
ne yazık ki böylesi insanların gözünüzde görülmemektedir. Bu durum İslâm
Cumhuriyeti'ne can-ı gönülden muhabbet besleyen her Müslümanı üzmektedir. Hiç
kuşkusuz bu işin bedelini ödeyen insanları da bu bakış açısı, bu tezviratlar
rencide etmektedir. Birkaç örnek vererek bu işin tezvirat ve iftira edildiği
üzere danışıklı dövüş olmadığını izah edelim. 11 Şubat 1979 yılında İslâm
Devrimi zafere ulaştığında sömürgeci ABD'ye, "Tasını tarağını topla ve
derhâl bu ülkeyi terk et" denildi. ABD tarihinde ilk defa böyle bir darbe
yiyordu. Buna tahammül etmesi, bunu hazmetmesi kolay olmayacaktı! Amerika için
bu yenilir yutulur bir lokma değildi!
ABD'nin sinsi ve şeytanî plânlar yaptığını tahmin eden bir
grup üniversite öğrencisi devrimci gençler, casusluk yuvası olarak kullanılan
ABD Büyükelçiliği'nde olup bitenleri yerinde tetkik etmek ve casusları suçüstü
yakalamak maksadıyla ani bir baskın düzenlediler. Uluslararası diplomasi
teamüllerine göre "elçiye zevâl" olmaz kuralı geçerlidir. Ancak ABD
Büyükelçiliği'nde ele geçirilen belge ve dokümanlardan anlaşıldığı üzere burada
çalışanların elçi değil casus olduğu ortaya çıktı. Her ne kadar baskın
esnasında belgeler kesme makinasında doğranmış olsa da bu kesilen belge ve
evraklar milim milim eklemlenerek birleştirildikten ve deşifre edildikten sonra
anlaşıldığı üzere bunların casus olduğu teyit edilmiş oldu. 4 Kasım 1979
tarihinde gerçekleştirilen bu baskın ve casusların elçilik binasında
alıkonulması 444 gün sürmüştü. ABD dünyaya rezil oluşunu ve yediği bu tokadı
asla unutmadı ve entrikalarına devam etti. Hatta bu yediği tokattan dolayı
İran'a hava indirmesi yapmayı denedi ve yine rezil oldu.
Öyle ki, 25 Nisan 1980 tarihinde Amerika’ya ait birkaç
askeri uçak ve birkaç helikopter önceden hazırlanan çok titiz bir plan
çerçevesinde gece yarısı İran hava sahasına girerek ülkenin doğusunda ve Tebes
Çölü'nün tam ortasında terk edilmiş bir havaalanına iniş yaptıkları esnada
Allah Teâlâ'nın gönderdiği kum fırtınası onları hezimete uğrattı. O dönemde
İran'ın ne radar sistemleri ne de hava savunma gücü vardı. Tam gafil
avlanacaklarken Allah Teâlâ düşmanlarının üzerine kum fırtınası gönderdi.
Aslında bu operasyon ABD için yeni bir macera değildi, çünkü
bu sicili bozuk melunlar başta Vietnam, Kamboçya, Nikeragua, Guatamela,
Küba/Domuzlar Körfezi, Dominik Cumhuriyeti ve Şili gibi ülkeler büyük şeytan
Amerika'nın geçmişte operasyonlarına maruz kaldılar. Kısacası ABD bu konuda
oldukça tecrübeli. Bu yüzden aslında "Tebes Çölü Çıkarması" o şeytan
için zor bir operasyon değildi. Fakat onlar tuzak kurarken Allah Teâlâ da
onların tuzaklarını boşa çıkaracak ve onları hezimete uğratacak bir tuzak
kurmuştu. (Al-i İmrân: 54) ABD'nin yapmış olduğu bu sinsi çıkarmanın hezimetle
sonuçlanması onlar için büyük bir rezalet ve fiyasko olmuştu. Bu olay ile
dünyaya bir kez daha rezil oldular ancak pişkince yollarına devam ettiler. Hiç
kuşkusuz, bu yaşanan olay yeni kurulmuş İslâm Cumhuriyeti için Allah Teâlâ'nın
yardımını gösteren diğer bir mucizeydi. Bu olay, Yüce Allah'ın iradesi ve gücü
karşısında dünyanın en güçlü ordusu da olsa hiçbir halt edemeyeceklerini
