'BATISIZLAŞMA' SORUNU NASIL ÇÖZÜLECEK?
Özellikle son 4 yıldır düzenlenen toplantıların esas gündemi,
Atlantik’in karşısında Asya’nın yükselişine karşı neler yapılacağı sorusu
etrafında şekilleniyor. Her yıl Konferans çerçevesinde bir ana rapor
hazırlanıyor. 2020 yılında hazırlanan raporun ana teması “Dünya gittikçe daha
az Batılı hale geliyor!” idi. Raporda, “Batısızlık” diye yapay bir kavram
ortaya atılmıştı. Bu kavram ile Batı’nın liberal değerlerinin dünyada hükmünün
kalmadığı saptanmıştı. 2019 yılı raporunda da temel sorun “uluslararası
sistemin yeniden düzenlenişi”ndeki sancılar olarak gösterilmiş ve “liberal
dünya düzeninde bir yönetim boşluğu”ndan söz edilmişti. Bu yılki raporun
başlığı ise “Rezvizyon”. Burada bir kelime oyunuyla, hem dünyadaki revizyonist
yani statükoyu bozan/düzeni değiştiren güçlere işaret ediliyor hem de Batı’nın
liberal düzeninin yeniden canlandırılması vurgulanıyor. Raporun girişinde şu
sorular ortaya atılıyor:
“Rusya'nın Ukrayna'ya karşı savaşının sonuçları nelerdir?
Dünya revizyonist (mevcut düzeni değiştiren) bir ana mı tanık oluyor?
Uluslararası düzenin geleceği için farklı vizyonların küresel rekabetindeki ana
fay hatları nelerdir? Liberal, kurallara dayalı bir düzen vizyonunu savunan
koalisyon nasıl genişletilebilir ve güçlendirilebilir?”
HEDEF ÇİN
Rapor, Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesine göndermeler ile
başlamasına rağmen döne döne Rusya-Çin ortaklığına ve her iki ülkenin gelişen
dünyadaki etkisine dikkat çekiyor. Ancak, Rusya ile sıcak savaştan daha fazla
Çin’e odaklanıyor. İnsan hakları, küresel altyapılar, uluslararası ticaret,
enerji ve kalkınma işbirliği, serbest piyasanın karşısında devletçi
uygulamalar, silahlanma ve nükleer enerji başlıklarında, esas amaç olarak
Çin’in öncülüğündeki gelişen dünyanın “durdurulması” işleniyor.
Raporun ana fikri, ABD’nin Avrupa’ya ve bütün dünyaya
dayatmak istediği cepheleşme üzerine kurulmuş. Şöyle deniyor:
“Rusya ve Çin, otokratik liderlerin çıkarlarının
liberal-demokratik değerlerin önüne geçtiği bir uluslararası düzen versiyonunu
destekliyor. Liberal demokrasiler yavaş yavaş bu tehdide karşı uyanıyor.
Liberal vizyonun savunucuları, revizyonist meydan okumanın temel niteliğinin
farkına varır ve makbul bir uluslararası düzene ilişkin kendi vizyonlarını
hızla yeniden canlandırırlarsa etkili bir şekilde karşılık verebilirler.”
Peki tek başına farkına varmak yeterli mi? Rapora göre,
“düzen değiştirici” Rusya ve Çin’e karşı mücadelede başarılı olmak için
“küresel güney”i de kapsayan daha geniş bir koalisyona ihtiyaç var:
“Bunu savunanların başarılı olabilmesi için liberal
demokrasilerin küresel koalisyonunu beslemekten daha fazlasını yapmaları
gerekir. Aynı zamanda liberal düzenin temel ilkelerini aktif bir şekilde
savunmaya istekli daha geniş bir koalisyon oluşturmalıdırlar. Bu da ‘Küresel
Güney’deki pek çok ülkenin mevcut düzene karşı duyduğu meşru kızgınlığa gereken
saygının gösterilmesini gerektirmektedir. Sadece statükoyu savunmak işe
yaramayacaktır. Statükoyu yeniden tasavvur etmeleri gerekir.”
Söylenen, bir yandan mevcut düzeni, Güney ülkelerini de
“ikna edecek” bir şekilde restore etmek. Aslında bu bir çözümsüzlük itirafı
niteliğinde. Atlantik’in “ikna” yöntemi ise her zaman olduğu gibi sopa.
Belirlenen hedefe ulaşmak için bu aşamadaki uygulama NATO’nun genişlemesi.
Washington, NATO’yu yükselen Asya’ya karşı küresel düzeyde kullanacağı bir
savaş aleti haline getirmeye çalışıyor.
TÜRKİYE DE MASADA
Nitekim Münih Güvenlik Konferansı’nın öncelikli
gündemlerinin başında NATO’nun doğuya doğru genişlemesi de bulunuyor. ABD’nin
acil gündemini bu konferanstan iki gün önce Ankara’ya gelen NATO Genel
Sekreteri Stoltenberg dile getirdi: “İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerini
onaylayın”. Ancak Batı’daki genel görüş, Türkiye’deki seçimlere kadar bunun
olası olmadığı yönünde. Bu durum, Konferans’ta Türkiye’nin NATO’daki konumunu
önemli bir tartışma başlığı haline getiriyor. Aynı zamanda Türkiye’nin Rusya
ile olan stratejik ortaklığı da Atlantik cephesi açısından çözülmesi gereken
önemli bir sorun olarak görülüyor. Batı’daki genel eğilime göre, ABD ve
NATO’nun demokrasi/otokrasi cepheleşmesinde Türkiye, Rusya ve Çin ile birlikte
otokrasilerin yanına çoktan yerleştirilmiş durumda. Buna karşın her ne kadar
genel bir sertleşmeden söz etmek mümkünse de, Türkiye’yi Atlantik’e çıpalı
tutmanın yollarını arayan bir yaklaşımın hakim olduğu söylenebilir. ABD’nin
Türkiye politikasında bu çerçevede, eskiden olduğu gibi yakın ve bütünsel
konuları içeren bir ilişkinin değil ama soğuk/mesafeli bir müttefiklik
vurgusuyla ve tek tek belli konularda müzakerelerle ilerleyen bir yöntemin
benimsendiği söylenebilir. Belirlenen strateji şu: İttifak’tan kopmasına izin
vermeyecek bir dengeyi sağlayacak şekilde Türkiye’nin üzerinde baskı kurulması.
Türkiye’nin etrafındaki ABD’nin kuşatmasını bu gözle değerlendirmek gerekiyor.