Kerbelâ Kıyamı Neyin Sonucudur

GİRİŞ: 23.07.2023 13:35      GÜNCELLEME: 23.07.2023 13:35
Rasthaber -  Hiç kuşkusuz Kûr'ân-ı Kerim'in insanlığa sunduğu ontolojik ve evrensel mesajları anlamadan Kerbelâ kıyamını anlamak mümkün değildir. İnsanoğlunun yeryüzünde varlık sebebinin bir tek nedeni vardır o da Allah Teâlâ'nın buyruklarına göre bir hayat yaşamak. Bu buyruklar bireysel, ailevi, sosyal ve devlet mekanizması ile ilgili "paket program" olmaktadır. Yeryüzünde yaşayan her insan bu "paket program"ın muhatabıdır. Bakınız, geçmişte gönderilen peygamberlerin misyonu lokal alanlarla sınırlıydı, ancak bizim Sevgili Peygamberimiz son elçi olması hasebiyle bütün yeryüzü insanlığına "rahmet" olarak gönderilmiş elçidir. (Enbiyâ: 107) Allah Resulü diğer bütün elçiler gibi misyonunu bi hakkın yerine getirmiş ve Allah Teâlâ'nın mesajını "uygulamalı' olarak insanlığa miras bırakmıştır. Bu ilâhî misyona ilişkin Allah Resulü'nün en önemli vasfı "barış elçisi" olmasıdır. Arapça "silm" kökünden gelen İslâm kelimesinin terminolojik ve kavramsal karşılığı "barış" anlamına gelmektedir. İslâm bir coğrafyada müesses nizam hâline gelirse, yani devlet mekanizması olarak kamusal hayata yön ve şekil verirse hiç kuşkusuz o toplumda yaşayan insanlar barış ve huzur içerisinde Allah Teâlâ'nın rızasına mütenasip ve insicam içerisinde bir hayat yaşayacaklardır. Nitekim Allah Resulü 13 yıllık uğraş ve çaba sonucu Mekke'de devlet mekanizmasını oluşturamayınca ilâhî emir gereği Medine'ye hicret etmiş ve orada değişik etnik kökenli ve değişik din mensubu insanların temsilcileriyle/önde gelenleriyle günlerce sürdürdüğü müzakereler sonucu 52 madde üzerinde oluşturulan konsensüs ile İslâm devlet mekanizması müesses nizam hâline gelmişti. Dolayısıyla uzun yıllar kabileler arası yaşanan çatışmalar ve kan davalarının sonlandırılması ve o güne kadar Yesrib olarak anılan meskûn şehir "medeniyetin beşiği" anlamına gelen "Medine" ismi ile (bizzat Allah Resulü tarafından) değiştirilmişti. Allah Resulü'nün döneminde her ne kadar üç tane (Bedir, Uhut, Hendek) savunma savaşı yaşanmış olsa da Medine barış ve huzurun yaşandığı bir site devletiydi. Bu nedenle o dönem tarihi literatüre "Asr-ı Saadet" (Saadet Asrı) olarak geçmişti. Elbette ki, o zaman diliminin böylesine onur verici bir isimle anılması Kûr'ân-ı Kerim'in cemiyet hayatında ve kamusal alanda Allah Resulü'nün uygulamaları ile hayat bulması, hayatın şekillendirilmesi sonucu huzur ve güvenliğe kavuşulmuştu. Elbette Allah Resulü de diğer insanlar gibi fani idi. Bir gün o da emr-i ilâhî vuku bulduğunda ahirete yolcu olacaktı. Önemli olan Allah Resulü'nün tesis etmiş olduğu müesses nizam mirasına gereği gibi sahip çıkılmasıydı. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmediği gibi cemiyet hayatının istikrar ve insicam içerisinde devamlılığını sağlayacak vasîlere ihtiyaç vardı. Bu sosyal ve kamusal hayat için kaçınılmaz bir gereksinimdir. Nitekim Allah Resulü'ne buna ilişkin endişe içerisinde soru sorulduğunda ayet nazil oluyor: "Sizi başıboş bırakacağımı mı sandınız?" (Kıyâme: 36) Nitekim Allah Resulü değişik zaman ve mekânlarda birçok kez bu konuya temas ederek kendisinden sonra ümmete rehberlik edecek liyakat sahibi mutahhar imâmları isimleriyle birlikte açıklamış bulunmaktadır. En son veda haccından dönerken "Gadir-i Hum" denilen vahada vasîsini açıkamış bulunmaktadır. Öyle ki, Allah Resulü bu ilânı Mekke'de iken yapmak istemiş ancak Mekke halkı İslâm'ı yeni kabul etmiş olması ve özellikle o meşhur üç savaşta da İmâm Ali tarafından hemen hemen her kabileden, her aşiretten, hatta her aileden birkaç kişinin cehenneme gönderilmiş olması hiç kuşkusuz o insanların zihinlerinde "itirazcı ve negatif anlamda istifhamlar" oluşma olasılığı vardı. Bu yüzden Allah Resulü maslahat gereği Mekke'de ilânda bulunmadı. Medine'ye dönerken Gadir-i Hum mevkiine yaklaşıldığında İmâm Ali'nin velâyeti ile ilgili ayet nazil oluyor: "Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan elçilik vazifeni tamamlamamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah inkâr eden topluluğunu hidayete erdirmez." (Mâide: 67) Allah Resulü ilâhî ikaz mahiyetindeki bu ayet karşısında adeta irkiliyor ve derhâl harekete geçerek yol almakta olan kervana/ashabına seslenerek önde olanların geri dönmelerini ve arkadan gelenlerin beklenmesini söylüyor. Deve semerlerinden yüksekçe bir yer yapılıyor ve Sevgili Peygamberimiz İmâm Ali'yi yanına alarak uzunca bir hutbe irad ediyor. Allah Resulü risalet misyonunu özetleyerek 23 yıl boyunca yapıp ettiklerini ve verdiği mücadeleyi anlatıyor. Ayrıca yakın bir zamanda aralarından ayrılma durumundan söz ediyor. Bilahare kendisinden sonra cahiliyeye dönülmemesi ve yanlış yollara sapılmaması hususunda uyarıda bulunarak sözlerini şöyle sürdürüyor. "Ey ashabım 'Her nefis ölümü tadacaktır.' (Ankebut: 57) olasıdır ki ben de yakında Allah Teâlâ'nın emrine uyup aranızdan ayrılacağım. Sakın ola ki benden sonra cahiliye dönemindeki gibi birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlara sarılırsanız yanlışa düşmezsiniz. Bunların ilki Allah Teâlâ'nın Kitabı Kûr'ân-ı Kerim'dir, diğeri ise Kur'an-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'imin ilk imâmı ve benim vasîm Ali'dir. Ondan sonra da silsile olarak ümmetine rehberlik/imâmlık edecek olan Ali'nin 11 evlâdıdır. Ehl-i Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat edin. Ehl-i Beyt'imi size emanet ediyorum." Allah Resulü hutbesini bitirdikten sonra tebrik ve biatleşme başlıyor. (Hutbenin orijinali çok daha uzun, biz özetleyerek aktarmış olduk.) Henüz kervan yola çıkmadan bir ayet daha nazil oluyor: "Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm'ı beğenip takdir ettim." (Mâide: 3) Ayetten de net bir şekilde anlaşıldığı üzere velâyetin ilânıyla risalet misyonunun çatısı tamamlanmış oluyor. Ancak ne yazık ki, Allah Resulü ahirete irtihâl edince İmâm Ali ve birkaç sahabe defin işi ile meşgulken Ben-i Said'in Sakifesi diye anılan çardakta küçük bir grubun yaptığı toplantıda "dayatma" ve "oldu-bitti" yöntemiyle alınan kararla ashab farklı mecraya yönelmiş oldu. Söz konusu "Sakife"de ilk önce Ensar'dan bir grup en yaşlıları olan Saad bin Ubade'yi sedye ile getirip onu halife seçmek istiyorlar. (Cahiliye Arap geleneğine göre en yaşlı insan en bilge kişi olarak kabul edildiği için aralarında en ihtiyar olanı getirmişler.) Oradan geçmekte olan Hattaboğlu Ömer olaya muttali olunca derhâl Ebu Kuhafe'nin oğlu Ebu Bekir'e haber veriyor ve birlikte gidip çardaktaki toplantıya müdahil oluyorlar. Ömer, Saad bin Ubade'nin halife seçilmesine hiddetli bir şekilde karşı çıkıp Ebu Bekir'e, "Bana elini ver" deyip ona biat ediyor. Ardından kılıcını çekerek, "Bu bir 'oldu-bitti'dir, buna kimse itiraz etmesin" diyor. Bilahare Mescid-i Nebevî'ye geçip halktan biat toplamaya başlıyorlar. Az önce ifade ettiğimiz gibi o esnada İmâm Ali defin işi ile meşgûl...

