Hamd bütün alemleri yaratan, nefislerdeki gizliyi dahi
bilen, « hayy ve kayyum » olan Allah’a mahsustur. Selat ve selam onun resulü,
habibi, kullarının seçkini, alemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.a)’e ve onun
pak ve pakize Ehl-i Beytine olsun. Ve yine selam hidayet ehline tabi olanlara
olsun ki; onlar apaçık delillerle sapıklıktan uzaklaşıp hidayete erme aşk ve
mücadelesiyle yanıp tutuşmaktadırlar.
Bir dosya niteliğindeki bu çalışma « itret », « ümmet » ve «
vahdet » olmak üzere üç ana konuyu barındırıp, bir başlık altında toplamayı
gaye edinmşse de; gerçekte firki bir çalışmanın ürünü olmaktan öte, peygamber
soyu olarak kabul edilen ve bu konuda kesinlikle (art niyetli kimi Adem evladı
hariç) ümmetin ittifak ettiği, pak ve pakize olarak anılan, ilmin şehri,
Allahın sırlarının hamisi olanHatem-i nebi’nin soyundan gelen ve iki değerli
emanetin biri olan, « Al-i Muhammed»’in adeta Kur’an la birbirlerini tefsire
dayanan beyanatlarıdır.
Biz bu dosyada öncelik olarak gülzar-ı ismet-i Zehra, seyyidetin nisa-il alemin ve
Ummi Ebi’ha olarak nitelendirilen, Zehra-i pekize den ’’Vahdet’’e dair hücceti
teşkil edecek izahatların da olduğu meşhur Hutbesinden alıntı paragraflarla
yetineceğiz.
Yine vahdetin temel prensiplerini bünyesinde barındıran,
ancak ’’itret ve ümmet’’ farkını da beyan eden, Abbasi sultanlarından Harun-er
reşit’in oğlu Memun tarafından düzenlenen bir oturumda, Horasan alimleri ile
İmam Rıza arasında geçen bir münazarada değinilen bölümü aktarmakla yetinmeye
çalışacağız. Özellikle Ümmetin temel sorunlarından olan ve kişisel yorumlarla
çözümlenemeyecek derecede giriftleşen bir olgu haline geldiğinden ötürü…
İslam dinin yetiştirdiği ve ümmetin iftihar-ı medar’ı olan
İmam Humeyni’nin, Res’ul-ü Ekrem(s.a.a)’in doğum tarihi hakkında iki değişik
rivayetin arasındaki (12 Rebiu’l Evvel ile 17 Rebiu’l Evvel arası) sürenin
ümmet arasında ihtilaftan ziyade rahmete vesile olması dileği ile ’’Vahdet
haftası’’ (nedense Türkiyede kutlu doğum haftası diye adlandırıldı!) olarak tüm
dünya müslümanlarına değerli bir hediye sunmakla birlikte, dünya müslümanları,
sorumluluklarının bilincine ermesine vesile olabilecek diye değerlendir(il)mesi.
Ve Allah’ın seçkin kullarının davet ve uyarılarına daha bir duyarlılık ile
takip ve tahlil etme bilinci ile donanmak, ve yine bu tür araştırmalarda
sadakat ve ihlası en ön planda tutmak, olası tenkit ve kınamalara akl-ı selim
bir tutum sergilemek, Allah’tan başka bir mevlamızın olmadığını ve ondan yardım
ve sabır dilediğimizi, Pak Resul’ünün hürmetine ondan dileriz.
Hz. Fatima’nın Mescid-i Nebevi deki Hutbesinden ;
« …Ey Allah’ın kulları, sizler onun emir ve nehiylerinin
muhatabı, dinin ve vahyin taşıyıcıları ve Allah’ın kendi nefislerine emin
kıldığı kimseler ve ümmetlere dinin tebliğcilerisiniz. Allah tarafından hak bir
önder (olan Kur’an) sizin aranızdadır. O, Allah’ın size sunmuş olduğu bir
ahittir ve halef olarak bıraktığı bir emanettir. O, Allah’ın natık kitabı,
sadık Kur’an-ı yüce nuru, parlak ışığıdır. Basiretleri (hidayetleri) aşikardır.
Sırları münkeşef açıktır. Zahirleri aydındır. Ona uyanlara gıpta olunur. Kur’an
kendisine uyanı, Allah’ın rızasına götürür, ona kulak vereni kurtuluşa erdirir.
O Kur’an vasıtasıyla Allah’ın aydın hüccetleri, açıklanmış azimetlerine
(farzlarına), sakındırılmış haramlarını, belli nişanelerine, yeterli
burhanlarına, yapılması istenmiş faziletlerine ve kullara hibe edilen
ruhsatlarına ve yazılı şeriatlarına ulaşılır…’’
Sonra Hz. Fatıma, Kur’an-ı Kerim’de yer alan şeriatı
açıklayarak şöyle buyurdu.