göstermiştir. Her türlü askerî güç ve mühimmata sahip de olsalar Allah
Teâlâ'nın gücü karşısında hiçbir şey yapamazlar, yeter ki, Allah Teâlâ
yardımını esirgemesin. En zorlu günlerde ABD'nin tehditlerine maruz kalan İran
halkına İmam Humeyni, "Korkmayın, Amerika hiçbir halt edemez"
demişti. İmam’ın bu tavrı tamamen Allah Teâlâ'ya halisane güven ve tevekkülün
sonucuydu. Bakınız, bu melun Amerika fiîlen İran'a bir şey yapamayacağını
anlayınca maşa arayışına koyuldu ve buldu. Saddam ahmağını boğazına kadar
silahla donatıp İran'ın üzerine saldırttı. Miladî 22 Eylül 1980 tarihinde
başlatılan bu yıkıcı savaş 20 Ağustos 1988 tarihinde son bulmuştu. 8 yıl süren
bu tahmilî savaşla büyük şeytan ABD yine emeline ulaşamamıştı. "Zalime yardım
edeni Allah o zalimi musallat eder." diye bir hadis veya darb-ı mesel var,
ahmak Saddam'ın da sonu öyle oldu.
Bütün ambargolar, bütün bu komplo ve savaşlar karşısında
İslâm Cumhuriyeti sürekli kendisini geliştirerek ve askerî alanda yeni yeni
atılımlar yaparak istikrarlı ve emin adımlarla yoluna devam etti. İran İslâm
Cumhuriyeti bugün uluslararası balistik füzelerden tutun her türlü
konvansiyonel silah ve insansız hava araçlarına kadar sürekli askerî
envanterini güçlendirmektedir. Bu durum dosta güven, düşmana korku vermektedir.
Dost da düşman da bunu görmektedir. Ama görmeyenler de var. Ve bunlar diyor ki,
"İran'ın öyle atarlandığına bakmayın, bugüne kadar o işgalci İsrail'e bir
taş atmış mıdır? Bunların hepsi danışıklı dövüş! Fe SubhanAllah.
Şimdi bunu izah edelim! Bakalım İran Siyonist çeteye bir taş atmış mı? Bildiğiniz üzere İslâm Cumhuriyeti yeni kurulduğunda bizzat Merhum İmam Humeyni (r.a) verdiği talimatla Devrim Muhafızları Ordusu bünyesinde "Kudüs Gücü" adında bir birim oluşturuldu. 1982 senesinde Siyonist çete Güney Lübnan'ı işgal edince İmam Humeyni derhâl Kudüs Gücü komutanlarından bir heyeti Beyrut'a gönderiyor. Kudüs Gücü komutanları, Arap milliyetçisi Emel Örgütü'nden ayrılıp yeni kurulan Hizbullah liderleriyle görüşüyorlar. Yapılan istişare ve durum değerlendirmelerinden sonra alınan kararla silah, mühimmat ve eğitim hizmetlerine karar veriliyor. Bu iş için, özellikle silah ve mühimmatın nakliyesi konusunda bölgedeki Arap ülkelerinin en azından bir tanesinden lojistik desteğe ihtiyaç duyuluyor. Zira burada yardım ulaştırılması gereken sadece Hizbullah değil, aynı zamanda işgalci İsrail'e karşı naçar bir vaziyette olan mazlum Filistin halkını da örgütleyip onlara yardım ulaştırmak gerekiyor. O ara İranlı mesuller Filistin'e yardım konusunda Arap ülkeleri ile diplomasi trafiği yaşıyor. Maatteessüf ki 22 Arap ülkesi içerisinde sadece Suriye'den müspet cevap geliyor. O ara İran Filistin davasına sahip çıkılması adına Suriye ile bir takım gizli askerî işbirliği anlaşmaları imzalıyor. Bu şekilde Şam üzerinden hem Hizbullah'a, hem Filistinli savaşçı gruplara sevkiyat başlıyor. Hatırlayınız, Filistin'de intifada başladığında işgalci Siyonistlere karşı direnen gençlerin elinde sadece sapan ve taş vardı. Sahi sonra ne oldu da bu yiğit gençler işgalcilere karşı füze ile karşılık vermeye başladı? Allah aşkına söyleyin, bu füzeleri o gençlere ulaştıran