Birkaç gün sonra Hattaboğlu Ömer Ebu Bekir'e, "Ali ve dolayısıyla Haşimoğulları sana biat etmezse ileride sıkıntı yaşarsın, bana birkaç kişilik müfreze ver gidip Ali'yi getireyim, sana biat etsin. O biat ederse Haşimoğlları da eder." Bu talep üzerine Ebu Bekir denileni yapıyor. Ömer yanında müfreze ile Fatıma'nın kapısına dayanıyor. Kapı hiddetle vurulması üzerine Fatıma Validemiz kapıyı açıyor ve ne istediklerini soruyor. Ömer durumu anlatınca, Fatıma Validemiz tepki ile Gadir-i Hum vasiyetini hatırlatıyor ve kapıyı yüzlerine kapatıyor. Ömer yanındakilere emredip evin etrafına çalı çırpı yığdırıyor. Ardından, eve doğru seslenerek, Ali ve Haşimoğulları dışarı çıkmazsa evi yakacağına dair tehditler savuruyor. İmâm Ali muhatap olmak istemediğinden olsa gerek kapıyı tekrar Fatıma Validemiz açıp, onlara gitmelerini söylüyor ve kapıyı kapatıyor. Ömer hiddetle kapıyı vurunca Fatıma Validemiz tekrar kapıyı açıp gitmelerini söylüyor ve kapıyı kapatma teşebbüsünde bulununca Ömer hışımla kapıya tekme atıyor. Kapının arkasında sıkışan Fatıma Validemiz olduğu yere yığılıp kalıyor. O ara arbedeyi duyan İmâm Ali kapıdan dışarı çıkıp "Ne oluyor size" demesiyle birlikte müfreze üzerine çullanıyor ve İmâm'ı yaka paça derdest ederek mescide götürüyorlar. İçeri girdiklerinde İmâm, "Beni buraya niye getirdiniz?" diye sorunca, Ömer hışımla kılıcını çekip, Ebu Bekir'e biat etmen için getirdik, biat etmezsen hakkından kılıç gelir" diyerek tehditler savuruyor. Ebu Bekir ise hemen ayağa kalkıp Ömer'e sakin olmasını söylüyor ve İmâm Ali'ye dönerek, "Ya Ali, bu iş bir "oldu-bitti"ye geldi. Biat edersen birliği sağlamış olursun, biat etmezsen de sen bilirsin" diyor. İmâm Ali ise onlara Gadir-i Hum'u hatırlatıp, "Bu konuda Allah Resulü size kimi vasiyet etti, onu bana söyleyin?" diyor. Orada bulunan Abdurrahman bin Afv söz alarak "Ya Ali, sen haklısın" dediği hâlde yine de Ebu Bekir'e biat etmesini istiyor. Ebu Bekir ise son söz olarak, "Ya Ali karar vermek hususunda tercih senin, git düşün" diyor. Sonuçta İmâm Ali biat etmeden dışarı çıkıyor. İmâm Ali, evine gittiğinde ise acı bir manzara ile karşılaşıyor. Fatıma Validemiz hasta vaziyette düşük yapmış döşeğinde yatıyor...

