Suriye Olayları Karşısında Müslümanların Algı Sorunu

GİRİŞ: 21.02.2025 15:17      GÜNCELLEME: 21.02.2025 15:17
Rasthaber -  Özellikle "Arap Baharı" adını verdikleri hadiselerin patlak vermesinden sonra İslâm dünyasında belirsizlikler sarmalı ve kaoslar yaşanmaya başladı. Adeta at izi ile it izi birbirine karışmış oldu. Müslüman halklar nice zamandır başlarındaki yöneticilerden maada kendilerine hükmeden sistem ve ideolojilerden memnun değillerdi. Zaten bu yönetim biçimleri akidelerine uymuyordu. Doku uyuşmazlığı söz konusuydu. Müslümanlar 57 ulus devlete bölünmüş vaziyette emperyalistlerin dolaylı veya dolaysız tahakküm ve sömürüsüne maruz kaldıkları için bu durumdan memnun değillerdi. Fakat azımsanmayacak bir grup ise bu durumu adeta kanıksamış ve hâllerinden gayet memnundu. Bu memnuniyet bugün de devam etmektedir. Yani bu insanlar statükonun değişmesinden yana değiller. Kötü yönetimlerden memnun olan bu sınıf aynı zamanda kendilerini İslâm'a isnat ettikleri için gaflet ve delalet içerisinde olduklarının ithamına maruz kalmayı hak ediyorlar. Asıl bir başka konu ise "Arap Baharı" bahanesi ile mevcut sistemlerin değiştirilmesi için verilecek mücadelenin şer'i boyutuna bakılmaksızın yanlış stratejik taktiklerle ve İslâm'a mugayir fetvalarla hareket eden gruplar büyük can kayıplarına, büyük felaketlere sebebiyet verdiler ve bu şekilde yanlışlarında ısrar ederek saldırı ve yıkımlarını sürdürdüler. Üstelik bütün bu işledikleri fecaati fetvalara dayandırdıklarından dolayı haklı ve doğru yol üzere olduklarını inanıyorlar. Bir de bunlara ilgi, alaka duyan milyonlarca sempatizanları var. Sıradan avam-halk tabakası haricinde bu eli kanlı katiller güruhuna destek veren bazı (mezhep taassubu güden) cemaat liderleri, (ABD ile dirsek temasında olan) bir takım siyasîler, (Soros'dan fonlanan) değişik yazar ve akademisyenler de mevcut. Hâl böyle olunca elbette ki ABD'nin maşalığını ve taşeronluğunu yapan ve dolayısı ile Siyonizm'e (Arz-ı Mevud plânına) hizmet eden bu sapkın ruh hastası gruplara karşı mücadele veren ülke veya gönüllü güçler düşman olarak addedilecek. İşte böylesi bir hengâmede aynı minvâl üzere hareket edip yayın yapan TV kanalları, gazeteler ve sosyal medya dezenformasyon, iftira ve tezvirat içerikli propagandalarla halkımıza yönelik algı operasyonları yapmaktadırlar. Bunun bir başka ismi ise narkozlama taktiğidir. Neticede narkozlanan yığınlar Siyonizm'e ve emperyalist ABD'ye karşı mücadele veren İran ve Hizbullah gibi ülke ve gruplara düşman kesilebilmektedirler. Bu nedenledir ki, bu acı duruma at izi ile it izinin birbirine karışması diyoruz. Aslında birçokları için durum bu iken olaylara mezhep taassubu ile bakmayanlar ve olayları hikmet ve ferasetle tahlil edenler için her şey âyan-beyan ve tüm berraklığı ile ortada. Yeter ki olaylara Kûr'ân ve Sünnet zaviyesinden ön yargısız olarak, insafla, aklıselimce ve vicdan muhasebesi ile bakmış olalım. Arap Baharı ile hatların birbirine karıştığı ifadesini kullanmıştık, bu durum özellikle Suriye olaylarında çok bariz bir şekilde ortaya çıktı. Aslında birçokları için Suriye turnusol kâğıdı oldu...

