İmâm Humeynî'nin önderliğinde, İslâm hukuku ile mütenasip,
adalet temeline dayalı yeni bir anayasal düzenin tesisi adına bu devrim
gerçekleşmiş oldu.
Diğer Müslüman ülkeler için bu devrim bir
"sürpriz" olmuştu. Açıkçası biz sadece Ehl-i Sünnet dünyasında bu tür
çalışmaların olduğunu biliyorduk. Yanı başımızdaki İran'dan haberimiz yoktu.
Zira biz sadece Ehl-i Sünnet dünyasında bu tür çalışmaların olduğunu
biliyorduk. Pakistan'da Merhum Ebu'l Â'lâ Mevdudî'nin liderliğini yaptığı
"Cemaat-i İslâmî" bu işin öncülüğünü yapıyordu. Türkiyeli Müslümanlar
olarak başta "Tefhim'ul Kûr'ân" isimli tefsiri ve "Kûr'ân'da
Dört Terim" olmak üzere Mevdudî'nin birçok eserinden faydalanmıştık. Öte
yandan Mısır ve diğer birçok Arap ülkesinde irşad ve tebliğ çalışmalarında
bulunan ve temellerini Şehid Hasan El-Benna'nın attığı "İhvan-ı
Müslimin" örgütü ile gönül bağımız vardı. Şehid Hasan El-Benna'nın
"İslâm'ın manifestosu" niteliğindeki beyanatlarını Türkiye gençleri
olarak adeta ezbere biliyorduk. Yine Şehid Seyyid Kutub'un Fi-Zilâlî Kûr'ân
tefsiri kütüphanelerimizin baş köşesini süslüyordu. "Yoldaki
İşaretler" isimli eseri ise elimizden düşmezdi ve arkadaşlarımıza da
okuturduk...
Diğer taraftan Cezayir'de liderliğini Abbas Medenî ve Ali
Bel Hac'ın "Selamet Cephesi" diye bir parti faaliyet gösteriyordu.
Gençler olarak onların faaliyetlerini heyecanla izlerdik. Aynı şekilde Tunus'ta
Gannuşi'nin liderliğini yaptığı "Nahda Hareketi" vardı. Gannuşi bizim
için adeta idol olmuştu. Onu da ilgi ile takip ediyorduk...
Türkiye’de ise, birçok cemaat ve tarikat olmakla birlikte
İslâm'ın müesses nizam hâline gelmesi için Merhum Necmettin Erbakan'ın
liderliğindeki "Milli Görüş" hareketi siyasî arenada etkin bir
şekilde mücadele veriyordu. Şahsım adına ifade edecek olursam, Merhum Erbakan
Hocamız 1969 yılında Odalar Birliği'nden ayrılıp 25 Ocak 1970 tarihinde Milli
Nizam Partisi'ni kurduğu günden itibaren biz bu hareketin içerisindeydik. 33
yıllık Avrupa hayatımızda aynı şekilde Milli Görüş hareketi içerisinde çeşitli
kademelerde hizmette bulunduk. Kısaca ifade edecek olursak biz Müslüman gençlik
olarak İslâm'ın "devlet" aygıtına kavuşturulmasını bu hareketlerden
bekliyorduk. Açıkçası Ehl-i Sünnet dünyası olarak beklentimiz bu minvâl
üzereydi. Oysa hiç beklemediğimiz bir anda baktık ki, hemen yanı başımızdaki
İran coğrafyasında İslâm adına bir devrim gerçekleşmiş oldu. Başta Prof. Dr.
Hayrettin Karaman ve Prof. Dr. Süleyman Uludağ olmak üzere mezhep taassubu
gütmeyen, ufku geniş ilahiyatçı hocalarımızdan bir grup İran'ı ziyaret edip,
yeni kurulan bu İslâm nizamının ("anayasal düzen" ve "hukukun
üstünlüğü" prensibi ile "velâyet-i fakih" ilkesi kapsamındaki)
işleyiş şeklini yerinde araştırdılar. Türkiye’ye döndüklerinde ortak bir
deklarasyon yayınlayarak İran İslâm Cumhuriyeti'nin "Şer'i" yasalara
uygunluğunu kamuoyu ile paylaşmış oldular. Bu ortak deklarasyon o dönemde
kamuoyumuzda müspet anlamda büyük yankı bulmuştu. (Tevhid Dergisi'nde bu metin
arşiv olarak bulunmaktadır. İlgi duyanlar ulaşabilir.) Evet, birtakım
ilahiyatçılarımız tarafında devrime müspet bakıldı ve takdirle karşılandı.