Sayın okuyucumuz bu aktarmış olduğumuz hadise ve Fatıma Validemiz'in evinin yakılma teşebbüsü Ehl-i Sünnet kaynaklarında farklı bir varyantla aktarılmaktadır. Ayrıca evin yakılma teşebbüsü Necip Fazıl'ın "Hz. Ali" isimli eserinde de geçmektedir. Maksadımız burada İslâm dünyasının bir kesimi üzerine halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek değil. Tarih asla övgü ve sövgü aracı olmamalı. Her insanın doğruyu bilme hakkı vardır. Evrensel insan temel hak ve özgürlüklerinden biri de budur. Ne yazık ki, bizim resmî tarih literatürümümüzde olaylar iktidar cenahının kendi işlerine geldiği şekliyle manipüle edilerek kayıt altına alınmış. Sonradan gelen kuşaklar da bu tezviratların tesirinde kalarak muhalif pozisyonunda olanlara dışlayıcı bir tutum içerinde kin duyar olmuş. Bu yüzden bugün bile Kerbelâ hadisesi İslâm dünyasının büyük bir kesimi tarafından hâlâ anlaşılmış değildir. Bu itibarla Kerbelâ vakasını idrak edebilmemiz için, Allah Resulü ahirete irtihâl etmesiyle birlikte cereyan eden olayları kronolojik bir şekilde tahlil etmek durumundayız. Bunu yaparken de Kur'an-ı Kerim'i ve Sevgili Peygamberimiz'in siretini referans almalıyız. Ölçümüz bu olmalı. Yukarıdan beri aktardıklarımız da bu minvâl üzeredir...