Arap Baharı ile amaçlanan mevcut yöneticilerle birlikte asıl olarak devletlerin yönetim mekanizması olan ve anayasal düzenlerini belirleyen İslâm dışı ideolojilerin bertaraf edilmesine ilişkin temel değişim talepleriydi. Şimdi bu noktada iki ayrı durum ile karşı karşıyayız! Şöyle ki, birinci durum; Müslüman halkların söz konusu ettiğimiz değişimden beklentileri haklı ve yerinde bir beklentidir. Çünkü bu temenni imana taalluk etmektedir. Buna hiçbir Müslümanın zaten itirazı olamaz. Fakat ikinci şık olarak; bu değişim talebinin yerine getirilmesi için verilecek mücadelenin şer'i ve fıkhî yönünü kim ve hangi merciler tayin edecek? Mücadelenin stratejisi belirlenirken hangi şer'i ve fıkhî kurallar referans alınacak? Zaten birçokları tarafından at izi ile it izi bu noktada birbirine karıştırılmış.

Suriye zaviyesinden olayı analitik bir şekilde tahlil etmeye devam edecek olursak; bu coğrafyada çok farklı bir manzara ile karşılaşmış oluyoruz. Şöyle ki, her ne kadar Suriye Anayasası’nda "evlenme-boşanma, miras, kısacası aile hukuku (halkın % 65'i Hanefî mezhebinden olması hasebiyle) Hanefî fıkhına göre icra ediliyor olsa da ve Anayasa'da "İslâmî kurallar yürürlütedir, İslâm'î kurallara (şeriata) mugayir hüküm verilemez" dense de, nihayetinde bütün bu söylem ve kurallar Sosyalist Baas ideoloji ile şekllendiği için bu ülkede Allah Teâlâ'nın evrensel yasaları gerçek manada yürürlükte değildi. En azından bizim kanaatimiz bu yönde...

Şu hâlde bu rejim değişmeli. Bunda mutabıkız fakat bu nasıl olacak?

Acaba 1982 yılında Hama kentinde silahlı gençlerin bir gece emniyet birimlerine, polis karakollarına ve kamu binalarına baskın yapıp önüne geleni kurşuna dizerek başlattığı kalkışmanın bir benzerini yaparak mı istenen sonuca ulaşabiliriz? Ne dersiniz?

Çok açık bir şekilde ifade etmiş olalım ki böyle bir ayaklanmayı meşru gören kim varsa 15 Temmuz kalkışmasını da meşru görmektedir. Zira sonuç olarak her iki rejim de İslâmî değildir.

Dış mihrakların gazıyla Suriye'nin bazı şehirlerinde sokak yürüyüşü provası yapılmaya başlandığında Şam'da  on binlerce, hatta yüz binlerle ifade edilen kalabalık halk kitlesi Esad lehine gösteri yapmaya kalkınca, bazı gözlemci analistler  "Esad yıkılamaz çünkü arkasında halk desteği var" demişti. Olaylardan kısa bir süre önce bir gazeteci olarak Suriye'de bulunduğumuzda, gördüklerimizden ve tanık olduklarımızdan yola çıkarak bizde de aynı intiba oluşmuştu. Esnafından akademisyenine kadar halkın her kesiminin sevgisini kazanmış bir lider olarak görmüştük kendisini.. Şahsım adına itiraf etmiş olayım ki, ben bu durumdan rahatsız olmuştum. Çünkü ben imanımın gereği olarak bu rejimin değişmesinden yanaydım. Düz mantığım ve İslâm'a olan aidiyetim bunu gerektiriyordu. Hatta bu konuda, duvarında Esad’ın resmi olan bir esnafla tartışmıştım. Adam hiddetli bir şekilde Esad savunuculuğu yaparken nerede ise dükkanından beni kovacaktı. "Belki Alevî'dir, onun için savunuyordur" düşüncesiyle adama, "Sen Alevî misin?" diye sorunca daha da hiddetlenerek, "Ben Sünnî'yim" dedi. Ardından diğer Arap ülkelerini Sünnîlik üzerinden eleştirerek Amerika ve İsrail'e verip veriştirdi. Konuşmalarından anladığım kadarıyla Esad’ı Filistin davasına sahip çıktığı ve İsrail ile uzlaşmayıp ABD'nin güdümünde olmadığı için savunuyordu. Suriye’de bulunduğumuz süre dikkatimizi çeken bir başka husus ise, bütün şehirlerin cadde ve binalarında Suriye ve Filistin bayrağının aynı ebatta bir arada asılı olmasıydı. Demek ki, Suriye halkı Filistin davasına duyarlı olmaya teşvik ediliyordu. Suudi Arabistan'da ise Filistin bayrağını Kâbe'nin dibinde açan bir Türk bayana nasıl müdahale edildiğini görmüştük. Madem ki, İslâm adına devrim yapmaya kalktınız, bu işe neden Filistin davasına ihanet eden ABD piyonu rejimlerden başlamadınız? Maatteessüf ki, Merhum Erbakan Hoca’mızın uyarılarına rağmen Ankara hükümeti de bu yanlış sürece dahil oldu.