Ancak mezhep taassubu güden birçok cemaat ve tarikat liderleri araştırma
ihtiyacı hissetmeden devrime karşı düşmanca bir tavır takınarak ötekileştirici
bir tutuma girdiler. İşi o raddeye vardıranlar oldu ki, Fethullah Gülen ve
muadilleri "Rafizîlik" suçlamasıyla devrim liderlerini tekfir etmeye
başladılar. Mezhebî farklılıklardan yola çıkarak müntesiplerine öylesine
tezvirat ve iftira içerikli hikayeler anlattılar ki, kısa sürede iş mezhep
düşmanlığı üzerinden İran ve İslâm Cumhuriyeti düşmanlığına evrilmiş oldu.
"Yok efendim, onlar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i eleştiriyorlarmış, yok
efendim onlar Aişe validemize dil uzatıyorlarmış." Bu ve benzeri
tezviratlarla müntesiplerine İslâm Cumhuriyeti'ne karşı kin ve düşmanlık aşısı
yapmaya başladılar. Maatteessüf ki aradan 45 yıl geçmesine rağmen bugün de aynı
klişe sözlerle tezvirat ve iftiralar yoğun bir şekilde devam etmektedir. Oysa
İran İslâm Cumhuriyeti Anayasası'nda Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin değerlerine
hakaret etmek kanunen yasak. Düşmanlık, meseleye vakıf olmamaktan ve cehaletten
kaynaklanmaktadır. Bu durum aslında İslâm düşmanı küresel emperyalist güçlerin
işine gelmektedir. Onların tek isteği Müslümanlar birleşmesin, İslâm Birliği
tesis edilmesin! Buna en çok çanak tutan ise cemaat ve tarikat liderleri
olmaktadır. Bu çirkin bariyer ve blokajlardan dolayıdır ki, ülkemizde İran
İslâm Cumhuriyeti gereği gibi tanınmamış ve anlaşılmamıştır. Gölgeleme ve
perdeleme çabaları bir taraftan, diğer taraftan iftira ve tezviratlar yoğun bir
şekilde devam ediyor. Özellikle "Direniş Cephesi"nin alandaki
kazanımları, ABD ve Siyonist çeteye vurulan darbeler bizzat mezhep taassubu
güden cenah tarafından görmezden geliniyor/gölgeleniyor ve yok sayılıyor. "Direniş
Cephesi"nin kendi müntesipleri nezdinde ve kamuoyu tarafından takdir
edilmesi ve itibar kazanması istenmiyor. Rabbimiz buyuruyor ki, "Bile bile
hakkı ketmetmeyin." (Bakara: 42)
Bütün bu tutum ve davranışlara rağmen bir de bunun üzerine
işin içine Suriye meselesi girince bazıları için husumet ve düşmanlık ayyuka
çıkmış oldu. Oysa Suriye meselesi Ehl-i Sünnet fıkhına göre tahlil edilse İran
İslâm Cumhuriyeti'ne hak verilecektir. Ancak bazı cemaat liderleri Suriye
meselesine IŞİD fıkhına göre baktığı için Müslüman ahalinin yaşadığı coğrafyada
cinayet işlemeye ve kardeş katline cevaz veriyorlar. Suçsuz insanların
öldürülmelerini meşru bir hak olarak görüyorlar. Oysa bütün mezheplerde fıkhî
bir kural vardır: "Ahalisi Müslüman olan bir ülkede yönetimi değiştirmek
için silahlı kalkışmada bulunulamaz. Çünkü asker, polis, memur ve emniyet
güçleri Müslüman halkın evlâtlarıdır. Bunlara kurşun sıkılmaz. IŞİD ve
muadillerinin Irak ve Suriye'de yaptığı bundan ibaret. Muvaffak olamayacakları
bir işe giriştiler ve on binlerce, hatta yüzbinlerce insanın ölümüne sebebiyet
verdiler. İslâm hukukuna göre bunun adına asla cihad diyemeyiz. Cihad
müstevlilere karşı, dış düşmana karşı, yani işgalcilere karşı yapılır. Bakınız,
beğenelim veya beğenmeyelim 22 Arap ülkesi içerisinde sadece Suriye Filistinli
silahlı örgütlere kapısını açmış. Onlara her türlü faaliyet imkânı sunmuş
bulunmaktadır. Başta Hamas ve İslâmî Cihad olmak üzere her birine ofisler açıp
faaliyet imkânı sunmuş. Suriye yıllardan beri İran'dan gelen silahların
Hizbullah ve Filistinli örgütlere ulaştırılmasında lojistik destek
sağlamaktadır. Öte yandan, başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok Arap