Bu olaydan sonra İmâm Ali evine kapanıp kendi deyimiyle, 25 yıl gözüne diken, boğazına kılçık batmışcasına sabrediyor. Bu ara Kûr'ân ayetlerini nüzül sırasına göre tasnif ederek derliyor. Ayrıca toplum maslahatını gözeterek ilk iki halifeye yönetim ve fıkhî kararlarda yardımcı oluyor. Bazen bir haksız irtikâbta bulunduklarını görünce bizzat müdahale ediyor, bazen de kendileri İmâm'a elçi gönderip çağırıyorlar ve meselenin hâlli için Ali'den fetva soruyorlar. Bu durumlardan dolayı, Ehl-i Sünnet kaynakları ilk iki halifeye kadılık, bugünkü deyimle danışmanlık yaptığı aktarılmaktadır. Hatta yine Sünnî kaynaklarda 70 küsur yerde geçtiği üzere, ilk iki halife itirafta bulunarak, "Eğer Ali'ye danışmasaydım yanlış karar vermekle kendimi helâk edecektim" deyip bir gerçeğin de itirafında bulunmuş oluyorlardı. O gerçeği Allah Teâlâ şöyle tasvir ediyor: "Kendilerine doğru yol gösterilmediği süre doğruyu bulamayan mı uyulmaya layıktır, doğruyu bilen mi uyulmaya layıktır?" (Yunus: 35) Aynı şekilde Nisa Sûresi'nin 58'nci ayetinde Rabbimiz, "İşi ehil olana verin." diyor. Bakınız başta Gadir-i Hum olmak üzere velayetle ilgili hadisler olmasa bile bu iki ayet bize Ehl-i Beyt'in adresini veriyor. Ayrıca Şûra Sûresi'nin 23'ncü ayetinde Allah Teâlâ hiçbir tevile mahâl vermeden Müslümanlara şu ilâhî hakikati emrediyor: "Ey Resulüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık sizden bir ücret beklemiyorum, ancak buna mukabil yakınlarıma (Ehl-i Beyt'ime) meveddet göstermenizi istiyorum." Ayette geçen "meveddet" kelimesi sevgi, saygı ve ihtiram anlamlarına gelmekle birlikte asıl olarak siyasî rehberliği de ihtiva etmektedir. Yoksa salt ve soyut olarak sevgi anlamına gelseydi aktaracağımız hadis-i şerife gerek olmazdı. Çünkü sevgi sadece Ehl-i Beyt'i değil tüm ümmeti kapsamaktadır: "İmân etmedikçe cennet giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız." Sevgi böylesine şümulu olan bir olgudur. Meveddet ise nihai olarak "siyasî rehberlik" anlamına gelmektedir. Ama ne yazık ki, ne Sakife'de, ne Cemel'de, ne Sıffin'de, ne Nehrevan'da ve de ne Kerbelâ'da söz konusu ayet ve söz konusu hadis dikkate alınmadı. Adete bu ayet ve hadisin hilâfı emredilmiş gibi davrandılar. Oysa hem Allah Teâlâ ayetlerle, hem Sevgili Peygamberimiz hadis-i şerifleriyle defaatle uyarıda bulunmuşlardı: "Muhammed sadece bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçti. Öyleyse, o ölür yahut öldürülürse, topuklarınız üzerinde gerisin geri mi döneceksiniz?" (Âl-i İmrân: 144)

"Sakın ola ki, benden sonra cahiliye dönemindeki gibi birbirinize husumet beslemeyin, birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra Ehl-i Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat edin. Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir. Ona sığınan kurtuluşa erer, sırt çeviren helâk olur." Bu uyarı karşısında biz de diyoruz ki, "Ey Allah'ın Resulü Sakife'de sadece sırt çevirmekle yetinmediler, evlerini yakmaya teşebbüs ettiler. Cemel'de, Sıffin'de, Nehrevan'da ise savaştılar, Kerbelâ'da ise soykırım yaptılar. Kûr'ân'ın mesajına da Allah Resulü'nün sözlerine de kulak tıkadılar. Böyle mi olmalıydı? Bu yüzden tarih boyunca İslâm ümmeti olması gerektiği yerde olmadı ve gerçek İslâm medeniyetini tesis edemedi. Tarih boyunca ümmet hep zalim sultanlar tarafından yönetildi. İlk iki halife birçok yanlışlarına rağmen yine de İmâm Ali'nin murakabesinde yönetim sergilediler. Üçüncü halifenin döneminde her şey şirazesinden çıktı. Allah Resulü'nün uyarısına rağmen Osman akrabaları olan baba oğul Mervan ve Hakem'i Medine'ye sokmakla kalmadı bir de Ebu Bekir'in müsadere ettiği Fedek hurmalığını ve Beyt'ül Mal'ın anahtarlarını teslim etti. Sonunda Mısır'dan gelen 9 öfkeli gençle birlikte Medine halkı isyan etti ve Osman'ı öldürdü. Akabinde Müslümanlar İmâm Ali'nin kapısına dayanarak, "Biz ettik, sen etme" diyerek yalvarmaya başladılar. İmâm Ali ise onlara, "Gidin başımdan, siz benim adalet anlayışıma dayanamazsınız" diyerek itirazda bulunmuştu. Sonunda İmâm Ali'yi ikna edip halife seçtiler. İmâm Ali'nin kapısına dayananlara söylediği şuydu: "Zalimden mazlumun hakkını almak diye bir durum olmasa talebinizi kabul etmezdim."