Bazı siyasîlerimiz ellerini ovuşturarak, "İki haftaya varmaz Şam'daki Emevî Mescidi'nde Cuma namazı kılarız" dediğinde kamuoyumuzda da heyecan ve iştiyak oluşmuştu. Fakat Suriye'deki manzarayı, yani Esad'a olan halk desteğini görünce bu işin olmayacağını, olursa da uzun yıllar alacağını bizzat görmüş olduk. (Evet, uzun yıllar oldu. 13 yıl.)

Peki sadede gelecek olursak, İran ve Hizbullah bu süreçte Esad rejimini neden destekledi? Birçokları için bu durum çelişki ve tenakuz olarak görüldü. Bir İslâmî devlet düşünün ki, kendi rejimini diğer Müslüman ülkelere ihraç etmek istiyor. Ki beşeri devletler de böyledir, yani rejimlerini ve ideolojilerini başka ülkelere ihraç etmek isterler. Bu gayet doğal bir durumdur. Fakat İran'a ne oluyor ki, Suriye rejimini arkalıyor? İslâm devleti kurmayı amaçlayan (!) muhalifleri destekleyeceğine tam tersi olarak Sosyalist Baas rejimini destekliyor! Bu bir çelişki değil mi? Demek ki işin içerisinde bazı saikler ve bazı mücbir sebepler var! Her şeyden önce şunu belirtmiş olalım ki, bütün mezheplerin fıkıh kurallarına göre beğenilmeyen, yani yönetim şekli Allah Teâlâ'nın yasalarına (şeriata) mugayir olan rejimlerin değiştirilmesi için silahlı kalkışma caiz değildir. Bu bir. İkincisi ise, eli silahlı grupların fıkhî mentalitelerini, anatomik yapılarını, düşünce ve fikriyatlarını incelediğimizde, bunların kuracakları rejim Suudi Arabistan gibi adı şeriat olan ama ABD’ye ve dolayısıyla Siyonist çeteye piyon olacak bir rejim kuracaklardır. Bu muhtemel bir yorum değildir. Kesin böyle olacaktır, çünkü onların akide ve fıkıh anlayışları bunu zorunlu kılmaktadır. Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Bunun dışına çıkma şans ve temayülleri yoktur. Aksi beklenti eşyanın tabiatına ve fizik kanununa aykırıdır. Nitekim öyle de oldu. Bakınız, kurdukları rejimin ismine “İslâm” ibaresini bile koyamadılar. “Suriye Arap Cumhuriyeti” olarak ilan ettiler. "İslâm" ibaresini koysaydılar bile Suud örneğinde olduğu gibi bu bir aldatmaca olurdu. Gerçi ufak bir ihtimal de olsa onu da zikredelim: Erdoğan Merhum Mursi'yi ziyaret ettiğinde onlara laikliği önermişti. Colani'ye böyle bir öneride bulunur mu bilmiyoruz! Colani rejimi şimdi laik anayasa mı hazırlayacak, yoksa kendi akideleri olan Vehhabizm fıkhına göre bir anayasa mı hazırlayacak bilinmez! Bizim iddiamız ise Kûr'ân ve Sahih Sünnet'e uygun bir anayasa olmayacağı yönünde. Çünkü onların akidevî müktesebatında bu yok. Onların portföyünde, onların bagajında öz Muhammedî İslâm yok, onlarda tahrif edilmiş din anlayışı var. Bu nedenle nasıl bir anayasa hazırlayacakları meçhûl! “Dört yıl seçim yok” diyorlar. (Hatırlayın, İran’da şubat ayında devrim olmuştu. Nisan ayında seçime ve anayasa oylamasına gitmişlerdi.)