ülkesinde Hamas ve İslâmî Cihad gibi özgürlük savaşçısı örgütler terör
listesine alınmış. Yüzlerce Hamas ve İslâmî Cihad üyesi genç Suudi
zindanlarında çile çekiyor. Hâl böyle iken Suriye kötü, İran kötü, öyle mi? Bu
nasıl bir akıl tutulmasıdır böyle? Mezhep taassubu birilerinin kalplerini de
gözlerini de vicdanlarını da kör etmiş. Onlar Allah Teâlâ'nın, "Birlik
olun." çağrısına karşı kör ve sağırdırlar. Bu tutum Allah Teâlâ'nın
zikrinden/buyruğundan yüz çevirmektir. "Benim zikrimizden yüz çevirenlere
yeryüzünde istikrarsız bir geçim vardır. Onlar mahşer günü kör olarak
haşrolacaklardır." (Tâ Hâ: 124) İslâm Devleti lokal anlamda da olsa bir
nimettir. Onur ve izzet vesilesidir. Bölgesel de olsa ümmet için domino etkisi
potansiyelini taşıyan bir nimettir. "Sizi her nimetten hesaba
çekeceğim." (Tekâsür: 8)
Şunu bilmiş olalım ki, İslâm Devrimi sadece İran halkına
değil, bütün dünya Müslümanlarına onur ve izzet kazandırdı. Hatırlayın, mazlum
Filistin halkının elinde mukavemet adına sadece taş ve sapan vardı. Peki uzun
yıllardan beri işgal altında bulunan Gazze 2005 yılında hangi imkân ve
silahlarla Siyonist çeteye yenilgi tattırdı. Siyonist çete belirli aralıklarla
Gazze'yi tekrar tekrar işgal girişiminde bulundu. Ama her seferinde
"Direniş Cephesi"nin yılmak bilmeyen çelik bilekli mukavemeti ile karşılaştı.
Bildiğiniz üzere, Siyonist çete en son 7 Ekim'de büyük bir saldırı ile mazlum
Gazze halkına yönelik bir soykırım başlattı. Savaş hukukunu hiçe sayarak
hastaneleri, okulları, mabedleri ve sığınma alanlarını canavarca vurmaya
başladılar. Aradan 4 ay geçmesine rağmen Gazze'yi işgal edemediler. Bu süreçte
Siyonist çeteye ait yüzlerce zırhlı araç ve tank Hamas, İslâmî Cihad ve diğer
bileşenler tarafından imha edildi. Tekrar sormuş olalım, sahi Filistinli
örgütlere silah ve füzeleri hangi ülke veriyor? İnsanda hiç mi insaf olmaz?
İran'ın silah yardımı ve Suriye'nin lojistik desteği nasıl görmezden gelinir?
Yine İran'ın eğitip donattığı Hizbullah 7 Ekim'den itibaren savaşa müdahil olup
işgal altındaki Kuzey Filistin topraklarında düşmanın 10 km dolayında yerleşim
birimlerini boşaltıp geri çekilmesini sağlamış ve Siyonist çete tarihinde ilk
defa mülteci kampı kurmak zorunda kalmıştır. İran'ın katkılarıyla elde edilen
bu başarı neden görmezden geliniyor? Bütün bunlar bi iznillah İslâm Devleti'nin
bereketleridir. Biz dünya Müslümanları olarak bu devrimin kadrini kıymetini
bilmeliyiz. Nankör olmamalıyız. Hiç kuşkusuz nankör olmak, küfran-ı nimettir.
Hakkı ketmetmektir. Bu devrim bugünlere kolay gelmedi. Ne badirelerden geçti.
Ne hengâmeler yaşadı ne tür entrikalara maruz kaldı? Bunları bilmek
durumundayız. Büyük şeytan ABD 45 yıldan beri bu devrimi çökertmek için
çabalıyor. Çeşit çeşit desiselerle içerideki münafıkları fonlayıp kışkırtıyor.
Bakınız biraz başa giderek hatırlayalım, 11 Şubat 1979
tarihinde devrimin gerçekleşmesiyle birlikte, başta ABD ve Siyonist çete olmak
üzere İran coğrafyasında emperyalistlerin vantuzları da kesilmiş oldu. Buna
tahammül edemeyen Amerika Batılı hempalarını da yanına alarak yeni kurulmuş
İslâm Cumhuriyeti'ne ambargo uygulamaya başladı. İran halkı bu konuda birçok
zorluk ve sıkıntılara maruz kaldı. (Ambargolar bugün de devam etmektedir.)
Büyük şeytan ABD ambargo ile yetinmeyerek bu yeni kurulmuş İslâm Devleti'ni
yıkmak için Saddam zalimini maşa olarak kullanıp İran'a savaş açtırdı. Bu
tahmilî saldırı savaşı tam 8 yıl sürdü. Sonuçta ABD emeline ulaşamadı, fakat
buna rağmen İran İslâm Cumhuriyeti'ne yönelik entrikalarından hiç vazgeçmedi.
