Suriye Analizinde Stratejik Hata

GİRİŞ: 22.12.2024 17:51      GÜNCELLEME: 22.12.2024 17:51
Rasthaber -  Direniş için öncü olmak ve onu geliştirmek 46 yıllık bir çabanın hikâyesidir ama bazı kişiler, tarihi dikkate almadan sadece bir olayın gerçekleşmesine odaklanır ve geri kalan konuları ona göre analiz eder ve gelişmelerin ufkunu da ona göre açıklar. Bu nedenle farklı dönemlerde bir olayın sonuçlarının diğer olaylara genellenmesine dayanan birçok analizin yayımlandığına şahit olduk ve artık bunun bir hata olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz. Artık gelişmeler karşısında, bölgede bir direniş hükümetinin çöküşüyle ​​karşı karşıya kaldığımızı ve düşmanların direniş ekseninden önemli bir köprüyü aldığını kabul etmek zorundayız ancak bölgedeki gidişatın ve bölgedeki gelişmelerin muhalefetin direnişe galip gelmesi yönünde yön değiştirdiğini düşünürsek bu bir yanılgıdır. Bu 46 yıldaki gelişmelere bakıldığında böyle bir bakış açısının hata olduğu görülmektedir.

1982 yılında Hürremşehr'in İran askeri güçleri tarafından yeniden ele geçirilmesinden yaklaşık iki hafta sonra, Siyonist rejim Lübnan'daki iç çatışma atmosferini kullanarak bu ülkeye saldırdı ve çoğunluğu Lübnanlı Şiilere ait olan ve Hürremşehr’den kat kat fazla olan bölgeleri ele geçirdi. İsrail ordusunun hızlı hareketi ve Lübnan ordusunun aşırı zayıflığının yarattığı korku atmosferi, Lübnan işgalinin kalıcı olacağı izlenimini yaratıyordu.

O dönemde Arap ve Arap olmayan medyada İsrail ordusunun Suriye'yi işgal etme ihtimalini anlatan pek çok analiz yazıldı. Ancak bu analizlerin aksine, işgalci İsrail ordusu işgalden dört yıl sonra 1986 yılında Beyrut eyaleti ile kuzey ve doğu bölgelerini terk etti ve İsrail ordusunun ilk geri çekilişi gerçekleşti. O dönemde Şehit Seyyid Hasan Nasrallah, Beyrut'ta Hizbullah'ın askeri komutanıydı.

Bir diğer olay ise 1993 yılında gerçekleşen Madrid Konferansı ve Oslo anlaşmasıydı. O dönemde Batılı hükümetler, Araplar, Rusya, Çin, İsrail ve Filistin'in en önemli askeri örgütü olan Filistin Kurtuluş Örgütü bir anlaşmaya vardılar. Bu anlaşma, Filistin meselesinin nihai çözümünü ve İsrail ile Filistinliler arasındaki anlaşmazlığın çözümünü içeriyor gibi görünüyordu ama aslında amacı, İsrail'in istikrara kavuşması ve Filistin'in bölgesel denklemden çıkarılmasıydı.

O dönem Oslo Anlaşması'ndan yana atmosfer o kadar güçlüydü ki, bölgedeki bazı dostlarımız yetkililerimize “Konu kapandı, küresel bir anlaşmayı göz ardı etmek delilik” dediler.

Ancak düşünülenin aksine, müzakereler ve anlaşma ve aslında Oslo Planı, sorunun çözümüne yol açmadı, 2000 yılındaki intifadayla sonuçlandı ve bu süreçte hem taraflar arasındaki uzlaşmanın yerini askeri çatışma aldı, hem de Filistin Kurtuluş Örgütü yerini yeni cihatçı gruplara bıraktı. O dönemde söylendiği gibi, tüm Avrupa, Amerika, Araplar, İsrail, Rusya, Çin, Birleşmiş Milletler ve en önemli Filistin örgütleri Oslo hedeflerine ulaşmak için işbirliği yapmıştı.

Bir diğer olay ise 2003 baharının ilk günlerinde Irak'ın ABD ve İngiltere tarafından askeri olarak işgal edilmesiydi. Bu olayda tüm analizler ve fikirler İran İslam Cumhuriyeti'nin işinin bittiği, dolayısıyla İran'ın ya tüm iç ve dış politikasını değiştireceği ya da Afganistan ve Irak hükümetleri gibi ortadan kalkacağı yönündeydi. O dönemde henüz bir “Direniş Cephesi” yoktu ve Suriye ve Sudan hükümetleri ve Lübnan'daki Hizbullah hareketi İran İslam Cumhuriyeti'nin yanındaydı. O dönemde ortam o kadar sertti ki, İran’da dönemin Dışişleri Bakanı Yardımcılarından biri, tuhaf bir hareketle, İran'daki ABD çıkarlarının koruyucusu olarak İsviçre Büyükelçiliği aracılığıyla ABD Dışişleri Bakanlığı'na bir faks göndererek, “İran, ABD ile olan tüm anlaşmazlıklarını ABD'yi memnun edecek şekilde çözmeye hazırdır” şeklinde bir faks gönderdi.