İfade etmek istediğimiz o ki, silahlı kalkışma ile, kan dökerek ele geçirdikleri rejimi İslâm adına bir müesses nizama dönüştürmeleri mümkün değildir. İran bu yüzden onlara desek olmadı. İran, onların niyetini, amacını ve iktidara geldiklerinde Filistin davasına nasıl ihanet edeceklerini çok iyi biliyordu. Nitekim son gelişmeler İran’ı haklı çıkardı. Zira açık açık ABD ve Batılı ülkelerle görüşmelerde bulunup iş tutmaya başladılar. Davutoğlu Esad’a ABD’nin taleplerini sunduğunda, “Madenleriniz dahil olmak üzere uluslararası ticarete kapılarını aç ve ABD’nin tahkim yasalarını kabul et” demişti. Tahkim yasalarında Filistinli savaşçı gruplara İran’dan gelen silah sevkiyatının sonlandırılması ve eğitim kamplarının kapatılması vardı. Şimdi Colani hükümeti bunu yapıyor. Ofisler ve kamplar kapatıldı, silahlara el konuldu. Öte yandan başta limanlar, madenler ve birçok stratejik öneme haiz kamu işletmesinin satış pazarlığı başladı. Her gün ABD ve Avrupa'dan heyetler Şam'a gidip geliyorlar. Bundan böyle emperyalist ülkeler için Suriye bakir bir pazar. Vahşi kapitalizm ahtapotunun vantuzları Suriye’ye yapışmaya başladı...

Sayın okuyucumuz, kamuoyumuzun bir kesimini meşgul eden konuların en önemlisi, "İran Suriye’deki muhaliflere neden destek olmadı?" sorusuydu. Bütün bu sahadaki gelişmelere ilişkin yukarıdaki analitik açıklamalarımızdan sonra İran'ın muhalif terör örgütlerine neden destek olmadığı şimdi daha iyi anlaşılmıştır sanırız...

Konunun daha iyi anlaşılması için kısmen detaylandıracak olursak; İran’ın stratejisinde, silah ile devrim ihraç etme veya o amacı güden gruplara yardımcı olmak diye bir hedefi yok ve olamaz zaten. Çünkü her şeyden önce böyle bir durum İslâm akidesine ve Allah Resulü’nün rol-model (usvetun hasene) ahlâk anlayışına ters. Zira Şiî fıkhında silahlı kalkışmaya cevaz yoktur. Nitekim İmâm Humeynî Necef'te sürgünde iken Şah'a karşı silahlı faaliyetlerde bulunan "Halkın Mücahidleri" örgütünün lideri Mesud Recavî İmâm'a biat etmek istiyor. İmâm, "Terör ve anarşik eylemlerde bulunmamak koşulu ile biatınızı kabul ederim" deyince, Mesud Recavî biat etmeden İmâm'ın huzurundan ayrılıyor. Nitekim bu örgüt uzun yıllar terör eylemlerinde bulunmaya devam etmişti. İmâm Humeynî her daim peygamber ahlâkına iltisaklı olarak hareket edip 1963 yılında başlattığı devrim hareketini sivil itaatsizlik yöntemi ile Şah rejimine karşı tavır alıp uzun yıllar sürdürdüğü irşad ve tebliğ çalışmalarıyla İran halkının gönlünü fethetmeye muvaffak oldu ve milyonlarca halkın katılımı ile İran’da kansız devrim gerçekleşti. Şah'ın özel muhafız ordusu olan SAVAK askerleri, sivil itaatsizlikte bulunup sokak gösterileri yapan halka ateş ederken ön saflarda olan kadınlar askerlere gül ve karanfil atıyordu. Bu durum karşısında askerler komutanlarının "ateş et" komutunu dinlememeye ve topluca firar etmeye başlıyorlar. Neticede İslâm Devrimi bu şekilde gerçekleşmiş oluyor.