İmâm'ın adalet anlayışına ilk itiraz edenler Talha ve Zübeyir'di. Oysa İmâm'ın halife olması için en çok ısrar eden ve buna ilişkin kamuoyu oluşturan onlardı. Meğer onların niyeti valilik kapmakmış. İmâm onları o liyakatte görmediği için taleplerini kabul etmeyince, onlar izin isteyip Mekke'ye gidiyorlar ve orada Aişe Validemiz'i İmâm Ali ile savaşmaya ikna ediyorlar. Mekke'de zaten Ali düşmanı çok vardı. Birçoğunun yakınları Bedir Savaşı'nda Ali tarafında cehenneme gönderilmişti. Aişe Validemiz, Talha ve Zübeyir'in organizesi ile Ali düşmanlarından ufak çaplı bir ordu teşkil ederek Basra'ya doğru yola koyuldular. Sonuçta Cemel Savaşı vuku buldu. Yenilenler de kendileri oldu. İmâm Ali büyük bir alî cenaplık gösterip Aişe Validemiz'e en ufak bir saygısızlık etmedi ve Aişe Validemiz kardeşi Muhammed bin Ebu Bekir'e teslim edilerek Medine'ye gönderildi. Talha ve Zübeyir ise bu savaşta birbirlerine düştü biri diğerini öldürdü. Bir başkası da onu öldürdü. (Sünnî kaynaklara göre bu iki fitneci "Aşere-i mübeşşere'denmiş. Yani cennetle müjdelenen on kişiden ikisi!)

İmâm Ali işbaşına geçtiğinde ilk yaptığı işlerden biri liyakat sahibi olmayan ve sicili bozuk olan valileri azletmek oldu. Bunlardan biri de Şam valisi Muaviye idi. Öyle ki, Allah Resulü Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduklarını söyleyenlere güvenilmemesi gerektiğini bildirerek onlara "Tuleka" (azad edilenler) statüsü vermiş ve onlara asla siyasî yetki verilmemesini tembihlemişti. Bu uyarıya rağmen ikinci halife onu Şam'a vali tayin etmişti. İmâm Ali Muaviye'yi azledince, Muaviye Osman'ın öldürülmesini bahane ederek katillerin kendisine teslim edilmesini talep ediyor. Oysa Osman arbede sonucu belli olmayan (faili mechûl) kişiler tarafında öldürülmüştü. Muaviye'nin niyeti İmâm Ali'ye karşı savaşıp hilafeti ele geçirmekti. Nitekim Şam ve civarından topladığı gençlerle bir ordu teşkil edip Sıffin Savaşı'nı başlatmıştı. Üç buçuk ay süren bu savaşta binlerce sahabe ölmüştü. Muaviye tam yenilmek üzere iken Amr bin As ismindeki bir hilebazın teklifi üzerine mızrakların ucuna Kûr'ân sayfaları takılmış ve "Aramızda Kûr'ân hakem olsun" dienilerek savaş sonlandırılmıştı. Oysa "Yaşayan/konuşan Kûr'ân" (Kûr'ân-ı Natık) karşılarındaydı. Ne acıdır ki, İmâm Ali'nin askerinin bir kısmı "hakem" olayının kabul edilmesi için baskı yaperken bir kısmı da kabul edilmemesi için baskı yapıyordu. Sonuçta İmâm Ali'nin tarafını temsil eden Musa Eşari Muaviye'nin temsilcisi Amr bin As'ın oyununa geliyor ve ortalık karışıyor. Amr bin As Musa Eşari'ye "İkisini da azledelim, sonra seçimimizi yaparız diyerek, "Sen yaşlısın önce sen açıka" diyor. O da İmâm Ali'yi azlettiğini söyler söylemez Amr bin As, "Bunun üzerine ben de Muaviye'yi halife ilân ediyorum" diyor. O ara ortalık karışıyor ve taraflar kendi alanlarına çekiliyor. Üç buçuk ay süren savaş böyle sona eriyor. Araya Ramazan giriyor ama İmâm Ali ordu komutanlarına talimat verip savaş hazırlığı yapmalarını söylüyor. Bu hazırlık esnasında İmâm Ali sabah namazı esnasında melun İbni Mülcem tarafından suikasta uğruyor. Rivayetlere göre İmâm 18 Ramazan'da saldırıya maruz kalıyor ve üç gün yaralı vaziyette yaşayıp 21 Ramazan'da ruhunu Rabbine teslim ediyor. İmâm Hasan vazifeyi üstleniyor ve babasının vasiyeti üzerine orduyu hazırlamaya koyuluyor. Bu durumu öğrenen Muaviye yüklü meblâlarla İmâm Hasan'ın bazı komutanlarını satın alıyor. İmâm Hasan bütün uğraş ve çabasına rağmen ordu bir türlü istenilen kapasitede hazırlanmıyor. Hatta bazı komutan ve askerler bizzat İmâm Hasan'a saldırıp kendisini yaralıyor. Bu esnada Muaviye tam donanımlı büyük bir ordu ile Kufe önlerine dayanıyor. İmâm Hasan'ın etrafında bir avuç sadık yareni kalıyor. İmâm onlarla istişare yapıyor. O sadık yarenlerin hemen hemen hepsi, "Kanımızın son damlasına kadar savaşalım" diyor. Ama İmâm Hasan öyle düşünmüyor. "Velev ki hepimiz şehid olduk, sonra ne olacak? Kadınlarımız, çocuklarımız ve yaşlılarımız ne olacak? Onlar en acımasız şekilde çocuk ve yaşlılarımızı katlederler, kadınlarımızı ve kızlarımızı ise cariye yaparlar." diyor. İmâm Hasan endişesinde haklıydı ve sonuçta sulh teklifini kabul etmek zorunda kaldı. Muaviye bu konuda da yapacağını yapıp sulh maddelerini ihlâl edip ayaklarının altına aldı. Sulh maddelerinden biri, Muaviye kendi yerine veliaht bırakmayacak ve kendisinden sonra İmâm Hasan tekrar ümmetin başına geçecek, İmâm Hasan'a bir şey olursa kardeşi İmâm Hüseyin halife olacak. Ancak Muaviye İmâm Hasan'ı zehirletiyor ve oğlu Yezid'i veliaht ilân ediyor. Cuma hutbelerinde ise İmâm Ali'ye lânet okutmaya başlıyor. Bu habis gelenek tam 85 yıl sürmüştü. Ömer bin Abdülaziz iktidara geldiğinde hutbelerde lânet okuma geleneğini kaldırıyor ve yerine Nahl Sûresi'nin 90'ncı ayetinin okunmasını emrediyor. İnsanlar Muaviye'nin hile ve dayatmalarına o kadar angaje olmuş ki, lânet okuma kaldırılınca, "İmâm Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e lânet okunmadan kılınan Cuma namazının kabul edilmeyeceğinin endişesine kapılıyorlar...

