Maatteessüf ki, bu katil çetenin elebaşısı Türkiye'ye
geldiğinde son derece görkemli bir protokol ile karşılanmıştı. Atlı seremoniler
yapılmış, önüne turkuaz mavi halılar serilmişti. Ayrıca atlı seremonide Türk
bayrağının yanı sıra Siyonistleri sembolize eden paçavra da taşınmıştı. Bu
zillet yetmezmiş gibi caddelerdeki reklam direklerine de o paçavra asılmıştı.
(AGD'li gençlerimiz o paçavraları yırtıp atmış ve yerine Filistin bayraklarını
asmışlardı.)
Medya günlerce bu ziyareti gündeme getirdi. Kimileri
yalakalığın en pespayesi ile güzellemelerde bulundu, kimileri bu zillete
"maslahat" adını verdi. Bizim cenahtaki yazarlarımız ise kahır içinde
bu aşağılayıcı ziyaret hakkında tekzib edici yorumlar yazdı ve üzüntülerini
dile getirdi...
Şimdi de Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Siyonist çeteyi
ve işgal altındaki Filistin topraklarını ziyarete gitti. Görüşmeler yapıldı ve
karşılıklı jestlerle yeni yeni anlaşmalara imzalar atıldı. Elbette bizim açımızdan
bu kabul edilebilir bir durum değildir. Ancak bazı aklı evveller var ki, adeta
muhatap olunan, ziyaret edilen normal bir devletmiş gibi, 31 Mayıs 2010 yılında
vuku bulan Mavi Marmara baskınını ve yapılan katliamı izole edercesine, üstüne
sünger çekercesine, "ülkeler arası daimi husumet olmaz" diyerek
yaramıza tuz basmaktadırlar. Sayın okuyucumuz, bu hadiseyi ulus devlet refleksi
ile dile getirmiyoruz. Fakat olaya bu zaviyeden bakanlar için bile bu hadise
başlı başına unutulmaması gereken, üzerine sünger çekilmemesi gereken hatta
"savaş sebebi" olması gereken bir durumdur. Mavi Marmara baskını ve
katliamı ile sadece bir ulusun onur ve haysiyetine saldırılmamıştır, insanlığın
onur ve haysiyetine tecavüz edilmiştir. Elbette, ulus devlet açısından da bu durum
savaş sebebidir. Asla ve kat'a bu yutulur bir lokma değildir.
Türkiye Müslümanları olarak Mavi Marmara baskını ve yapılan
katliam başlı başına bizim acımızdır. 10 vatandaşımızı uluslararası kara
sularında şehid ettiler. Elbette ki, bizim acımız Mavi Marmara ile sınırlı
değildir. 70 küsur senedir Filistin
toprakları üzerinde zamana yayılmış bir soykırım yaşanmaktadır. Her Allah'ın
günü işgal, talan ve katliam devam etmektedir. Özellikle mazlum köylünün tek
gelir kaynağı olan zeytin tarlalarına buldozerlerle girip yüz - yüz elli yıllık
ağaçları kırıyor/parçalıyorlar ve talan ettikleri bu tarlalara yeni yerleşim
birimleri açıp kentler kuruyorlar. Bu duruma itiraz eden/karşı çıkan köylülere
acımasızca kurşun sıkıp katliam yapıyorlar.
Buna mukabil birçok Arap ülkesi gibi bizim hükümetimiz de
"ticarî maslahat" deyip katillerle el sıkışıp ikili diplomatik
ilişkiler sürdürüyorlar. Hiç kimse kusura bakmasın ama bu tutum "Namus-u
Ekber"imiz olan Filistin topraklarına, mazlum Filistin halkına ve bütün
İslâm ümmetine ihanetten başka bir şey değildir. Bakınız, dünyada Birleşmiş
Milletler nezdinde kayıtlı 208 ülke var bunların 207 tanesi ile mütekabiliyet
esasına dayalı diplomatik ve ticarî ilişkiler geliştirilebilir. Bunda hiçbir
behis ve mahsur yok. Siyonist çete ile ise asla. Zira bütün dünya ve Birleşmiş
Milletler baştan sona işgalci olan bu katil ve eşkiya sürüsünü devlet olarak
tanısa da biz Müslümanlar bu vevzuhur varlığı, bu kanser urunu asla devlet
olarak tanıyamayız. Birleşmiş Milletler tarafından meşru görülen bu türedi
yapı, (Merhum İmâm Humeynî'nin ifadesiyle) İslâm ümmetinin bağrına saplanmış
bir hançerdir ve oradan sökülüp atılmalıdır.