Sosyolog Yazar Ali Bulaç İran İslâm Devrimi'ni 1789 Fransız ve 1917 Rus devrimleri ile kıyaslayıp, "En kansız devrim, İran İslâm Devrimi'dir" diyor.

İranlı siyasî mesuller bugün de aynı düşünceye sahip olarak, "Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez." (Raf: 11) ilâhî uyarı muvacehesinde bir strateji ile hareket ederek Müslümanların içerisinde bulunduğu ataletten kurtulup kendilerine gelmelerini, öz değerleriyle mütenasip bir hayat tasavvuruna kavuşmalarını ve ancak bu aşamadan sonra kamusal düzenin değişeceğine inanmaktadırlar. Devrim Lideri İmâm Humeynî her daim şu sözü dile getiriyordu: "Biz kitabın kavline göre hareket etmekle mükellefiz."

İran'ın Suriye ile olan ilişkisine gelince. İran'da İslâm Devrim'inin gerçekleşmesinin hemen akabinde bizzat Merhum İmâm Humeynî Müslüman ülkelerin başındaki yöneticilere Filistin konusunda (silah sevkiyatı dahil olmak üzere) dayanışma içerisinde olma talebinde bulundu. Ne yazık ki, 22 Arap ülkesi içerisinde sadece Suriye İmâm'ın talebine müspet cevap veriyor. Bu çerçevede İran ile Suriye arasında Filistinli direniş gruplarına eğitim verilmesine ilişkin ve silah sevkiyatı hususunda bir takım askerî işbirliği anlaşmaları yapılıyor ve bu çerçevede faaliyetler sürdürülüyor.

Suriye hükümeti, ABD’nin ve Siyonist çetenin uzun yıllar süren tehditlerine ve bir takım Arap dostlarının (!) tavsiyelerine rağmen Filistinli savaşçı grupların ofislerini ve eğitim kamplarını kapatmaya yanaşmıyor. 80’li yılların başından beri İran’dan gelen silah sevkiyatı kesintisiz olarak devam etmişti. Bu silah sevkiyatı vesilesi ile 18 yıl boyunca verilen gerilla savaşı sonucu Siyonist çete tarihinde ilk defa yenilgi tadarak Güney Lübnan topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Akabinde beş yıl daha verilen mücadele ile 38 yıl işgal altında kalan Gazze, Suriye üzerinden İran’dan gelen silahlar vasıtasıyla bi iznillah işgalden kurtarılmış oldu. (Sayın okuyucumuz içimizdeki mezhep taassubu güden bir zümre var ki, olayın bu yönünü ya es geçmekte veya görmezden gelmektir.)

İşgalci İsrail’i en çok rahatsız eden Suriye’nin İran’dan gelen silah sevkiyatına lojistik destek vermesi ve Filistinli savaşçı gruplara ofis ve eğitim kamplarını tahsis etmesiydi. İran ile yapmış olduğu silah sevkiyatı ve bir takım askerî işbirliği anlaşmalarından dolayı işgalci İsrail için en büyük güvenlik tehdidi Suriye idi. Bu yüzden ne yapıp edip Esad rejimini yıkmalıydılar! Obama döneminde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “İsrail’i İran’a karşı korumanın en iyi yolu Suriye’de Esad’ın devrilmesidir.” demişti. Yıllardır güttükleri hedef ve gaye buydu. Şimdi emellerine ulaştılar. Colani ilk beyanatında Siyonist çeteye mesajını şöyle verdi: “Suriye topraklarını İsrail’e saldırılarda kullandırmayacağız. İsrail ile barış masasına oturmaya hazırız.”

Bildiğiniz üzere muhalifler Obama döneminde örgütlendi ve silahlandırıldı. Nitekim, Erdoğan bir demecinde bu gerçeği şöyle dile getirmişti: “Ey Amerika biz birlikte Özgür Suriye Ordusu’nu kurmadık mı? Biz ÖSO’yu Obama döneminde kurduk.”

Bakınız, Arap Baharı sadece manipüle edilmeye uygun bir bahane olmuştu. Bu yüzden IŞİD, el-Kaide ve el-Nusra’yı o dönemde Irak ve Suriye’de devreye soktular.

