Fakat konu sadece bilim çevrelerinin değil, küresel güçlerin
de gündemindeydi. ABD Başkanı Obama, 2010 tarihli Milli Güvenlik Stratejisi’nde
ve Pentagon, 2014 tarihli Dört Yıllık Savunma İncelemesi’nde iklim krizi ve
küresel ısınma tehlikesine dikkat çekmişti. ABD Ulusal İstihbarat Şefi James
Clapper da (15 Temmuz’da ismi çok sık gündeme gelmişti) 2013’te Senato’da bir
konuşma yapmış ve iklim meselesinin bir “güvenlik tehdidi” oluşturduğunu
belirtmişti. Soğuk Savaş sonrası kolektif Batı bütün insanlığın uğrunda
mücadele edeceği bir “düşman” bulmuştu. Küresel medya konuyu gündemden hiç
düşürmedi.
Konu hiç şüphesiz BM’nin gündeminde de ilk sıralarda yerini
aldı. Onlarca rapor hazırlandı. Karbon ayak izi, sera gazı salınımı, karbon
emisyon ölçümü, akıllı sistemler/akıllı kentler, dijital dönüşüm gibi kavramlar
dillerden düşmez oldu. En popüler kavramlardan biri de “yeşil” sıfatıydı. Hemen
her kavramın önüne bu sıfat getirildi: Yeşil yatırım, yeşil finans, yeşil
dönüşüm, yeşil vergi vs. Bunlardan biri de “Yeşil Yapay Zeka” kavramıydı.
İklim kanunu TBMM’de oylanmazdan hemen önce Milli İstihbarat
Akademisi “Yapay Zeka, Toplum ve Güvenlik” başlıklı bir rapor yayınladı. 40
sayfalık raporda 13 kez “Yeşil Yapay Zeka” kavramı geçiyordu. Nitekim
Cumhurbaşkanlığı Dijital Dönüşüm Ofisi’nin 2021’de yayınladığı Ulusal Yapay
Zeka Stratejisi belgesi de “yeşil dijital dönüşüm”den söz ediyordu.
Küresel ısınma insanlığın ortak bir düşmanı gibi sunulsa da
küresel ısınmaya ilişkin yayınlanan raporlarda ilginç bir ortak nokta vardı:
Küresel ısınmanın faili “insan faaliyetleri” (Human activities) olarak
gösteriliyordu. Örneğin BM bünyesinde 130 devletin üyesi olduğu hükümetler
arası bir yapı olan IPBES’in (Birleşmiş Milletler Güdümlü Biyoçeşitlilik ve
Ekosistem Hizmetleri Üzerine Hükümetlerarası Bilim Politika Platformu) 2019’da
yayınladığı bir rapor küresel ısınmadan “insan faaliyetleri”ni sorumlu tutuyordu.
2013 yılında yayınlanan ve 4 bin bilimsel makaleyi inceleyen bir araştırma da
makalelerin %97’sinin iklim değişikliğinden “insan faaliyetlerini”sorumlu
tuttuğunu ortaya koymuştu. Buna bilimsel bir isim de verilmişti: Antroposen:
İnsan Çağı. Yani, insanın sınırsız üretim ve tüketim faaliyetleri yeryüzünü
imha ediyordu. Kısacası sorun İnsan türünün kendisiydi. Yani, antroposentrizm
(insan merkezcilik).
Peki insan faaliyetleri ne anlama geliyordu? BM’nin 2019’da
yayınladığı yıllık rapor buna da cevap veriyordu: Neredeyse tüm insan
aktiviteleri: Beslenme alışkanlıklarımızdan tutun da, kılık kıyafetimize kadar
tüm üretim ve tüketim faaliyetlerimiz. Örneğin Proceedings of the National
Academy of Sciences isimli akademik dergide yayınlanan bir araştırmanın
sonuçlarına BBC dikkat çekici bir başlık koymuştu: “Dünyanın sadece yüzde
0,01'ini oluşturan insanlar, canlıların yüzde 83'ünün yok olmasına yol açtı” Habere
“Yeme alışkanlıklarımız dünyayı belirliyor” alt başlığı atan BBC, araştırma
ekibinin lideri olan Ron Milo’nun şu sözünü aktarıyordu: "Beslenme
tercihlerimiz hayvanların, bitkilerin ve diğer organizmaların üzerinde büyük
bir etkiye sahip.” Bu arada Prof. Ron Milo’nun İsrail Weizmann Enstitüsü’nden
olduğunu da ekleyelim. Milo, henüz kendisi vejateryan olmasa da tavuk yerine
soya peyniri tüketilmesine işaret ediyor. Ayrıntısına giremesem de konunun
felsefi bir boyutunun da olduğunu belirtmeliyim. Çünkü insan faaliyetlerinin
değişmesi insana ve evrene ilişkin tasavvurumuzun değiştirilmesiyle de ilgili.