Bu yüzden biz diyoruz ki, Filistin işgalcisi Siyonist çete
ile diplomatik ve ticarî ilişki içerine girmek imânî bir mesele olarak küllîyen
haramdır. Bunun kaçarı ve mazereti asla olamaz.
Biz mevcut hükümetin Siyonist çete ile diplomatik ve ticarî
ilişkilerinden son derece rahatsız oluyor ve bunu aleni olarak dillendiriyoruz.
Mazeret olmaması koşuluyla olaya biraz da siyak ve sibakıyla
bakmak durumundayız. Bilindiği üzere, Birleşmiş Milletler işgalci İsrail'i
devlet ilân ettiği gün, bu Siyonist çeteyi tanıyan ilk Müslüman ülke Türkiye
olmuştu. Filistin davasına ilk ihanet o gün başlamıştı.
Bakınız, her devletin resmî ideolojisi ve yönetim anlayışı
olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti rejimi dinî hassasiyetlere mütenesip ve aidiyet
değerlerimizi referans alarak kurulmuş bir rejim olmadığı için Filistin
sorununa ulus devlet refleksi ile bakılmaktadır. "Ulus devlet olarak çıkar
ve menfaatimiz neyi gerektiriyorsa onu yapıyoruz" diyebiliyorlar.
"Orada zulüm varmış, işgal ve katliam varmış bunlar bizi ilgilendirmez, bu
vahşet, bu insanlık dışı muameleler bizim Siyonist çete ile diplomatik ve
ticarî ilişkilerimize halel getirmez, onların bize bizim onlara ihtiyacımız
var" diyebilmektirler. "Mavi Marmara ile yola çıkmak için dönemin
başbakanından izin mi aldınız, bana mı sordunuz?" kabilinden cevaplar
bunlar.
Kısacası, Siyonist çete devlet olarak tanındığı günden beri
diplomatik ve ticarî ilişkilerimiz katlanarak devam etti. Sadece Merhum
Erbakan'ın Başbakan olduğu dönemde Siyonist çete ne Gazze'ye bir kurşun
sıkabildi ne de diplomatik ilişkiler oldu.
Ayrıca şunu da belirtmiş olalım ki, hükümetlerin
icraatlarıyla ilgili mevcut TC Anayasa'sında şöyle bir madde var:
"İktidara gelecek partinin programı devletin resmi ideolojisi
doğrultusunda olmak zorunda."
Merhum Erbakan Hocamız bu kuralın kısmen dışına çıkmaya
teşebbüs etti diye, Siyonist çete ile ilişkiler akamete uğrayacak endişesiyle
28 Şubat Post-modern Darbesi'ni yaptılar.
Şimdiki hükümetin başındaki Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gerek
Birleşmiş Milletler'deki konuşmalarında gerek Davos Zirvesi'nde veya belirli
platformlardaki beyanatlarına baktığımızda, son derece açık ve net bir şekilde
Filistin'in mazlum halkını savunucu nitelikte ifadeler dile getirmektedir.
Adeta bizim duygularımıza tercüman olmaktadır. Bir konuşmasında, "Biz
susarsak, biz susturulursak bilin ki kaybeden sadece Gazze olmaz, biz
bağımsızlığımızı da kaybetmiş oluruz" diyor. Bir başka demecinde ise,
"Filistin'de, Gazze'de bizim kardeşlerimiz öldürülürken, onlara bomba
yağdırılırken biz normalleşme sürecine olumlu bakamayız" sözlerini dile
getiriyor. Başka bir söylevinde, "Bunların 1948 yılından beri yaptıkları
her şey yasa dışıdır. Birleşmiş Milletler'in aldığı kararlara da aykırıdır. Ama
tabi Amerika'yı da arkalarına almak suretiyle bugüne kadar hep bu adımları
atmışlardır" demişti. Davos Zirvesi'nde ise "one minute" (van
minut) sözü ile moderatörü azarladıktan sonra Siyonist çete liderine dönerek,
"Sayın Perez yaşça benden büyüksün, sesin fazla çıkıyor, biliyorum ki
sesinin fazla çıkması suçluluk psikolojisinin bir sonucudur. Siz kumsaldaki
çocukları öldürmesini çok iyi biliyorsunuz" diyor. Bir başka beyanatında
ise aleni bir şekilde, "İsrail soykırım işleyen bir terör devletidir"
demişti. Erdoğan, Birleşmiş Milletler binasındaki konuşmasında dört aşamalı
Filistin haritasını gösterip, "Filistin nerede, artık adeta Filistin yok,
İsrail şimdi de Filistin topraklarının tamamını ele geçirmenin derdinde."
diyerek Siyonistlerin şeytanî amaçlarını dile getirmişti. Elbette bütün bu
sözlerle Erdoğan Müslüman kesim olarak bizim duygularımıza tercüman oluyordu.