İran'ın Kudüs Gücü'nden başkası mıydı? Onlara İran'dan gelen silahların sevkiyatına Suriye'den başka bir ülke lojistik destek sağladı mı? Bakınız, İran menşeli Kudüs Gücü'nün yardım ve desteği ile Hizbullah tam 18 yıl Siyonist işgalcilere karşı savaştı ve bi iznillah yenilmez denilen ve daha önceki savaşlarda birçok Arap ülkesini hezimete uğratan işgalci İsrail Hizbullah karşısında, dolayısıyla General Kasım Süleymanî komutasındaki Kudüs Gücü karşısında tarihinde ilk defa yenilgi tadarak 25 Mayıs 2000 tarihinde işgal ettiği Güney Lübnan topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Bu zaferden sonra Kudüs Gücü'nün işi bitmemişti. Sırada Gazze'nin işgalden kurtarılması vardı. Tüneller ve insansız hava araçları vasıtasıyla başta Hamas, İslâmî Cihad ve İzzettin Kassam Tugayları olmak üzere Gazze ve Filistin topraklarının kurtarılması için savaşan gruplara her türlü silah ve mühimmatın sevkiyatı için canla başla ve nice bedeller ödeyerek çalışılıyordu. Yapılan bu yardımlardan dolayı savaşçı gruplar aşkla şevkle ve korkusuzca direnişe ve cihada devam ettiler. İş o raddeye vardı ki Siyonist çete üst üste yediği darbelerden ve verdiği kayıplardan dolayı nümayiş yapan halkından daha fazla tepki almamak için 2005 yılında Gazze'yi terk etmek zorunda kaldı. Siyonist çete Kudüs Gücü'nden, yani İran'dan yediği darbelerden solayı ikinci hezimetini Gazze'de yemiş oldu. Gazze'nin zaferinden sonra Hamas ve İslâmî Cihad liderleri İran'a gidip İslâm Devrimi Lideri Seyyid Ali Hamanei'ye ve askerî erkâna teşekkürlerini sunmuşlardı. Yine hatırlayın, Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymanî'nin cenaze merasimine giden Hamas lideri İsmail Haniye, Şehid Süleymanî için, üç kez peş peşe, "Süleymanî Kudüs şehididir" demişti. Ama ne yazık ki, "Gören göz buğulu ise, her şey buğulu görülür" kabilinden kimi zevat mezhep taassubuna kapılarak bütün bu gerçekleri görmüyor. İmâm Şafi diyor ki, "Düşmanın attığı oka bakın, kimi hedef almışsa o sizin dostunuzdur." Siyonist çete başbakanına soruyorlar, "Üç düşman ülkesi sayar mısınız?" Çete reisi Netanyahu cevap veriyor: "İran, İran, İran." Peki neden bir başka ülkenin ismini vermiyor? Çünkü İran'dan başka bir ülkeyi kayda değer şekilde düşman olarak görmüyor. Yine aynı şekilde Gazze'yi yeniden işgale yeltendiklerinde üst üste üzerlerine atılan füzelerle geri püskürtüldüklerinde, Netanyahu çaresizlik içerisinde kameraların karşısına geçip, "Biz Gazze'de İran'a karşı savaşıyoruz. Çünkü onlara İran füze ve silah veriyor" diyerek Knesset'e (işgalci İsrail parlamentosuna) ve halkına başarısızlığının mazeretini sunarken bir taraftan da İran'ın Gazze'ye yönelik yardım gerçeğini ibraz etmiş oluyor. Hâlâ biri kalkıp da "İran bugüne kadar işgalci İsrail'e bir taş atmış mıdır?" diye soracak olursa, bu kişi cahil değil hainin önde gidenidir. Sayın okuyucumuz, başlığımızda "İslâm Devrimi 44 Yaşında" ifadesini kullanırken maksadımız başka hususlara temas etmekti, ama gelin görün ki, "Bir delil ile kırk alimi ikna ettim, fakat kırk delille bir cahili ikna edemedim" darb-ı meselinden mütevellit böylesi açıklamalara ihtiyaç duyduk. Vesselâm...
Hazım Koral