Muaviye ölmeden önce veliaht ilan ettiği oğluna nasihatte bulunuyor: "Oğlum iki kişiden mutlaka biat almalısın. Bunlar Ömer'in oğlu Abdullah ile Ali'nin oğlu Hüseyin'dir. Abdullah'ın sana zorluk çıkaracağını sanmıyorum. Hüseyin'in ise sana biat etmek istemeyeceğini düşünüyorum. Zorluk çıkarırsa onu hâl yoluna git." Yani "Hüseyin biat konusunda itiraz edecek olursa onu öldür" diyor. Medine valisi aracılığı ile İmâm Hüseyin'den biat etmesi isteniyor. İmâm topluluk huzurunda, Yezid gibi sarhoş birine asla biat edilmemesi gerektiğini ilân ediyor ve başına gelecekleri tahmin ettiği için aile efradıyla birlikte Hac için Mekke'ye doğru yola çıkıyor. 

İmâm Hüseyin Mekke'ye vardığında Kufe'den Hac için gelen insanlar kendisine heybeler dolusu davet mektubu veriyor. Mektupların içeriği genel hatlarıyla, "Ey Aziz İmâmımız senden gelip başımıza geçmeni talep ediyoruz. Bizi zalim Yezid'in zulümlerinden kurtar" türünden mesajlardı bunlar. İmâm bu içerikteki davet mektupları karşısında kararını verip Hac ibadetini yarıda bırakıp aile efradıyla birlikte Kufe'ye doğru yola çıkıyor. Daha önce de durum değerlendirmesi için Müslim bin Akil'i Kufe'ye yolluyor. Yezid'in valisi Ziyad Müslim bin Akil'in Kufe'ye geldiğini öğrenince kaldığı eve operasyon yaptırıp Müslim bin Akil'i şehid ediyor.