Ancak öte yandan, hükümetin icraatlarına ve Siyonist çete
ile ilişkilerine, bu ilişkilerin aşamalı olarak geldiği boyutlara baktığımızda
ikircikli bir durumla karşı karşıya kalındığını net bir şekilde
görebilmekteyiz. Elbette hükümete egemen olan ve hükümeti yönlendiren "ABD
güdümlü ideolojik yapı" mazeret olamaz, olmamalı. Hükümet gerek Filistin
konusunda ve gerekse diğer icraatlarında aşamalı da olsa halkımızın aidiyet
değerlerine mütenasip bir yapı oluşturmak ve izzetli duruşlar sergilemek için
çabalamalıdır. Hatta mevcut konjonktürel şartlar altında bile en azında
Venezuela örneğinde olduğu gibi bir tutum sergilenerek büyük elçilikler
kapatılıp diplomatik ilişkiler kesilebilir. Bu olmayınca doğal olarak halkımız
hükümete gücenmekte ve gönül koymaktadır. "Konjonktürel şartlar bunu
gerektiriyor" diyenlerimiz var elbette, ancak yukarıda da belirttiğimiz
gibi bu yaklaşım mazeret değildir. Siyasî yetkililer en azından ABD'nin işgali
ve Siyonist çetenin tahakkümü altında olduğumuzu söyleyiversinler. Gerçi bunu
söyleseler, "malûmun ilâmı" olur, hepsi o kadar. Evet, sayın okuyucumuz
biz ülke olarak 23 Ekim 1931 tarihinden itibaren tedrici olarak emperyalist
Amerika'nın işgaline uğramış bulunmaktayız. İlk ikili ilişkiler ve borç almalar
Şükrü Saracoğlu'nun maliye bakanı olduğu bu dönemde olmuştu. ABD hükümetinden
ve New York'taki bir takım Yahudi para spekülatörlerinden borç almaya
başlamıştık. Akabinde Marshall yardımını devreye soktular. Malum, "Borç
alan, yardım alan, buyruk alır." Nitekim öyle oldu. Sonrasında Fulbright
Anlaşması, akabinde NATO ve ABD üslerinin yerleşim ve tahkim süreci ile işgal
tamamlanmış oldu.
Bu işgalden yine tedrici olarak kurtulmanın ilk adımını
Merhum Necmettin Erbakan Hocamız 25 Temmuz 1975 yılında atmıştı. Bildiğiniz
üzere Kıbrıs Barış Harekâtı'mızdan dolayı büyük şeytan ABD bize ambargo
uygulayınca buna misilleme olarak Erbakan Hocamız başta İncirlik ve Karamürsel
olmak üzere Türkiye'nin muhtelif şehirlerine konuşlanmış olan 21 adet ABD
üssünü kapatmıştı. 6 Eylül 1980 yılında ise Erbakan Hocamız Konya ilimizde
"Büyük Kudüs Mitingi"ni düzenleyince içimizdeki ABD ve Siyonist
çetenin piyonu olan Kenan Evren hemen apar topar (6 gün içerisinde) 12 Eylül
Darbesi'ni yapıp, iki hafta sonrasında ABD üslerini büyük bir iştiyakla
açıvermişti.
Sayın okuyucumuz, "Müslümanlar olarak işimiz zor"
der gibisiniz. Hayır efendim, zor değil. Yeter ki bizim bugünkü siyasilerimiz
Merhum Erbakan Hocamız'ın dirayet ve azmi içerisinde olsunlar, bakın neler
olur. Biz, "İmâm Humeynî gibi devrimci bir liderimiz olsun"
demiyoruz. Zira Türkiye'de Humeynî (r.a) gibi bir lider ve Humeynî'ye ölümüne
sadakatle bağlı bir halk yok. Türkiye'nin mezhebi anlamdaki demografik yapısı
buna müsait değil. Ancak en azından bu topraklar izzet ve onur sahibi bir
Erbakan çıkarmıştır. Erbakan'ın projeleri hayattadır. Yeter ki biz bu projelere
sahip çıkalım, gerisi gelecektir bi iznillah..
Bizim ABD'nin tahakküm ve tasallutuna karşı mazeretimiz olmamalı. ABD emperyalizmine karşı İran İslâm Cumhuriyeti ve İran halkı kadar olamasak da Güney Amerika ülkeleri kadar direnç ve mukavemet göstermeliyiz. Siyasilerimiz ne yapıp edip ABD'nin tasallut ve işgalinden kurtulmanın yollarını aramalıdır. Filistin'in özgürlüğüne kavuşması ABD'nin tasallutundan kurtulmayı zorunlu kılmaktadır.