İçeriden münafıkları kullandı, yine amacına ulaşamadı. İran bu süreçte muharebe
sanayisine ağırlık vererek her türlü konvansiyonel silahı ve uzun menzilli
füzeleri askerî envanterine kazandırmayı başardı. İlerleyen süreç içerisinde
İran İslâm Cumhuriyeti bölgesel güç hâline geldi. Filistin davası uğruna
kurulmuş olan Devrim Muhafızları bünyesindeki "Kudüs Gücü"
vasıtasıyla Suriye, Lübnan, Irak ve Yemen gibi ülke ve halklarıyla ilişkiler
geliştirdi. Dayanışma ruhunu canlandırarak "Direniş Cephesi"ni
oluşturdu. Afganistan ile her ne kadar mezhebi taassuplarından dolayı mesafeli
olunsa da ABD'nin kovulmasında "Kudüs Gücü" etkin bir rol aldı. İslâm
Cumhuriyeti mesulleri mezhep taassubu gütmeden ve geçmişte yapılan hataları
husumet konusu yapmadan Afganistan'a yardım elini uzattı. Aynı şekilde bu
yardım elini Saddam sonrası Irak'ta da görüyoruz. "Kudüs Gücü"
komutanı General Kasım Süleymanî bizzat Iraklı General Mehdi Mühendisî ile
işbirliği yaparak ABD işgaline karşı Irak topraklarında milis güçler oluşturdu.
Bu güçler gerilla taktikleriyle ABD üs ve karargâhlarına darbe üzerine darbe
vurup, eski Başkan Donald Trump'ın ifadesiyle binlerce ABD askerini itlaf
ettiler. Büyük şeytan ABD, Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymanî'ye
suikast yapmakla "Direniş Cephesi"ni akamete uğratacağını sandı.
Fakat büyük bir yanılgıya maruz kaldı. İslâm ve insanlık düşmanı küresel
güçlerin bütün engelleme çabalarına rağmen "Direniş Cephesi" 45
yıldan beri istikrarlı bir şekilde yoluna devam etmektedir. Üzücü olan husus
ise İslâm Devleti'nin taassup ehli bazı dindar kesimler tarafından anlaşılmamış
olmasıdır. İnsan hakikate kör olmamalıdır. Rabbimiz, Enbiya Sûresi'nin 92'nci
ayetinde, "Sizin ümmettiniz bir tek ümmetir ben de sizin Rabbinizim o
hâlde bana kulluk edin." diye buyurmaktadır. Fakat bir başka ayette
belirtildiği üzere, "İnsanların çoğu haktan hoşlanmaz." (Zuhruf: 78)
Kelime-i Tevhid lafzını söylemekle ve anlamını özümsemekle Müslüman olunuyor,
öyle değil mi? Peki Tevhid kelimesi sadece Allah Teâlâ'yı birlemek midir, yoksa
Allah Teâlâ'nın "bir" dediğini de mi birlemek durumundayız? Elbette
Allah Teâlâ'nın "bir" dediğine biz de "bir" demek
zorundayız. Zira akidemiz bunu zorunlu kılmaktadır. Şu hâlde Allah Teâlâ'nın
"Bir tek ümmet" olarak bizi tanımlarken biz kalkar da bu ümmeti başka
isimler altında ayrıştırıcı tanımlarda bulunursak Tevhid akidesini bozup Allah
Teâlâ'ya şirk koşmuş olmaz mıyız? Bu nedenledir ki, hocaefendi diye neşvünema
bulmuş bazı kişiler kalkıp bu ayetin hilâfına ümmeti değişik mezhep ve gruplar
adına bölmeye kalkarsa en büyük nifak ehli olmaktadırlar. "Dikkat edin o
aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın." (Fatır: 5) Ne yazık ki, bu nifak ehli
taife bunun farkında değil. Evet, bu bozguncu ve nifak ehli zevat Merhum
Erbakan Hocamız'dan da ders almadılar. Merhum Erbakan Hocamız iktidara gelip
başbakan olduğunda "İslâm Birliği"ni tesis etmek adına oluşturmayı
planladığı D-8 projesi için ilk ziyaretini İran'a yapmıştı. Çünkü o inanıyordu
ki, mezhebî farklılık birlik olmaya mani değildir. O biliyordu ki birlik olmak
imânî bir vecibedir. Erbakan bu ziyareti esnasında İslâm Cumhuriyeti’ne olan
aidiyet duygularını şöyle dile getirmişti: "Biz Milli Görüş olarak
Türkiye'de muhalefetteyiz İran'da ise iktidardayız." Anlayanlar için bu
sözler büyük bir anlam ifade etmektedir.
Sayesinde "İslâm Devleti"ne kavuşulan bu devrimin
nasıl bir azamete sahip olduğu bu sözlerle anlaşılmıştır sanırız. Vesselâm...