Burada önemli bir noktanın altını çizmeliyiz: BM ve Avrupa
raporları “insan faaliyetleri” derken yeryüzünü bütün bir hırsıyla yok eden
“kapitalist” bir zümreden söz etmiyor; sorunu bütün bir insan türüne
genelliyor. Yani dünyanın canını okuyanlar onlar ama bu faturanın yükünü hep
beraber çekeceğiz. Buna yeryüzünde temiz gıdaya bile ulaşamayan yaklaşık
1milyar kişi de dahil. Diğer taraftan küresel ısınmaya karşı çözüm olarak
önerilen “yeşil politikalar” da küresel patronların cebini daha fazla
doldurmaya yarayacak. Örneğin “yeşil dijital dönüşüm” olarak sunulan çözüm ise
küresel ısınmaya çare olarak üretilen çözümlerin bir aldatmacadan ibaret
olduğunu ortaya koyuyor. Kaldı ki AB belgelerinde “dijital dönüşüm” ile “yeşil
dönüşüm” ayrılmaz bir ikili olarak sunuluyor ve bundan “ikiz dönüşüm” olarak
söz ediliyor. Bu arada "Avrupa Yeşil Mutabakatı" belgesinin de İsrail
soykırımının önde gelen destekçisi Ursula von der Leyen tarafından
yayınlandığını da belirtelim.
Microsoft gibi dünyanın büyük dijital şirketlerinin aynı
zamanda sıkı bir “yeşil politika” yanlısı olduğunu görmek şaşırtıcı değildir.
Çünkü onlara göre dijital ve robotik hareketlilik arttıkça insan faaliyetleri
ve dolayısıyla küresel ısınma kaynaklı problemler azalacaktır. Fakat gerçek
bunun tam tersidir. Soru şu: Dijital teknoloji sektörünün karbon salınımındaki
payı nedir? Dahası insanlık karbon salınımına yönlendirilirken dijital
teknoloji endüstrisinin ürettiği daha tehlikeli gazlar göz ardı mı ediliyor?
Günümüzdeki ve gelecekteki ekolojik felaketin asıl kaynağı neresi? Birkaç rakam
aktaracağım.
-2 kilo ağırlığındaki bir bilgisayar için 22 kilo kimyasal,
240 kilo yakıt ve 1,5 ton temiz su kullanılıyor. 2 gramlık bir entegre devre
için 32 kilo hammadde tüketiliyor.
- Samsung, Intel, Qualcom ve TSMC şirketleri 2019
rakamlarına göre yılda 1 trilyon çip üretiyor. Bu çipleri üretebilmek için
%100’e yakın saflaştırılmış silikon, bor, arsenik, tungsten ve bakır gibi
altmışa yakın hammadde kullanılıyor. TSMC çip üretimi için tek başına günde 156
bin ton su kullanıyor. Nitekim Tayvan elektronik sanayisinin karbon ayakizi,
ülkenin toplam salınımının %10’unu temsil ediyor.
- Dahası bizler ineklerin çıkardığı gazla meşgul edilirken
dijital teknoloji devlerinin sınırsız üretimi küresel ısınmaya yol açan adını
hiç duymadığımız gazları salgılıyor. Örneğin mikroelektronikte, yarı
iletkenlerde, entegre devrelerde, ekran tasarımlarında elli kadar çeşidi
bulunan florur gazlar kullanılıyor. Guillaume Pitron şöyle aktarıyor: “Bu tip
gazların tek bir molekülü bile karbondioksitten çok güçlüdür. Küresel ısınmaya
katkıları da dev boyutlarda: Ortalamanın 2.000 katı. Örneğin nitrojentriflorür
atmosferde karbondioksitten 17.000 kat fazla ısı tutar. Sülfür hekzaflorür ise
23.500 gibi şaşırtıcı bir katsayıya sahip; bu da onun sera etkisi açısından şu
fani dünyada üretilmiş en zararlı gaz olmasına yetiyor.”
Peki küresel ısınmanın ve ekolojik felaketin kaynağı olan
bir endüstri neden çözümün kaynağı olarak sunuluyor? Bunu ayrı bir yazıda
anlatmak gerekiyor ama şimdilik şunu söylemekle yetinelim: Bunun gözetim
endüstrisi ile ilgili olduğunu düşünmek gerekiyor.
Diğer bir önemli soru da şu: İktidar bunları bilmiyor mu?
Dünyayı cehenneme çeviren soykırımcı bir kültürün "çevre
duyarlılığı"nı neden sorgulamıyor?
Açıkçası bilip bilmedikleri konusunda bir fikrim yok.
Bunları pek önemsediklerini de zannetmiyorum. İktidar konuya “duygusal” olarak
bakıyor. Nitekim İstanbul Milletvekili Mustafa Demir’in ve Murat Kurum’un
açıklamaları bunu teyid ediyor: Onlar için önemli olan Avrupa’yla yapılacak
ticaret. Söylem bazında kükreseler de uygulamaya geldiğinde gayet
"uyumlu" olduklarını görüyoruz:
NATO “savunma harcamalarınızı %5’e çıkaracaksınız!” diyor
“tamam” diyorlar. “Üretim ve tüketim standartlarınızı benim koyduğum normlara
göre yapacaksınız!” diyor, “tamam” diyorlar. Bir taraftan Batı’nın korkunç
boyutlardaki silahlanma yarışına ortak oluyorlar diğer taraftan da “çevre” için
bu kanunları çıkardıklarını iddia ediyorlar.
islamianaliz