Bu atmosferin bir sonucu olarak o dönemde İran parlamentosunun 123 milletvekilinden oluşan bir grup, İmam Hamanei’ye hitaben bir bildiri yayınlayarak rejimin dış politikasında köklü bir değişiklik talep etti! Aynı dönemde İngiltere Başbakanı Tony Blair de Basra'da bulunan İngiliz askerlerine,  “Afganistan ve Irak'ta yaşananlar İran'a politikalarını değiştirmesi yönünde açık bir mesajdı” açıklamasında bulundu. Ancak sanılanın ve açıklananın aksine, olay farklı bir şekilde gelişti ve Irak'ın askeri işgalinden üç yıl sonra Amerika askeri bir çıkmaza girdi ve Irak'tan çekilme konusu fısıldanmaya başladı ve 2007 yılında George Bush, dönemin Irak Başbakanı Nuri El Maliki ile Irak'tan çekilmek için güvenlik anlaşması imzalamak zorunda kaldı ve iki yıl sonra bu ülkeyi terk etmeye başladı. Elbette bundan önce ve Irak'ın işgalinin birinci yıldönümünde yaşananlar, yani ABD'nin Irak Karar Konseyi'nin kurulmasına razı olması, ABD'nin çıkmaza girdiğinin ilk işaretlerini vermişti.

ABD'nin Irak ve Afganistan'daki askeri programının başarısızlığa uğramasıyla, ABD'ye bağımlı geleneksel Arap rejimlerini hedef alan ve beş Arap ülkesinde durumun değişmesine yol açan Arap ayaklanmaları oluştu. Batılılar bu ayaklanmalardan yararlanarak gelişmeleri tersine çevirmeye çalıştılar. Bu nedenle farklı isimlerle tekfirci gruplar oluştu ve bölgeyi hızla etkisi altına aldı. Bu gruplar Amerika ve bazı Avrupa ülkeleri, Türkiye ve Fars Körfezi'ndeki Arap hükümetlerinin çoğu tarafından açık ve gizli olarak desteklendi, ancak bu proje uzun sürmedi ve 2018 yılına kadar fiilen kontrol altında kaldı. Tekfirci grupların projesinin başarısızlıkla sonuçlanması direniş hareketlerini ve direniş cephesini daha da güçlendirdi.

Bu gelişmelerin ardından Batılılar, Arap-İsrail normalleşmesine ilişkin İbrahim Paktı'nı masaya koydu ve birçok Arap hükümetini de yanlarına aldı. Oslo Anlaşması atmosferinin geri döndüğü bu dönemde birçok kişi, bölgenin geleceğini bundan sonra İsrail'in şekillendireceğini ve direniş hareketi gibi karşıt fikirlere ve çözümlere yer kalmayacağını düşünüyordu. Ancak çok geçmeden bu konu da düğümlendi ve Sudan ile Fas'ın sallantılı bir şekilde birleşmesi sonrasında bu süreç durduruldu. Bir süre sonra dünya, Gazze'de yaşayan Filistinlilerin muhteşem Aksa Tufanı Operasyonu ile karşı karşıya kaldı.

Filistinlilerin eylemi o kadar etkili oldu ki bölgenin seyrini değiştirdi. O zamana kadar kendisini bölgenin hâkimi konumunda gören İsrail, bir anda Netanyahu'nun ifadesiyle yaşamla ölüm arasında kalan bir konuma geldi. İsrail'in sert tepkisi ve Gazze'ye karşı savaşın başlamasıyla birlikte dünya İsrail'e karşı ayağa kalktı ve Batılı hükümetler bu rejimin vahşi saldırılarının açtığı yaraları sarmak için 1967 sınırlarında bir Filistin devleti kurulması önerisinde bulundu. Lahey Mahkemesi İsrailli liderlerin tutuklanması yönünde oy kullandı. Arap-İsrail ilişkileri bozuldu ve direniş, evrensel olarak mümkün olan tek seçenek olarak takdir gördü. Sonra işte burada sayfa bir kez daha çevrildi.

Bu sahnenin ardından Amerika, İsrail ve Türkiye yeni bir girişim başlattı. Bu girişim Şam'da hükümet değişikliğiydi. Suriye'de son on yılda iç durum öyle bir noktaya gelmişti ki, küçük bir cephenin oluşması siyasi yönetimde değişikliğe yol açabilirdi ancak Amerikalılar ve İsrailliler, bölgesel yönetimde ciddi sorunlar yaşanıncaya ve buna mecbur bırakıncaya kadar endişeleri nedeniyle hükümet değişikliğini uygulamadılar.

İsrail Başbakanı geçtiğimiz ağustos ayında Birleşmiş Milletler'de yaptığı konuşmada Ortadoğu'da değişim için herkesin işbirliği yapması gerektiğinden bahsetmiş ve şöyle demişti: “Eğer Ortadoğu değişmezse İran buranın geleceğinin haritasını çizecek.” Bu ifadeler, Ortadoğu'daki değişime herkesin dokunabilmesi ve bu yolda İsrail'e katılabilmesi için bir şeyler yapılması gerektiği anlamına geliyordu.

Bu iş, “Suriye siyasi sisteminin değişimiydi”. İsrail, daha önceki güvenlik endişelerinden kurtulmak için askeri operasyonlara başladı ve Suriye'nin bazı kısımlarını işgal etti. İsrail rejimine göre, Şam'da mevcut bir hükümetin düşmesi, yerine gelecek yeni hükümetin niteliğinin belirsiz ve tehlikeli olmasına rağmen büyük bir risk taşımıyordu, çünkü gaspçı rejim, Tahrir-i Şam gibi tekfirci hareketlerden hiçbir zaman endişe duymadı ve bu örgütün yetkililerinin son dönemdeki açıklamaları da İsrail'in endişelenmesine yer olmadığını gösterdi. Bu nedenle İsrail'in, Amerika'nın, Türkiye'nin ve Arap bölgesinin endişesi doğal olarak başkadır. İsrail'i Şam'daki Esad hükümetinden daha fazla tehdit eden ne olabilir? Bu, Lübnan Hizbullah Hareketi, Irak'taki Haşdi Şabi veya Yemen'deki Ensarullah gibi bir halk direniş hareketinin Suriye’de gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.

Sadullah Zarei

YORUMLAR

REKLAM