İmâm yolda şair Ferazdak ile karşılaşıyor. İmâm kendisine Kufe ve Kufe halkının psikolojik durumu ile ilgili soru sorunca Ferazdan İmâm'a çok anlamlı bir söz söylüyor: "Ey Aziz İmâm, Kufe halkı kaypaktır, sözünde durmaz, onlar sana sahip çıkmaz, onların kalbi senden yana olsa da kılıçları Yezid'ten yanadır. Onlara güvenme." diyor. Buna rağmen İmâm sözünden ve kararlılığından dönmeyip yola devam ediyor. Bir ara durumun vahametinden dolayı yol arkadaşlarına "Üzerinizdeki biatımı kaldırdım. Yarın başımıza neler gelecek bilmiyorum. İyisi mi siz gecenin karanlığında faydalanarak geri dönün" diyor. Ayrıca şunu da ekleyerek, "Üzerinde kul hakkı olan mutlaka geri dönsün" diyor. Bazı rivayetlerde bir kısım insanların geri döndüğü aktarılıyor. Sonuçta İmâm Hüseyin aile efradı ve 72 yaranıyla Kerbelâ denilen mevkiye varıyor ve burada konaklıyorlar. Bu esnada Yezid'in komutanı Hür mahityetindeki askerlerle İmâm Hüseyin'i kuşatma altına alıyor ve onları burada bekletiyor. Hür bu işin muhafaza amaçlı bir kuşatma olduğunu sanıyor. O ara Yezid'in diğer bir ordu komutanı Ömer bin Saad komutasındaki askerlerle İmâm Hüseyin'in konakladığı yere varıyor ve İmâm Hüseyin ile görüşüp Yezid'e biat etmesini aksi takdirde ise kendisi ile savaşacaklarını söylüyor. Hür bu işe şaşırıp Ömer bin Saad'a, "Biz İmâm Hüseyin ve yarenlerini muhafaza için burada değil miyiz?" diyor. Ömer bin Saad Hür ile alay edercesine cevaplar veriyor. Hür büyük bir hâyâl kırıklığı içinde kala kalıyor. Ömer bin Saad biat konusunda ısrar ediyor. İmâm Hüseyin ise Yezid gibi bir meluna asla biat etmeyeceğini söylüyor. Ve ekliyor, "Görüyorum ki, ceddim Muhammed'in dini Emevî hanesi tarafında ters yüz edilmek isteniyor. Bu durum karşısında benim durup bu soysuzların yaptıklarını seyretmem yakışık almaz. Şunu bilin ki, kanımın pahasına ben ceddim Muhammed'in dinini ihya etmek için, emr-i maruf ve nehy-i münker vazifemi ifa etmek için kıyam ettim. Eğer kanım akmadan ayakta durmayacaksa ceddim Muhammed'in dini ey kılıçlar alın beni doğrayın bedenimi" diyerek kararlılığını bir kez daha haykırmış oluyor. Taraflar yerlerini almış artık savaş kaçınılmaz olmuştu. İmâm Hüseyin Ömer bin Saad'a elçi gönderip bir gecelik müsade istemiş ve o geceyi aile efradı ve yarenleriyle birlikte Allah Teâlâ'ya ibadet ve niyazla geçirmişlerdi. Ertesi günü Aşûra dediğimiz 10 Muharrem'di. Artık İmâm Hüseyin ve yarenlerinin Allah Teâlâ'ya vuslat zamanı gelmişti. Her bir yiğit büyük kahramanlıklar sergileyerek sırası ile şehadet şerbetini içiyordu. İlk şehid olan Hür'den başkası değildi. Zira savaş başlar başlamaz Hür safını değiştirip İmâm Hüseyin'in yanında yerini almıştı...

Çadırlarda susuzluktan kıvranan çocuklar ve kadınlar vardı. İmâm Hüseyin altı aylık kundaktaki bebeğini eline alıp havaya kaldırıyor ve zalim düşmandan bir yudum su istiyor. O ara atılan bir ok kundaktaki bebeğin boğazına saplanıyor. İmâm Hüseyin büyük acılar içerisinde avucuna dolan kanı havaya savurarak, "Ya Rabbi bu kurbanı bizden kabul buyur" diyor. O ara Abbas eline su tulumunu alıp düşmanın kontrolündeki Fırat nehrine doğru atıyla hamle yapıyor. Abbas Fırat'a ulaşıp tulumu doldurmaya muvaffak oluyor. Kendisi Fırat'tan su içmeye gönlü razı olmuyor ve vakit geçirmeden atını mahmuzlayıp çadırlara doğru giderken zalim Yezid'in askerleri önünü kesip kendisine saldırıyor. Bu saldırıda bir eli kopunca tulumu diğer eline alıp hamle yapıyor ama ne çare diğer eline de kılıç darbesi yiyince tulumu ağzına almaya çalışıyor. Ama o esnada o kadar darbelere maruz kalıyor ki, atından düşüp orada şehid oluyor. At yalnız başına İmâm Hüseyin'in huzuruna gelince, İmâm, "İşte şimdi belim kırıldı" diyor. İmâm Kerbelâ'da son nefer olarak düşmana hışımla hamle yapıyor ve birçok düşman askerini cehenneme gönderdikten sonra o da şehadet şerbetini içiyor. İmâm Hüseyi'in bacısı Zeynep Validemiz abisinin naaşı başına gelip, "Ya Rabbi bu kurbanımızı bizden kabul buyur" diyor. Evet, İmâm Hüseyin "Zıbhi Azim" (Büyük Kurban) olarak 72 yaranıyla birlikte Kerbelâ çölünde tüm çağlara ve tüm nesillere meşale olan destanı yazarak şehadet şerbetini içiyor. Bu ara düşman askerleri çadırları ateşe verip talan ve yağma yapmaya başlıyorlar. Kadınların küpelerine varasıya kadar değerli eşyalarını gasp ediyorlar. Hatta kız çocuklarının küpelerini kulaklarını yırtarak alıyorlar. O ara hasta vaziyette yatmakta olan İmâm Zeynel Abidin'e saldırıp onu öldürmek istiyorlar. Zeynep Validemiz hemen askerlerin önüne geçip, "Beni öldürmeden ona bir şey yapamazsınız" diyerek feryad ediyor. Son anda cinayetten vazgeçiyorlar.

Esir aldıkları kadınların el ve ayaklarına zincirler vurularak Kufe'ye vali Ziyad'ın huzuruna götürülüyorlar. Yolda Kufe halkı kahır içerisinde onları seyrediyor. Ertesi günü yine aynı şekilde el ve ayaklarına zincirler vurulmuş vaziyette Şam'a doğru yola çıkarılıyorlar. Şam'a geldiklerinde halk onları yuhalayıp üzerlerine taş toprak atıyor. Çünkü Peygamber hanesi Şam halkına asi ve eşkiya olarak tanıtılmıştı. Şam'daki Emevî sarayına varıp Yezid'in huzuruna çıkarıldıklarında, Yezid büyük bir sevinç içerisinde tepsinin içinde duran İmâm Hüseyin'in mübarek başına elindeki asayla vurup, "Ah Bedir'deki atalarım hatta olsa da onların nasıl intikamını aldığımı görseler" diyor ve Seyyide Zeynep Validemiz'e dönüp, "Gördünüz mü Kerbelâ'da Allah size ne yaptı" diyor. Seyyide Zeynep Validemiz ise, "Ey melun oğlu melun, şunu bil ki, biz Kerbelâ'da Allah Teâlâ'dan güzellikten başka bir şey görmedik" diyerek melun Yezid'e ağzının payını veriyor. O ara minarelerden ezan sesi duyulmaktadır. Zeynep Validemiz Yezid melununa seslenerek, "Ey melun görüyor ve duyuyorsun ki, minarelerden ezan okunuyor. Ezanda, 'Muhammeden Resulullah' diye ismi geçen senin değil benim dedemdir. Bu ezanlar okunduğu süre bil ki, sen asla emeline ulaşmış olamayacaksın."

Sayın okuyucumuz, bazı savaş ve mücadeleler var ki zahiren mağlubiyet olarak görülür, oysa o mağlubiyet olarak görülen hadiseden sonra öylesine galibiyetler gelir ki, o galibiyet tarih boyunca Müslümanlar için hatta erdem sahibi gayri müslimler için bile onur kaynağı olur. İşte Kerbelâ kıyamı da böyledir. Çünkü kesin olan şu ki Kerbelâ'da kan kılıca galip gelmiştir. Bugün Erbain yürüyüşlerine katılan insanlara bakıyoruz, ayni ile vaki (bizim bizzat tanıklığımızla) gayri müslimlerin bile o yürüyüşe iştirak ettiklerini gördük. Ama Yezid ve cenahına baktığımızda onların isimleri bile anılmıyor, anlısalar bile lânetle anılıyorlar. Kerbelâ ve Şehşd-i Şûheda Şmâm Hüseyin'in kıyamı ile ilgili bir başka husus ise özgürlük ve adalet yanlısı olan devrimci kıyam erlerine ilham kaynağı olmasıdır. Nitekim İslâm Devrimi'nin lideri İmâm Humeynî, "Biz ilhamımızı İmâm Hüseyin'den ve Kerbelâ'dan aldık demişti.

Evet, Kerbelâ Sakife'nin sonucudur. Sakife olmasaydı Kerbelâ da olmazdı. Fakat Kerbelâ olmasaydı belki İslâm Devrimi de olmazdı. Olmazdı çünkü İslâm medeniyeti mutahhar imâmların rehberliğindeki emin ellerde yoluna devam ederdi ve dünyanın çehresi bugün olduğu gibi böyle hercümerc olmazdı. İki milyar nüfus potansiyelimizle garantör devlet olarak dünyayı biz dizayn ediyor olacaktık. Dünya halkları, bizim kontrol ve güvenliğimizde her türlü çatışmadan, her türlü sömürü, baskı ve adaletsizlik ten uzak huzur içerisinde bir hayat yaşıyor olacaklardı. Ahir kelâm: Elbette ki, İmâm Mehdi Aleyhisselam'ın zuhuru ile Rabbimiz nûrunu tamamlayacaktır. Yeter ki O'nun (a.f) neferi olarak "Direniş Cephesi'nin saflarında yerimizi almış olalım. Vesselâm...

YORUMLAR

REKLAM