Anti parantez hemen şunu da belirtmiş olalım ki, terör örgütlerini devreye sokmadan önce son şanslarını Davutoğlu ile denediler. Bildiğiniz üzere dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ABD talimatlarını Esad’a sunması ve Esad’ın “Bedeli ne olursa olsun ben Filistin davasını satmayacağım” demesi üzerine olanlar oldu ve Suriye’nin başına terör örgütleri musallat edildi. Bir gün önce "Kardeşim Esad" diye hitap edilen kişi bir gün sonra, "Katil Esad" oldu. Oysa ailece görüşmeler, kahvaltılar yapılıyordu, birlikte deniz sefaları ve piknikler yapılıyordu. Bunun ötesinde asıl olarak pasaportsuz gidiş gelişler başlamıştı. Ortak bakanlar kurulu oluşturmuştuk. Tek devlet olma yolunda ilerliyorduk. Bu müspet gelişme büyük şeytan ABD'yi ve Siyonist çeteyi telaşlandırmaya ve harekete geçirmeye yetmişti. Ne yapıp edip buna engel olunmalıydı! Derhâl düğmeye basıp terör örgütlerini bindirilmiş kıtalar olarak harekete geçirdiler. Şiddete teşne ruh hastası teröristler en acımasız yöntemlerle sadece ismi Ahmet veya Mustafa olan askere, polise veya kamu personeline değil, kendi saflarına katılmayanlara da kurşun sıkmaya başladılar. İnsanları demir kafeslere tıkıştırıp suda boğdular. Yüzlerce insana tek sıra hâlinde diz çöktürüp kafalarına sıkarak katlettiler. Filistinlilerin kamplarına baskın yapıp kendilerine katılmak istemeyenleri kurşuna dizdiler. Kampları bombaladılar. Türk askerinin üzerine benzin dökerek yaktılar. Kadınları bile acımasızca infaz ettiler. Teröristlerin insanlık dışı yöntemlerle yapmış oldukları korkunç işkence ve infaz görüntüleri yıllarca medyada dolaşımdaydı. Bunlar ne çabuk unutuldu. O günlerde vuku bulan ve yıllarca devam edegelen terör eylemlerinden en çok memnun olan Siyonist çete ve ABD idi. Güdümlü medya ise bu terör eylemlerinin faturasını Esad’a kesmek için çeşitli iftira ve tezviratlarla "beşinci kol" faaliyetlerini hummalı bir şekilde sürdürmeye devam etti. Adeta Hitler'in Propaganda Bakanı Gobbels’in rolünü üstlenmişlerdi. Gobbels’in en önemli taktiği yalandı. Nazilere verdiği konferansta, "Yalanı çok söyleyin, ne kadar büyük yalan söylereniz ve bunu sürekli tekrar ederseniz halk buna mutlaka inanacaktır" diyordu... Bu taktiği "beşinci kol" faaliyetlerini yürüten medya yaptı. Neymiş efendim? Esad halkını varil bombaları ile katlediliyormuş, Esad halkını kimyasallarla öldürüyormuş. Özellikle "Beyaz Baretliler" diye bilinen şebeke Hollywood filmlerine özgü bol illüzyonlu "after effects" görsellerle sansasyonel haberler hazırlayıp ana akım medyaya servis edip durdular. Hatırlayınız, üç-beş yaşlarında çocukları bir spor salonuna getirip, üstlerini soyup ağızlarna köpük spreyi sıktılar ve bu görüntüleri "Esad halkını kimyasal siyanür gazı ile katlediyor" diyerek servis ettiler. Bütün bunlar Birleşmiş Milletler'in denetçilerinin bağımsız keşif raporları vasıtasıyla yalan olduğu ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler Savaş Suçlarını Araştırma Komisyonu'nu bizzat Beşşar Esad Suriye’ye davet etmişti. "Ben halkımı neden katledeyim, ben halkıma düşman değilim, benim mücadelem teröristlerle" diyordu. Fakat buna rağmen her gün televizyon kanalları ve gazeteler "Esad sivilleri katlediyor, Esad halkını katlediyor" diyerek yalan, iftira ve tezviralarla gündem oluşturmaya devam edildi. (İsmini şu an hatırlamadığım seküler bir gazeteci bir TV programunda şunu söylemişti: "Yahu siz ne konuşuyorsunuz, adam aptal mı, halkını katledip kendi ayağına sıkar mı? Bunu hiçbir lider yapmaz, adama iftira etıyorlar" demişti.) Çamuru duvara at, tutmazsa izi kalır. Ne yazık ki, kamuoyumuzun ezici çoğunluğu bu tür manipülatif haberlerin tesirinde kaldı ve bu tür yalanlara inanır oldu. En son Sednaya Hapishanesi'ni iftiralarına malzeme yapıp marangoz atölyesinde sunta için kullanılan pres makinasını göstererek "insanlar işkence edilerek burada preslenip öldürülüyordu" dendi. Biz Suriye hapishanelerinde işkence yapılmadığını iddia etmiyoruz. Sonuçta orası da diktatoryal bir rejimdi. Bunun bin beteri olan Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinde işkence yok mu sanıyorsunuz? Suudi kralı  Selman'ın emri ile İstanbul'daki konsolosluk binasında Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın nasıl işkencelerden geçirilip katledildiğini ve akabinde siyanürlü asitle nasıl eritilip yok edildiğini biliyorsunuz. İşkence konusunda isterseniz Türkiye'den örnek verelim! Sadece 12 Eylül döneminde binlerce siyasî mahkum insanlık dışı yöntemlerle işkencelerden geçirildi. Benim öz kardeşim ve 11 arkadaşı Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde başörtüsü yasağını protesto ettiler ve Ulucami önünde bildiri okudular diye kaldıkları öğrenci yurduna gece baskın yapılarak yaka-paça, karga-tulumda derdest edilip emniyete götürüldüler ve 6 gün, altı gece sorgulanıp ifadeleri alındığı esnada insanlık dışı işkencelere maruz kaldılar. Ayrıca, "Başörtüsü bahanesiyle laik rejimi yıkıp yerine şeriat düzeni getirmek amacıyla teşekkül oluşturmak" maddesinden idamla yargılanmak üzere Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ne sevk edildiler. Bütün bunlar Turgut Özal'ın başbakan, Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde yapıldı. O dönem idam cezası yürürlükteydi. İnsaflı bir savcıya rastlamasalardı bu 12 ilahiyat öğrencisi idam edilecekti. Tıpkı 17 yaşında idam edilen Erdal Eren gibi...