’’…Allah, imanı sizler için şirkten temizlenme vesilesi
kıldı. Ve namazı, kibirden uzaklaşmanız ve zekatı, nefsin yücelmesi ve rizkin
çoğalması ve orucu, ihlası sabitleştirmek ve haccı, dinin temellerini
sağlamlaştırmak ve adaleti, kalpleri birleştirmek ve bize itaati, dinin
düzelmesi ve nizamı için farz kıldı. Ve imametimizi tefrikadan kurtulmak,
cihadı İslam’a izzet kazandırmak, sabrı, mükafatı hakketmek, emr-i bil marufu
tüm halkın maslahatını korumak ve valideyne (baba ve anneye) iyiliği, Allah’ın
gazabından kurtulmak için farz kıldı. Ve sıla-i rahim yapmayı (akrabalarla iyi
ilişkide bulunmayı) sayıların çoğalmasına vesile eyledi. Ve kısası kanların
dökülmesini önlemek, nezre (adağa) vefa etmeyi, Allah’ın bağışına ehil olmak ve
tartı ve ölçüleri eksiltmeyip hakkınca tutmayı, malların değerinin korunması
için farz kıldı. Ve şarap içmeyi, (kullarını) pisliklerden temizlemek için
nehyetti ve başkalarına zina nisbetini vermekten kaçınmayı, lanetten korunmak
ve hırsızlıktan uzak durmayı iffet kazanmak için emretti. Ve şirki, onun
rablığına olan inancın halis olması için haram kıldı.
„(Ey inananlar,) Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak
müslümanlar olarak (Allah’a teslim olduğunuz halde) ölün!“ (Al-i İmran/102)
„Allah’ın emir ve nehiylerine itaat eyleyin. Gerçekten Allah’tan kulları
içinden ancak alimler korkar.“ (Fatır/28)
Ey insanlar, bilin ki ben Fatima’yım ve babam Muhammed’dir
(s.a.a). Bu sözü ben tekrar tekrar sizlere söylüyorum. Sözlerim haktır ve
yaptığım işte batıl bir yön yoktur. (Allah Teala buyuruyor ki) „Gerçekten size
kendinizden olan öyle bir peygamber geldi ki, sizlerin uğradığınız çetinlikler
ona ağır gelir, o size pek düşkün ve mü’minlere şefkatli ve merhametlidir.“
(Tevbe/128)
Eğer Muhammed’i (s.a.a) tanısanız; onun, sizin
hanımlarınızın babası değil, benim babam olduğunu ve sizin erkeklerinizin
değil, benim kocamın (Hz. Ali’nin) kardeşi olduğunu görürsünüz. Ona olan nisbet
ve yakınlık ne güzel bir nisbettir. O peygamberliği uhdesine alıp, halkı
Allah’ın azabından korkuttu. Müşriklerin yolundan yüz çevirdi. Şirkin belini
kırıp, onların nefsini kesti ve halkı hikmet ve güzel nasihatle Rabb’inin
yoluna çağırdı, putları kırdı, küfrün önderlerini yüzüstü yere serdi. Sonunda
kafirler topluluğu bozguna uğrayarak ardlarına dönüp kaçtılar; gecelerin
karanlığı, sabahın aydınlığı ile yarıldı ve hakkın özü ortaya çıktı; dinin
önderi konuşmaya başladı; şeytan sözcülerinin sesi kesildi, nifakın tacı yere
düştü, küfür ve azgınlığın düğümleri çözüldü. Sizler de ibadetten, oruçtan
karınları aç, yüzleri ak olanlarla beraber ihlas kelimesini söyler oldunuz.
Sizler Hz. Resul-i Ekrem gelmeden önce ateş dolu bir
uçurumun kenarında idiniz, (o halinizle) taşın dibinde kalan, hemen içilip
tüketilecek olan bir yudum suydunuz ; aç kişinin fırsat gözetmeden kapıp
yiyeceği bir lokmaydınız (düşmanların) ayakları altına düşmüş bir toplumdunuz.
İçtiğiniz deve sidiğiyle dolmuş ve hayvan pisliğiyle kokuşmuş çöllerdeki çukur
suyu idi. Yediğiniz dabaklanmamış deriyle hazırlanan yemekti. Aşağılık bir hale
düşmüştünüz, insanların saldırıp sizi yok etmesinden korkuyordunuz. Bütün
bunlardan ve güçlülerin belasına uğradıktan, Arab’ın kurtlarına lokma olduktan,
kitap ehlinin azgınlarına tutsak düştükten sonra sizleri Allah Tebareke ve
Teala babam Muhammed (s.a.a) vasıtasıyla kurtardı. Bundan sonra ne zaman
müşrikler savaş ateşini yaktılarsa, Allah onu söndürdü ve ne zaman şeytan kendi
boynuzunu çıkardıysa ve müşriklerden bir grubun ağzı açıldıysa (Peygamber
s.a.a) kardeşini (Hz. Ali’yi) tehlikenin önüne çıkarıp müşriklerin ağzını
tıkadı. Hz. Ali de düşmanların başını ezmedikce ve yakılan ateşin alevini
kılıcıyla söndürmedikce geri dönmezdi. O Allah’ın zatı için zahmete katlanan,
Allah’ın emrinde ciddiyet gösteren, Resulullah’ın yakını ve Allah’ın
velilerinin efendisidir. O hak yolunda kollarını sıvayarak, iyilik istiyor,
ciddiyetle çalışarak bu yolda zahmete katlanıyordu. Ama siz (o dönemde) rahat
bir yaşayış yolunu seçip asayiş ve emniyet içerisinde hayatınızı
sürdürüyordunuz ve bizlerin başına gelen belaların sonucunu bekliyordunuz ;
neticenin kimin yararına olacağını öğrenmek istiyordunuz ; savaşlara katılsanız
da düşmanla karşılaştığınızda geriye dönüp kaçıyordunuz…’’(Hz. Fatıma’nın
hutbesinden alıntı son buldu.)
Şimdi:
Memun’un meclisinde geçen Horasan Alimleri ile Horasan
güneşi olan, İmam Ali er-Rıza arasında ki ’’itret ve ümmet’’ arasındaki
farklara Kur’an-i delillerle ilgili bölüm.
(Nürnberg/Alm. Ferec yayınlarının 2001 b.yılı, Uyun-u
Ahbar’ir Rıza –İmam Rıza’danHadis pınarı Kitabinın Türkçe tercemesinden aynen
alıntıdır)
Rayyan bin Salt şöyle diyor:
İmam Rıza (a.s) Merv’de Memun’un meclisine hazır oldu.
Mecliste Irak ve Horasan alimlerinden bir grup vardı. Memun mecliste bulunan
alimlere; „Sonra kitabı, kullarımdan seçtiklerimize miras bıraktık.“ (Fâtır/32)
ayetinin anlamını bana söyleyin, dedi.
Alimler: Allah-u Teala bu ayette bütün ümmeti kastetmiştir.
Memun: Ya Ebel Hasan!(imam Riza’nin künyesi) Sizin görüşünüz
nedir?
İmam (a.s): Onlarla aynı görüşte değilim. Bana göre Allah-u
Teala bu ayette Peygamber (s.a.a)’in temiz itretini kastetmiştir.
Memun: Allah-u Teala nasıl ümmeti değil de sadece Peygamber
(s.a.a)’in itretini kastetmiştir?
İmam (a.s): Eğer ümmeti kastetmiş olsaydı, onların hepsinin
cennet ehli olmaları gerekirdi. Zira Allah (üstteki ayetin devamında) şöyle
buyuruyor: „Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır,
kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer. İşte bu, pek büyük bir
lütuf ve ihsandır.“ Daha sonra hepsini cennet ehli olarak şöyle tanıtmıştır:
„Ebedi olan Adn cennetlerine girerler, orada altın bileziklerle süslenirler.“
(Fâtır/33) Bu nedenledir ki miras, tertemiz itrete mahsustur, başkalarına
değil.
Memun: Tertemiz itret kimlerdir?
İmam (a.s): Onlar Allah-u Teala’nın kendi kitabında şu
şekilde vasfettiği kimselerdir: „Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten her
çeşit ricsi (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“
(Ahzap/33)
Yine onlar, Resulullah (s.a.a)’in haklarında şu şekilde
buyurduğu kimselerdir: „Ben aranızda iki ağır emanet bırakıyorum; Allah’ın
kitabı ve itretim olan Ehl-i Beyt’imi. Bilesiniz ki bu ikisi, havuzun (Kevser)
başında bana gelinceye dek birbirlerinden ayrılmazlar. Öyleyse benden sonra bu
ikisi hakkında nasıl davranacağınıza dikkat edin. İnsanlar! Onlara bir şey
öğretmeye kalkışmayın. Zira onlar, sizden daha alimdirler.”
Alimler: Ey Ebu’l-Hasan! Acaba “itret” dediğin “Âl”in
kendisi midir, yoksa diğer kimseleri de kapsıyor mu?
İmam (a.s): Onlar „Âl“in ta kendileridirler.
Alimler: Resulullah (s.a.a)’den „Ümmetim benim Âl’imdir“
diye nakledilmektedir. Ashap da inkâr edilmeyecek müstefiz (çeşitli kanallardan
naklolunmuş) rivayette „Muhammed’in Âl’i, onun ümmetidir“ demişlerdir.
İmam (a.s): Bana söyleyiniz; acaba sadaka (farz zekât) Âl-i
Muhammed’e haram mıdır?
Alimler: Evet, haramdır.
İmam (a.s): Sadaka bütün ümmete de haram mıdır?
Alimler: Hayır.
İmam (a.s): İşte „“Al“ ve „ümmet“ arasındaki fark budur.
Yazık sizlere! Nereye götürülüyorsunuz? Kur’an-dan yüz mü çevirdiniz? Yoksa
haddi aşan bir kavim misiniz? Acaba veraset ve taharetin (miras ve tathirin)
hidayet bulmuş seçkinler hakkında olup başkaları hakkında olmadığını biliyor
musunuz?
Alimler: Ey Ebu’l-Hasan! Bu konuyu neye dayanarak
diyorsunuz?
İmam (a.s): Şu ayete: “Ve andolsun ki biz, Nuh’u ve
İbrahim’i gönderdik, soylarına da peygamberlik ve kitap verdik, öyle iken
onlardan doğru yolu bulanlar var ve çoğuysa fasıktırlar.” (Hadid/26) Sonuçta,
nübuvvet ve kitap mirası fasıklara değil, hidayet olmuşlara mahsus oldu. Nuh’un
rabbinden şöyle bir istekte bulunduğunu biliyor musunuz: “De ki: Rabbim, şüphe
yok ki oğlum, ehlimdendir ve senin vaadin de doğrusu haktır. Sen de hakimlerin
hakimisin.” (Hud/45) Bu dileğin sebebi şuydu ki Allah (c.c) ona, kendisini ve
ehlini (ailesini) kurtaracağına dair vaatte bulunmuştu. Rabbi de cevabında
şöyle buyurdu:”Ey Nuh! O, kesin olarak senin ehlinden değil. Çünkü o, kötü bir
iş yapmıştır. Artık bilmediğin şeyi isteme benden. Şüphe yok ki ben,
cahillerden olmayasın diye sana öğüt vermedeyim.“ (Hud/46)
Memun: Acaba Allah (c.c), itreti diğer insanlardan üstün mü
kılmıştır?
İmam (a.s): Allah (c.c) itretin diğer insanlardan
üstünlüğünü kitabında açıklamıştır.
Memun: Kur’an’ın neresinde?
İmam (a.s): Şu ayette: „Şüphe yok ki Allah Adem’i, Nuh’u,
İbrahim soyunu ve İmran soyunu seçti, alemlere üstün etti. Birbirlerinden
türemiş bir soydur onlar ve Allah işiten ve bilendir.“ (Âl-i İmran/33-34) Bir
başka ayette de şöyle buyurmuştur: „Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan
ettiği şeylere haset mi ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve
hikmet verdik ve onlara büyük bir saltanat ihsan ettik.“ (Nisa/54) sonra bu
ayetin ardından diğer müminlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: „Ey inananlar!
Allah’a, Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat edin“ (Nisa/59) Yani
kitap ve hikmetle birleştirdiği (kitap ve hikmeti onlara miras olarak verdiği)
kimselere itaat edin. İşte bu iki mirastan dolayı onlara haset edildi. Öyleyse
şu ayetten: “Yoksa Allah’ın lütfedip insanlara ihsan ettiği şeylere haset mi
ediyorlar? Gerçekten de biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara
büyük bir mülk (saltanat) ihsan ettik” maksat, tertemiz olan seçkinlere itaat
etmektir. Ayette mülkten kasıt da onlara itaat etmektir.
Alimler: Anlatınız bize; Acaba Allah (c.c) seçkinleri
kitabında açıklamış mıdır?
İmam (a.s): Allah-u Teala, bâtın hariç, zahirde de Kur’an’ın
on iki yerinde seçkinleri açıkça beyan etmiştir. Bu, Kur’an’ın tefsirlerinin
dışında kalan, bâtınında ve tevilinde olan miktardır.
Birinci ayet şudur:
„En yakın akrabalarını (ve ihlas sahibi yakınlarını)
korkut.“ (Şuarâ/214) Bu ayet Ubey bin Kâb’ın kıraatinde böyledir (yani „ve
ihlas sahibi yakınlarını“ cümlesi de ilave edilmiştir). Bu, Abdullah bin
Mesud’un mushafında da sabittir. Allah-u Teala’nın bu ayette Hz. Peygamber’in
Âl’ini kaydetmesi ve onu peygamberine zikretmesi (onlar için)yüksek bir makam,
büyük bir fazilet ve yüce bir şereftir.
İkinci ayet de şudur:
„Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt’ten ricsi (her çeşit
günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.“ (Ahzap/33) Bu
ayet de katı düşmanın dışında kimsenin habersiz olmadığı ve inkâr etmediği bir
fazilettir. Çünkü taharetten (tertemiz olmaktan) daha üstün bir fazilet
düşünülemez.
Üçüncü ayet:
Allah-u Teala yaratıklarından tertemiz olanları ayırdığında
mübarek ayetinde peygamberine onlarla beraber mübahele (lânetleşme) yapmaya
gitmesini emrederek şöyle buyurdu: „Ey Muhammed! Artık sana gelen bunca ilimden
sonra da gene bu hususta seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin
oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve
kendinizi çağıralım,; sonra da dua edelim ve Allah’ın lânetini yalancıların
üstüne kılalım.“ (Âl-i İmran/61) Bu ilahi emirden sonra Resulullah (s.a.a) Ali,
Hasan, Hüseyin, ve Fâtıma’yı (Allah’ın salâtı ve selamı onlara olsun) dışarı
çıkarıp onları kendi yanına aldı. Ayette geçen „kendimiz“ ve „kendiniz“
ibaretinin anlamını biliyor musunuz acaba?
Alimler: Allah-u Teala onunla Peygamber’in kendisini
kastetmiştir.
İmam (a.s): Yanıldınız; çünkü Allah-u Teala onunla Ali bin
Ebu Talib (a.s)’ı kastetmiştir. Bunun delillerinden birisi Resulullah
(s.a.a)’in şu sözüdür: „Ya Velîaoğulları bu işlerinden vazgeçecekler, ya da
kendim gibi birisini (onlara karşı koymak için) göndereceğim.“
Yani Ali bin Ebu Talib (a.s)’ı.. Ayetteki „oğullar“dan
kasıtsa Hasan ve Hüseyin (a.s)dır. „Kadınlar“ dan kasıt da Fâtıma (s.a)’dır.
İşte bu, hiç kimsenin o fazilette onlardan öne geçemeyeceği bir özelliktir. Hiç
kimsenin o özellikte onlara ulaşamayacağı bir üstünlüktür ve hiçbir yaratığın o
üstünlükte onları geçemeyeceği bir şereftir. Çünkü Hz. Peygamber, Ali’nin
nefsini (kendisini) kendi nefsi saymıştır. Bu da üçüncü ayettir.
Dördüncü ayet:
Peygamber (s.a.a) itretinin dışında herkesi camiden dışarı
çıkardı. Bu duruma halk ve Abbas itiraz edip şöyle dediler: „Ey Allah’ın
resulü! Neden Ali’yi bırakıp da bizi çıkardın?“ Resulullah (s.a.a) cevaben
şöyle buyurdular: „Onu orada bırakıp sizi çıkaran ben değilim, bunu Allah (c.c)
böyle yapmıştır.“ İşte bu söz, Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’ye buyurduğu „Ey
Ali! Sen bana nispetle, Hârun’un Mûsa ‘ya olan nispeti gibisin” hadisini de
aydınlatıyor.
Alimler: Bu mevzu Kur’an’ın neresinde geçiyor?
İmam (a.s): Bu konuda size Kur’an’dan delil getirip
okuyacağım.
Alimler: Getirin!-
İmam (a.s): Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Musa’ya ve
kardeşine; Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın
(onları kıbleye yöneltin)…diye vahyettik.” (Yûnus/87) Bu ayet, Hârun’un
Mûsa’nın yanındaki ve Hz. Ali’nin de Peygamber (s.a.a)’in nezdindeki makamını
beyan etmektedir. Bununla beraber Peygamber (s.a.a)’in şu sözünde de (Ehl-i
Beyt’inin üstünlüğüne dair) apaçık bir delil vardır: „Bu mescide Muhammed ve
Âl-i Muhammed hariç, hiç kimsenin cünüp ve hayız olarak girmesi caiz değildir.”
Alimler: Ey Ebu’l-Hasan! Bu beyan siz Ehl-i Beyt’ten başkası
yanında bulunmaz.
İmam (a.s): Resulullah (s.a.a):”Ben ilmin şehriyim, Ali de
onun kapısıdır; ilim şehrini dileyen onun kapısından gelmelidir” buyururken
bizim bu mevkiimizi kim inkâr edebilir? Açıklayıp izah ettiğim sözlerdeki
(mevcut olan) fazilet, şeref, üstünlük, seçkinlik ve temizliği inatçı
düşmanlardan başka hiç kimse inkâr etmez. Bu makamdan dolayı Allah’a şükürler
olsun. Bu da dördüncüsüdür.
Beşinci ayet:
„Akrabalarının hakkını ver.“ (İsra/26) Bu, aziz ve cebbar
olan Allah’ın Ehl-i Beyt’e mahsus kıldığı bir özelliktir. Allah-u Teala onları
bütün ümmetten seçkin kılmıştır. Bu ayet Resulullah’a nazil olduğunda Fâtıma
(s.a)’yı yanına çağırdılar. Fâtıma (s.a) geldiğinde Resulullah (s.a.a): “Ey
Fâtıma!“ diye buyurdu. Fâtıma (s.a); „Emredin ey Allah’ın resulü! “ dedi.
Resulullah buyurdular ki: “Şu Fedek, savaşsız elde edilen ganimetler
arasındadır. Bu yüzden (Allah’ın hükmüne göre) bana aittir; başkalarının onda hakları
yoktur. Şimdi Allah (c.c) emrettiği için onu sana bağışladım. Öyleyse onu
kendin ve evlatların için al.” Bu da beşincisidir.
Altıncı ayet:
Allah-u Teala’nın buyurmuş olduğu şu ayettir: „De ki: Sizden
tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, istediğim ancak yakınlarıma
sevgidir.“ (Şûra/23) Bu, kıyamet gününe dek Peygamber (s.a.a)’e, bir de onun
Âl’ine mahsus olan bir özelliktir; diğer kimselere değil. Çünkü Allah-u Teala
Kur’an-da Nuh (a.s)’dan şöyle dediğini naklediyor: “Ey kavmim, ben sizden buna
karşılık bir mal istemiyorum; benim ecrim ancak Allah’a aittir ve ben,
inananları kovacak da değilim. Şüphe yok ki onlar, rablerine kavuşacaklar. Fakat
ben, sizi cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum.“ (Hud/29) Allah-u Teala
Hud’dan da şöyle naklediyor. „De ki: Ey kavmim; ben buna karşılık sizden bir
ücret istemiyorum; benim ücretim ancak beni yaratana ait, hâla akıl etmeyecek
misiniz? (Hud/51) Ama Allah-u Teala Peygamberi Muhammed (s.a.a)’e şöyle
buyurmuştur: “De ki: Sizden tebliğime karşılık bir ücret istemiyorum, isteğim
ancak yakınlarıma sevgidir.“ (Şura/23) Allah (c.c) onların kesinlikle dinden
uzaklaşmayacaklarını ve hiçbir zaman sapıklığa yönelmeyeceklerini bildiğinden
dolayı onların sevgisini ve dostluğunu farz kılmıştır. Onları sevmenin farz
olmasının diğer delili de şu ki; olabilir ki bir insan, birisini sever ama,
ailesinden bazıları onunla düşman olduğu için onu tam kalpten, ihlasla sevemez.
Allah-u Teala da Resulullah’ın kalbinde müminlere karşı hiçbir kırgınlık
olmasını istemediği için Resulullah (s.a.a)’in akrabalarının sevgisini
müminlere farz kıldı. Öyleyse kim bu farza uyarak Resulullah (s.a.a)’i ve onun
Ehl-i Beyt’ini severse Resulullah (s.a.a) artık ona kin beslemez; kim de bu
vazifeyi terk edip ona amel etmez ve Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine kin güderse
Resulullah (s.a.a)’ in de ona kin gütmesi gerekli olur. Çünkü böyle birisi,
Allah’ın farz kıldığı şeylerden birini terk etmiştir. Şimdi bundan daha üstün
veya bunun ayarında olabilecek herhangi bir fazilet ve şeref var mıdır?...
Yedinci ayet de şudur:
“Şüphe yok ki Allah ve melekleri, salât ederler Peygamber’e.
Ey inananlar! Siz de ona salât edin ve selam verin.“ (Ahzap/56) Bu ayet nazil
olduğunda halk; „Ey Allah’ın resulü! Sana selam vermeyi biliyoruz, fakat sana
salât nasıl olur?“ diye sordular. Resulullah (s.a.a) buyurdular ki, şöyle
diyeceksiniz: „Allahumme salli ala Muhammed ve Âl-i Muhammed, kema salleyte ala
İbrahime ve ala Âl-i İbrahim, inneke hamidun mecîd“ (Allah’ım! İbrahim’e ve
Âl’ine salât ettiğin gibi, Muhammed ve Âl-i Muhammed’e de salât eyle. Şüphesiz
sen hamit ve mecitsin.) Şimdi bu konuda ey cemaat, aranızda bu söz hususunda
bir ihtilaf var mıdır?“ Oradakiler hep birlikte „Hayır“ dediler.
Memun: Andolsun ki, bu noktanın izah ve beyanının ancak
nübüvvet madeninde olabileceğini anlamış oldum.
İmam (a.s): Sekizinci ayet de şudur:
„Ve iyice bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeyin
beşte biri, muhakkak Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın (yakınların)dır.“
(Enfal/41) Allah-u Teala bu tarz beyanıyla yakınların (Peygamber (s.a.a)’in
yakınlarının payını, kendi payıyla Resulullah’ın payına yanaştırmıştır. Bu da
“Âl“ ile “ümmet’’ arasında bir çeşit farklılıktır. Çünkü Allah-u Teala “Âl”i
(Ehl-i Beyt’i) bir mevkide, diğer insanları da ondan aşağıdaki bir mevkide
karar kılmıştır. Kendisi için beğendiğini onlar için de beğenmiştir ve bu
konuda onları seçmiştir. İlk önce kendisinden başlamış, sonra peygamberini ve
ardından da Peygamber (s.a.a)’in yakınlarını zikretmiştir. Fey, ganimet vs.
şeylerden kendisi için beğendiği şeyi onlar için de beğenmiştir. Nitekim (humus
ayetinde) şöyle buyurmuştur: “Ve bilesiniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz
şeylerin beşte biri, mutlaka Allah’ın, Peygamber’in ve zilkurbânın
(yakınların)’-dır.” (Enfal/41) İşte bu ayet, Allah’ın nâtık kitabında kıyamete
kadar onlar için bâki kalacak vurgu-lanmış bir beyan ve eserdir.
O öyle bir kitaptır ki, “Bâtıl ona önünden de, arkasından da
yaklaşamaz. (Çünkü) hüküm ve hikmet sahibi olan ve çok övülen (Allah)
tarafından indirilmiştir.” (Fussilet/42)
Ama ayetin devamında zikredilen “yetimler ve yoksullar” a
gelince; (onların durumları yakınlardan farklıdır; çünkü) yetimin yetimliği
ortadan kalkınca (baliğ olunca) ganimetler hükümden (humus sahipleri
sırasından) çıkar ve onun için bir pay olmaz. Yoksul da öyledir; o da zengin
olduğunda ganimetlerden onun için bir pay olmaz, ganimeti almak da onun için
helal değildir. Ama “zilkurbâ”nın (yakınların) payı; ister zengin olsun, ister
fakir, kıyamete dek onlar için sabittir. Çünkü Allah’tan ve Resulünden daha zengin
olan bir kimse yoktur. Buna rağmen kendisi ve resulü için bir pay ayırmıştır.
Kendisine ve resulüne beğendiği şeyi zilkurbâ (yakınlar) için de beğenmiştir.
Böylece fey (savaşmadan elde edilen mal) hakkında da kendisi
ve peygamberi için isteyip razı olduğu şeyi zilkurbâ için de istemiştir.
Nitekim, ganimette de onlar için pay ayırmıştır. İlk olarak kendi hakkını,
sonra resulünün hakkını, ardından da zilkurbânın hakkını zikretmiştir. Onların
payını Allah ve resulünün payı ile birlikte saymıştır.
İtaat konusunda da durum aynıdır. Allah-u Teala buyurmuştur
ki: “Ey inananlar! Allah’a Peygamber’e ve içinizden emir sahiplerine itaat
ediniz.“ (Nisa/59) Allah (c.c) bu ayette de kendisiyle başlamış, sonra
peygamberini ve ardından da onun Ehl-i Beyt’ini zikretmiştir. Velayet ayetinde
de durum aynıdır: „Sizin veliniz (yetki sahibiniz) ancak Allah’tır, onun
resulüdür, namaz kılan ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.“ (Maide/55)
Allah-u Teala ganimet ve fidye, kendi payıyla Peygamber’in
payını, onların payı ile birlikte zikrettiği gibi, onların itaat ve
velayetlerini de Peygamber ve kendisinin itaat ve velayetiyle yanaştırarak
birlikte zikretmiştir. Allah-u Teala’nın Ehli-i Beyt’e olan bu nimeti ne kadar
da büyüktür.
Ama sadaka (zekât) meselesi geldiğinde Allah-u Teala hem
kendisini, hem resulünü, hem de resulünün Ehl-i Beyt’ini ondan münezzeh kıldı
ve şöyle buyurdu: „Sadakalar, Allah’tan bir farz olarak yalnızca fakirler,
düşkünler, (zekât) işinde görevli olanlar, kalpleri (İslam’a) ısındırılacaklar,
köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda kalmışlar içindir.“
(Tevbe/60)
Acaba bu söylenenler arasında Allah-u Teala’nın kendisi,
resulü ve zilkurbâ (yakınlar) için bir pay zikrettiğini bulabilir misiniz?
Tenzih etme sırası geldiğinde kendisini, resulünü ve resulünün Ehl-i Beyt’ini
sadaka (farz zekât)’dan münezzeh kıldı; hatta sadakayı onlara haram bile etti.
Çünkü sadaka Muhammed (s.a.a)’e ve onun Ehl-i Beyt’ine haramdır. Sadaka
(zekât), gerçekte insanların (malının) kiri olduğu için onlara helal değildir;
zira onlar her çeşit kötülük ve kirden münezzeh kılınmışlardır. Allah-u Teala
onları tertemiz kılıp seçtiğinde, kendisine beğendiği bir şeyi onlar için de
beğendi ve kendisine beğenmediği bir şeyi onlar için de beğenmedi.
Dokuzuncu ayet:
Biz Kur’an’ın buyurduğu zikir ehliyiz. Zira Kur’an şöyle
buyurmuştur: „Eğer bilmiyorsanız ZİKİR ehlinden sorun.“ (Nahl/43) İşte zikir
ehli bizleriz; o halde bilmiyorsanız bizden sorun.
Alimler: Allah bu ayetten Yahudî ve Hıristiyanları
kastetmiştir.
İmam (a.s): Süphanallah! Böyle bir şey mümkün mü? Bu durumda
onlar bizi kendi dinlerine çağirir ve „Bizim dinimiz İslam dininden daha
üstündür“ derler.
Memun: Ey Ebu’l Hasan! Onların dediklerinin aksini
ispatlayacak bir açıklamanız var mıdır?
İmam (a.s): Evet; zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de
zikrin (onun) ehli (ailesi)’yiz. Bu konu Talak suresinde apaçık gelmiştir.
Allah orada şöyle buyuruyor: “Artık çekinin Allah’tan ey aklı başında olanlar;
ey iman edenler, andolsun ki Allah, size ZİKİR olan bir peygamberi göndermiştir
ki, Allah’ın apaçik ayetlerini okumaktadır size.”
Bu ayetteki zikir, Resulullah (s.a.a)’dir ve biz de onun
ehli (ailesi)’yiz. Bu da dokuzuncusudur.
Onuncu ayet:
Nisa suresindeki şu tahrim ayetidir: “Anneleriniz,
kızlarınız ve kızkardeşleriniz … Size haram kılındı.” (Nisa/23)
Şimdi söyleyiniz eğer şu an Resulullah (s.a.a) hayatta olmuş
olsalardı, benim kızım ve oğlumun kızı yahut benim neslimden olan diğer
kızlarla evlenmesi doğru olur muydu?
Alimler: Hayır, olmazdı.
İmam (a.s): Söyleyin bakalım, eğer Resulullah hayatta
olsaydı sizin kızlarınızla evlenebilir miydi?
Alimler: Evet, evlenebilirdi.
İmam (a.s): İşte bunun kendisi, benim o hazretin Âl’inden
olduğuma bir delildir, sizin değil. Eğer siz onun Âl’inden olsaydınız, benim
kızlarımın o hazrete haram olduğu gibi sizin kızlarınız da ona haram olurdu.
Demek ki ben, onun Âl’indenim, siz ise onun ümmetindensiniz. .İşte bu, Âl ve
ümmet arasındaki başka bir farktır. Çünkü Âl (Ehl-i Beyt) ondandır, fakat böyle
olmadığına göre ondan değildir. Bu da onuncusudur.
On birinci ayet de Mümin suresinde bulunan şu ayettir:
“Firavun ailesinden imanı gizlemekte olan mümin bir adam
dedi ki: Siz, benim rabbim Allah’tır diyen bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o,
size rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır.” (Mümin/28)
Bu adam Firavun’un dayısının oğluydu. Allah (c.c) onu
soyundan dolayı Firavun’a nispet etmiştir, dininden dolayı değil. Böylece biz
de doğum yönünden Hz. Resulullah’ın Ehl-i Beyt’inden olduğumuzdan soy yönünden
özelleştirilmişiz, ama din yönünden bütün insanlar gibi sayılmışız. Bu da Âl ve
ümmet arasındaki diğer bir farktır. Bu da on birncisidir.
On ikinci ayet de şudur:
”Ve ehline namazı emret ve kendin de ona (namaza) karşı
sabırlı ol.” (Tâha/132)
Allah-u Teala bizi bu özellikle ayrıcalıklı saymıştır (üstün
kılmıştır). Çünkü (bir defasında bize ümmet ile beraber namazı emretmiş, daha
sonra bize (Peygamberle birlikte namazı emrederek) üstün kılmıştır, ümmeti
değil. Resulullah (s.a.a) bu ayet nazil olduktan sonra dokuz ay boyunca her gün
beş defa namaz vakitlerinde Ali ve Fâtima (s.a)’nın kapısına gelerek şöyle
buyurdu: “Haydin namaza! Allah size rahmet etsin!“ Allah-u Teala,
peygamberlerin evlatlarından hiç kiseye, bize ikram ettiği derecede ikram etmemiştir;
peygamberler ailesinden sadece bizi has kılmıştır.
Memun ve alimler:
Allah bu ümmet tarafından siz Ehl-i Beyt’e hayır (mükâfat)
versin. Biz müphem meselelerin gerekli açıklama ve izahını ancak sizin
nezdinizde bulabiliyoruz.(Alıntı burada bitti)
...Ve ümmetin ’’Vahdet Haftası’’nın, Vahdetimize vesile
olmasını, Vahid olan Rabbimizden temennimizdir. Vesselam