Kısaca ifade edecek olursak Batılı ülkeler de dahil olmak üzere Müslüman ülkelerin çoğu bu konuda masum değil... İster birey, ister devlet olarak İslâm'da en temel prensip adil olmaktır. Yargı adil değilse, zulüm kaçınılmazdır. İmâm Ali buyuruyor ki: "Adalet mülkün temelidir. Devletin dini adalettir."

İnsanın dini ise hem adalet, hem merhamet üzere olmalıdır. Siz, bir rejimi devirmek için ellerine silah ve bombaları alıp yaptıkları terör eylemleriyle insanlık dışı vahşet örneği sergileyenlerin; insanları demir kafesler içerisinde suda boğanların, 1500 dolayında polis koleji öğrencisini nehir kenarına götürüp tek tek kafalarına sıkıp nehire atanların, 8 yaşında çocuğun boğazını tekbirler eşliğinde kesenlerin, belediye binalarından kamu çalışanlarını canlı canlı aşağıya atanların, pazar yerlerinde kadın ve çocukların yoğun olduğu ortamlarda bombalar patlatıp ortalığı kan gölüne çevirenlerin adil bir yönetim kuracağını mı sanıyorsunuz? Eğer buna inanıyorsanız büyük bir yanılsama içerisindesiniz. Kadim tarihten bu yana asla böyle bir şey görülmemiştir. Ne tarihte, ne günümüzde bunun bir örneği yoktur. Zalimden/merhametsizden adalet beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Her şeyden önce bu sünnetullaha aykırıdır...

Şu anda cumhurbaşkanı diye taltif edilen Colani'ye gazeteci, "Başta Bağdat olmak üzere Irak'ın muhtelif şehirlerindeki pazar yerlerinde kadın ve çocukların yoğun olduğu ortamlarda bombalar patlatıp yüzlerce insanın ölümüne sebebiyet verdiniz, ne hissediyorsunuz?" diye sorunca, gayet pişkin bir şekilde, "O zaman genç ve cahildim" diye cevap veriyor. Bu kişi şimdi Suriye'nin cumhurbaşkanı öyle mi? Amerika öylesine büyük bir şeytan ki, başına 10 milyon dolar konmuş olan teröristi kullanışlı aparat hâline getirip Siyonist çeteye alan açmak için cumhurbaşkanı yapıyor!

İfade etmek istediğimiz o ki, Esad bu teröristlere karşı 13 yıl dayandı. Aksa Tufanı’nın devreye girmesiyle İran ve Hizbullah HAMAS’a destek amacıyla fiilen savaşa iştirak etmesi sonucu Suriye’de oluşan boşlukla Esad terör örgütlerine karşı mukavemet edemez oldu. Bu esnada Arap Birliği devreye girerek Esad’ı tekrar birliğe dahil ettiler. Bunun ön şartı ise Esad’ın İran ve Hizbullah ile diyaloğunu koparması vardı. Esad bu şekilde tuzağa çekildiğini fark edemedi ve eşyanın tabiatı boşluk kabul etmediği gibi Suriye’de meydana gelen boşluk İdlip’te kuluçkaya yatan HTŞ terör örgütünün hareket etmesine olanak sağladı. Sonuçta Esad için ülkeyi terk etmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Direnip daha fazla kan dökülmesine sebebiyet vermemek için Esad erdemli bir tavır sergileyerek ülkesini terk etti. Sonuç olarak 13 yıl boyunca Suriye’de estirilen terörle 1 milyon dolayında insan öldü, 7-8 milyon dolayında insan doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kaldı ve alt yapısıyla, yerleşim alanlarıyla baştan sona harabeye dönen bir ülke.. Teröristlerin bunu yapmaya ne hakkı vardı? Bütün mezheplere göre silahlı kalkışma ile devrim yapılmaz. İsmi Ahmet, Hasan veya Mustafa olan polise, askere ve kamu personeline kurşun sıkıldı. İnsanlık dışı katliamlar yapıldı. Sonunda Suriye yönetimini ele geçirdiler. Ele geçirdiler geçirmesine ama bu hengâmeyi fırsata dönüştüren Siyonist çete Golan Tepeleri’nden aşağı inerek Şam’a 15 km yaklaştı ve bu şekilde üç Gazze büyüklüğünde toprağı işgal etmiş oldu. Stratejik açıdan olayın en tehlikeli yönü ise Siyonist çetenin o bölgedeki hidroelektrik barajını ve su kaynaklarını ele geçirmiş olması. 1967 yılından bu yana Suriye’de bir karış ilerleyemeyen Siyonist çete şimdi Şam kırsalına yaklaştı. Geçmişte yapmış olduğu katliam ve terör eylemlerinden dolayı başına 10 milyon dolar konmuş olan Colani lakaplı HTŞ lideri Ahmet eş-Şara, Suriye’nin yeni lideri olarak bakalım işgalci İsrail’e karşı nasıl bir tavır alacak?

Gerçi kendisi, “Bizim tek düşmanımız İran ve Hizbullah, biz İsrail ile barış masasına oturabiliriz” demişti. İsrail işgale devam ediyor o barıştan söz ediyor. Fe subhanAllah. Askerlerini işgalci İsrail’e karşı yönlendireceğine Lübnan’a saldırtıyor. Öte yandan Tartus ve Lazkiye kent ve köylerinde Alevîlere yönelik baskı ve zulümler devam ediyor. Adeta sürek avı yapıyorlar. İnsanlar kaçırılıp katlediliyor. Gençler kamyonlara doldurulup bilinmeyen yerlere götürülüyor. Akılları sıra Alevî Esad’tan intikam alıyorlar! Bu gelişmeler son derece endişe verici. Bazılarının iddia ettiği gibi bu yapılanlar "münferit vaka" değil... Kamuoyu olarak, "bekle gör" yapacaktık. Ancak bizim şimdiden gördüklerimiz içimizi dilhûn edip karartıyor...

YORUMLAR

Fuat erdoğan 15 saat önce
Irk mezhep bölge vb. fanatizminden uzak olan herkes için aydınlatıcı bir yazı olmuş...

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM