Arap Baharı ile amaçlanan mevcut yöneticilerle birlikte asıl
olarak devletlerin yönetim mekanizması olan ve anayasal düzenlerini belirleyen
İslâm dışı ideolojilerin bertaraf edilmesine ilişkin temel değişim
talepleriydi. Şimdi bu noktada iki ayrı durum ile karşı karşıyayız! Şöyle ki,
birinci durum; Müslüman halkların söz konusu ettiğimiz değişimden beklentileri
haklı ve yerinde bir beklentidir. Çünkü bu temenni imana taalluk etmektedir.
Buna hiçbir Müslümanın zaten itirazı olamaz. Fakat ikinci şık olarak; bu
değişim talebinin yerine getirilmesi için verilecek mücadelenin şer'i ve fıkhî
yönünü kim ve hangi merciler tayin edecek? Mücadelenin stratejisi belirlenirken
hangi şer'i ve fıkhî kurallar referans alınacak? Zaten birçokları tarafından at
izi ile it izi bu noktada birbirine karıştırılmış.
Suriye zaviyesinden olayı analitik bir şekilde tahlil etmeye
devam edecek olursak; bu coğrafyada çok farklı bir manzara ile karşılaşmış
oluyoruz. Şöyle ki, her ne kadar Suriye Anayasası’nda "evlenme-boşanma,
miras, kısacası aile hukuku (halkın % 65'i Hanefî mezhebinden olması hasebiyle)
Hanefî fıkhına göre icra ediliyor olsa da ve Anayasa'da "İslâmî kurallar
yürürlütedir, İslâm'î kurallara (şeriata) mugayir hüküm verilemez" dense
de, nihayetinde bütün bu söylem ve kurallar Sosyalist Baas ideoloji ile
şekllendiği için bu ülkede Allah Teâlâ'nın evrensel yasaları gerçek manada
yürürlükte değildi. En azından bizim kanaatimiz bu yönde...
Şu hâlde bu rejim değişmeli. Bunda mutabıkız fakat bu nasıl
olacak?
Acaba 1982 yılında Hama kentinde silahlı gençlerin bir gece
emniyet birimlerine, polis karakollarına ve kamu binalarına baskın yapıp önüne
geleni kurşuna dizerek başlattığı kalkışmanın bir benzerini yaparak mı istenen
sonuca ulaşabiliriz? Ne dersiniz?
Çok açık bir şekilde ifade etmiş olalım ki böyle bir
ayaklanmayı meşru gören kim varsa 15 Temmuz kalkışmasını da meşru görmektedir.
Zira sonuç olarak her iki rejim de İslâmî değildir.
Dış mihrakların gazıyla Suriye'nin bazı şehirlerinde sokak
yürüyüşü provası yapılmaya başlandığında Şam'da
on binlerce, hatta yüz binlerle ifade edilen kalabalık halk kitlesi Esad
lehine gösteri yapmaya kalkınca, bazı gözlemci analistler "Esad yıkılamaz çünkü arkasında halk
desteği var" demişti. Olaylardan kısa bir süre önce bir gazeteci olarak
Suriye'de bulunduğumuzda, gördüklerimizden ve tanık olduklarımızdan yola
çıkarak bizde de aynı intiba oluşmuştu. Esnafından akademisyenine kadar halkın
her kesiminin sevgisini kazanmış bir lider olarak görmüştük kendisini.. Şahsım
adına itiraf etmiş olayım ki, ben bu durumdan rahatsız olmuştum. Çünkü ben
imanımın gereği olarak bu rejimin değişmesinden yanaydım. Düz mantığım ve
İslâm'a olan aidiyetim bunu gerektiriyordu. Hatta bu konuda, duvarında Esad’ın
resmi olan bir esnafla tartışmıştım. Adam hiddetli bir şekilde Esad
savunuculuğu yaparken nerede ise dükkanından beni kovacaktı. "Belki
Alevî'dir, onun için savunuyordur" düşüncesiyle adama, "Sen Alevî
misin?" diye sorunca daha da hiddetlenerek, "Ben Sünnî'yim"
dedi. Ardından diğer Arap ülkelerini Sünnîlik üzerinden eleştirerek Amerika ve
İsrail'e verip veriştirdi. Konuşmalarından anladığım kadarıyla Esad’ı Filistin
davasına sahip çıktığı ve İsrail ile uzlaşmayıp ABD'nin güdümünde olmadığı için
savunuyordu. Suriye’de bulunduğumuz süre dikkatimizi çeken bir başka husus ise,
bütün şehirlerin cadde ve binalarında Suriye ve Filistin bayrağının aynı ebatta
bir arada asılı olmasıydı. Demek ki, Suriye halkı Filistin davasına duyarlı
olmaya teşvik ediliyordu. Suudi Arabistan'da ise Filistin bayrağını Kâbe'nin
dibinde açan bir Türk bayana nasıl müdahale edildiğini görmüştük. Madem ki,
İslâm adına devrim yapmaya kalktınız, bu işe neden Filistin davasına ihanet
eden ABD piyonu rejimlerden başlamadınız? Maatteessüf ki, Merhum Erbakan
Hoca’mızın uyarılarına rağmen Ankara hükümeti de bu yanlış sürece dahil oldu.
Bazı siyasîlerimiz ellerini ovuşturarak, "İki haftaya
varmaz Şam'daki Emevî Mescidi'nde Cuma namazı kılarız" dediğinde
kamuoyumuzda da heyecan ve iştiyak oluşmuştu. Fakat Suriye'deki manzarayı, yani
Esad'a olan halk desteğini görünce bu işin olmayacağını, olursa da uzun yıllar
alacağını bizzat görmüş olduk. (Evet, uzun yıllar oldu. 13 yıl.)
Peki sadede gelecek olursak, İran ve Hizbullah bu süreçte
Esad rejimini neden destekledi? Birçokları için bu durum çelişki ve tenakuz
olarak görüldü. Bir İslâmî devlet düşünün ki, kendi rejimini diğer Müslüman
ülkelere ihraç etmek istiyor. Ki beşeri devletler de böyledir, yani rejimlerini
ve ideolojilerini başka ülkelere ihraç etmek isterler. Bu gayet doğal bir
durumdur. Fakat İran'a ne oluyor ki, Suriye rejimini arkalıyor? İslâm devleti
kurmayı amaçlayan (!) muhalifleri destekleyeceğine tam tersi olarak Sosyalist
Baas rejimini destekliyor! Bu bir çelişki değil mi? Demek ki işin içerisinde
bazı saikler ve bazı mücbir sebepler var! Her şeyden önce şunu belirtmiş olalım
ki, bütün mezheplerin fıkıh kurallarına göre beğenilmeyen, yani yönetim şekli
Allah Teâlâ'nın yasalarına (şeriata) mugayir olan rejimlerin değiştirilmesi
için silahlı kalkışma caiz değildir. Bu bir. İkincisi ise, eli silahlı
grupların fıkhî mentalitelerini, anatomik yapılarını, düşünce ve fikriyatlarını
incelediğimizde, bunların kuracakları rejim Suudi Arabistan gibi adı şeriat
olan ama ABD’ye ve dolayısıyla Siyonist çeteye piyon olacak bir rejim
kuracaklardır. Bu muhtemel bir yorum değildir. Kesin böyle olacaktır, çünkü
onların akide ve fıkıh anlayışları bunu zorunlu kılmaktadır. Perşembenin gelişi
çarşambadan bellidir. Bunun dışına çıkma şans ve temayülleri yoktur. Aksi
beklenti eşyanın tabiatına ve fizik kanununa aykırıdır. Nitekim öyle de oldu.
Bakınız, kurdukları rejimin ismine “İslâm” ibaresini bile koyamadılar. “Suriye
Arap Cumhuriyeti” olarak ilan ettiler. "İslâm" ibaresini koysaydılar
bile Suud örneğinde olduğu gibi bu bir aldatmaca olurdu. Gerçi ufak bir ihtimal
de olsa onu da zikredelim: Erdoğan Merhum Mursi'yi ziyaret ettiğinde onlara
laikliği önermişti. Colani'ye böyle bir öneride bulunur mu bilmiyoruz! Colani
rejimi şimdi laik anayasa mı hazırlayacak, yoksa kendi akideleri olan Vehhabizm
fıkhına göre bir anayasa mı hazırlayacak bilinmez! Bizim iddiamız ise Kûr'ân ve
Sahih Sünnet'e uygun bir anayasa olmayacağı yönünde. Çünkü onların akidevî
müktesebatında bu yok. Onların portföyünde, onların bagajında öz Muhammedî
İslâm yok, onlarda tahrif edilmiş din anlayışı var. Bu nedenle nasıl bir
anayasa hazırlayacakları meçhûl! “Dört yıl seçim yok” diyorlar. (Hatırlayın, İran’da
şubat ayında devrim olmuştu. Nisan ayında seçime ve anayasa oylamasına
gitmişlerdi.)
İfade etmek istediğimiz o ki, silahlı kalkışma ile, kan
dökerek ele geçirdikleri rejimi İslâm adına bir müesses nizama dönüştürmeleri
mümkün değildir. İran bu yüzden onlara desek olmadı. İran, onların niyetini,
amacını ve iktidara geldiklerinde Filistin davasına nasıl ihanet edeceklerini
çok iyi biliyordu. Nitekim son gelişmeler İran’ı haklı çıkardı. Zira açık açık
ABD ve Batılı ülkelerle görüşmelerde bulunup iş tutmaya başladılar. Davutoğlu
Esad’a ABD’nin taleplerini sunduğunda, “Madenleriniz dahil olmak üzere
uluslararası ticarete kapılarını aç ve ABD’nin tahkim yasalarını kabul et”
demişti. Tahkim yasalarında Filistinli savaşçı gruplara İran’dan gelen silah
sevkiyatının sonlandırılması ve eğitim kamplarının kapatılması vardı. Şimdi
Colani hükümeti bunu yapıyor. Ofisler ve kamplar kapatıldı, silahlara el
konuldu. Öte yandan başta limanlar, madenler ve birçok stratejik öneme haiz
kamu işletmesinin satış pazarlığı başladı. Her gün ABD ve Avrupa'dan heyetler
Şam'a gidip geliyorlar. Bundan böyle emperyalist ülkeler için Suriye bakir bir
pazar. Vahşi kapitalizm ahtapotunun vantuzları Suriye’ye yapışmaya başladı...
Sayın okuyucumuz, kamuoyumuzun bir kesimini meşgul eden konuların
en önemlisi, "İran Suriye’deki muhaliflere neden destek olmadı?"
sorusuydu. Bütün bu sahadaki gelişmelere ilişkin yukarıdaki analitik
açıklamalarımızdan sonra İran'ın muhalif terör örgütlerine neden destek
olmadığı şimdi daha iyi anlaşılmıştır sanırız...
Konunun daha iyi anlaşılması için kısmen detaylandıracak
olursak; İran’ın stratejisinde, silah ile devrim ihraç etme veya o amacı güden
gruplara yardımcı olmak diye bir hedefi yok ve olamaz zaten. Çünkü her şeyden
önce böyle bir durum İslâm akidesine ve Allah Resulü’nün rol-model (usvetun
hasene) ahlâk anlayışına ters. Zira Şiî fıkhında silahlı kalkışmaya cevaz
yoktur. Nitekim İmâm Humeynî Necef'te sürgünde iken Şah'a karşı silahlı
faaliyetlerde bulunan "Halkın Mücahidleri" örgütünün lideri Mesud Recavî
İmâm'a biat etmek istiyor. İmâm, "Terör ve anarşik eylemlerde bulunmamak
koşulu ile biatınızı kabul ederim" deyince, Mesud Recavî biat etmeden
İmâm'ın huzurundan ayrılıyor. Nitekim bu örgüt uzun yıllar terör eylemlerinde
bulunmaya devam etmişti. İmâm Humeynî her daim peygamber ahlâkına iltisaklı
olarak hareket edip 1963 yılında başlattığı devrim hareketini sivil itaatsizlik
yöntemi ile Şah rejimine karşı tavır alıp uzun yıllar sürdürdüğü irşad ve
tebliğ çalışmalarıyla İran halkının gönlünü fethetmeye muvaffak oldu ve
milyonlarca halkın katılımı ile İran’da kansız devrim gerçekleşti. Şah'ın özel
muhafız ordusu olan SAVAK askerleri, sivil itaatsizlikte bulunup sokak
gösterileri yapan halka ateş ederken ön saflarda olan kadınlar askerlere gül ve
karanfil atıyordu. Bu durum karşısında askerler komutanlarının "ateş
et" komutunu dinlememeye ve topluca firar etmeye başlıyorlar. Neticede
İslâm Devrimi bu şekilde gerçekleşmiş oluyor.
Sosyolog Yazar Ali Bulaç İran İslâm Devrimi'ni 1789 Fransız
ve 1917 Rus devrimleri ile kıyaslayıp, "En kansız devrim, İran İslâm
Devrimi'dir" diyor.
İranlı siyasî mesuller bugün de aynı düşünceye sahip olarak,
"Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah da onların durumunu
değiştirmez." (Raf: 11) ilâhî uyarı muvacehesinde bir strateji ile hareket
ederek Müslümanların içerisinde bulunduğu ataletten kurtulup kendilerine
gelmelerini, öz değerleriyle mütenasip bir hayat tasavvuruna kavuşmalarını ve
ancak bu aşamadan sonra kamusal düzenin değişeceğine inanmaktadırlar. Devrim
Lideri İmâm Humeynî her daim şu sözü dile getiriyordu: "Biz kitabın
kavline göre hareket etmekle mükellefiz."
İran'ın Suriye ile olan ilişkisine gelince. İran'da İslâm
Devrim'inin gerçekleşmesinin hemen akabinde bizzat Merhum İmâm Humeynî Müslüman
ülkelerin başındaki yöneticilere Filistin konusunda (silah sevkiyatı dahil
olmak üzere) dayanışma içerisinde olma talebinde bulundu. Ne yazık ki, 22 Arap
ülkesi içerisinde sadece Suriye İmâm'ın talebine müspet cevap veriyor. Bu
çerçevede İran ile Suriye arasında Filistinli direniş gruplarına eğitim
verilmesine ilişkin ve silah sevkiyatı hususunda bir takım askerî işbirliği
anlaşmaları yapılıyor ve bu çerçevede faaliyetler sürdürülüyor.
Suriye hükümeti, ABD’nin ve Siyonist çetenin uzun yıllar
süren tehditlerine ve bir takım Arap dostlarının (!) tavsiyelerine rağmen
Filistinli savaşçı grupların ofislerini ve eğitim kamplarını kapatmaya
yanaşmıyor. 80’li yılların başından beri İran’dan gelen silah sevkiyatı
kesintisiz olarak devam etmişti. Bu silah sevkiyatı vesilesi ile 18 yıl boyunca
verilen gerilla savaşı sonucu Siyonist çete tarihinde ilk defa yenilgi tadarak
Güney Lübnan topraklarını terk etmek zorunda kaldı. Akabinde beş yıl daha
verilen mücadele ile 38 yıl işgal altında kalan Gazze, Suriye üzerinden
İran’dan gelen silahlar vasıtasıyla bi iznillah işgalden kurtarılmış oldu.
(Sayın okuyucumuz içimizdeki mezhep taassubu güden bir zümre var ki, olayın bu
yönünü ya es geçmekte veya görmezden gelmektir.)
İşgalci İsrail’i en çok rahatsız eden Suriye’nin İran’dan
gelen silah sevkiyatına lojistik destek vermesi ve Filistinli savaşçı gruplara
ofis ve eğitim kamplarını tahsis etmesiydi. İran ile yapmış olduğu silah
sevkiyatı ve bir takım askerî işbirliği anlaşmalarından dolayı işgalci İsrail
için en büyük güvenlik tehdidi Suriye idi. Bu yüzden ne yapıp edip Esad
rejimini yıkmalıydılar! Obama döneminde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton,
“İsrail’i İran’a karşı korumanın en iyi yolu Suriye’de Esad’ın devrilmesidir.”
demişti. Yıllardır güttükleri hedef ve gaye buydu. Şimdi emellerine ulaştılar.
Colani ilk beyanatında Siyonist çeteye mesajını şöyle verdi: “Suriye
topraklarını İsrail’e saldırılarda kullandırmayacağız. İsrail ile barış
masasına oturmaya hazırız.”
Bildiğiniz üzere muhalifler Obama döneminde örgütlendi ve
silahlandırıldı. Nitekim, Erdoğan bir demecinde bu gerçeği şöyle dile
getirmişti: “Ey Amerika biz birlikte Özgür Suriye Ordusu’nu kurmadık mı? Biz
ÖSO’yu Obama döneminde kurduk.”
Bakınız, Arap Baharı sadece manipüle edilmeye uygun bir
bahane olmuştu. Bu yüzden IŞİD, el-Kaide ve el-Nusra’yı o dönemde Irak ve
Suriye’de devreye soktular.
Anti parantez hemen şunu da belirtmiş olalım ki, terör
örgütlerini devreye sokmadan önce son şanslarını Davutoğlu ile denediler.
Bildiğiniz üzere dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ABD talimatlarını
Esad’a sunması ve Esad’ın “Bedeli ne olursa olsun ben Filistin davasını
satmayacağım” demesi üzerine olanlar oldu ve Suriye’nin başına terör örgütleri
musallat edildi. Bir gün önce "Kardeşim Esad" diye hitap edilen kişi
bir gün sonra, "Katil Esad" oldu. Oysa ailece görüşmeler, kahvaltılar
yapılıyordu, birlikte deniz sefaları ve piknikler yapılıyordu. Bunun ötesinde
asıl olarak pasaportsuz gidiş gelişler başlamıştı. Ortak bakanlar kurulu
oluşturmuştuk. Tek devlet olma yolunda ilerliyorduk. Bu müspet gelişme büyük
şeytan ABD'yi ve Siyonist çeteyi telaşlandırmaya ve harekete geçirmeye
yetmişti. Ne yapıp edip buna engel olunmalıydı! Derhâl düğmeye basıp terör
örgütlerini bindirilmiş kıtalar olarak harekete geçirdiler. Şiddete teşne ruh
hastası teröristler en acımasız yöntemlerle sadece ismi Ahmet veya Mustafa olan
askere, polise veya kamu personeline değil, kendi saflarına katılmayanlara da
kurşun sıkmaya başladılar. İnsanları demir kafeslere tıkıştırıp suda boğdular.
Yüzlerce insana tek sıra hâlinde diz çöktürüp kafalarına sıkarak katlettiler.
Filistinlilerin kamplarına baskın yapıp kendilerine katılmak istemeyenleri
kurşuna dizdiler. Kampları bombaladılar. Türk askerinin üzerine benzin dökerek
yaktılar. Kadınları bile acımasızca infaz ettiler. Teröristlerin insanlık dışı
yöntemlerle yapmış oldukları korkunç işkence ve infaz görüntüleri yıllarca
medyada dolaşımdaydı. Bunlar ne çabuk unutuldu. O günlerde vuku bulan ve
yıllarca devam edegelen terör eylemlerinden en çok memnun olan Siyonist çete ve
ABD idi. Güdümlü medya ise bu terör eylemlerinin faturasını Esad’a kesmek için
çeşitli iftira ve tezviratlarla "beşinci kol" faaliyetlerini hummalı
bir şekilde sürdürmeye devam etti. Adeta Hitler'in Propaganda Bakanı Gobbels’in
rolünü üstlenmişlerdi. Gobbels’in en önemli taktiği yalandı. Nazilere verdiği
konferansta, "Yalanı çok söyleyin, ne kadar büyük yalan söylereniz ve bunu
sürekli tekrar ederseniz halk buna mutlaka inanacaktır" diyordu... Bu
taktiği "beşinci kol" faaliyetlerini yürüten medya yaptı. Neymiş
efendim? Esad halkını varil bombaları ile katlediliyormuş, Esad halkını
kimyasallarla öldürüyormuş. Özellikle "Beyaz Baretliler" diye bilinen
şebeke Hollywood filmlerine özgü bol illüzyonlu "after effects"
görsellerle sansasyonel haberler hazırlayıp ana akım medyaya servis edip
durdular. Hatırlayınız, üç-beş yaşlarında çocukları bir spor salonuna getirip,
üstlerini soyup ağızlarna köpük spreyi sıktılar ve bu görüntüleri "Esad
halkını kimyasal siyanür gazı ile katlediyor" diyerek servis ettiler.
Bütün bunlar Birleşmiş Milletler'in denetçilerinin bağımsız keşif raporları
vasıtasıyla yalan olduğu ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler Savaş Suçlarını
Araştırma Komisyonu'nu bizzat Beşşar Esad Suriye’ye davet etmişti. "Ben
halkımı neden katledeyim, ben halkıma düşman değilim, benim mücadelem
teröristlerle" diyordu. Fakat buna rağmen her gün televizyon kanalları ve
gazeteler "Esad sivilleri katlediyor, Esad halkını katlediyor"
diyerek yalan, iftira ve tezviralarla gündem oluşturmaya devam edildi. (İsmini
şu an hatırlamadığım seküler bir gazeteci bir TV programunda şunu söylemişti:
"Yahu siz ne konuşuyorsunuz, adam aptal mı, halkını katledip kendi ayağına
sıkar mı? Bunu hiçbir lider yapmaz, adama iftira etıyorlar" demişti.)
Çamuru duvara at, tutmazsa izi kalır. Ne yazık ki, kamuoyumuzun ezici çoğunluğu
bu tür manipülatif haberlerin tesirinde kaldı ve bu tür yalanlara inanır oldu.
En son Sednaya Hapishanesi'ni iftiralarına malzeme yapıp marangoz atölyesinde
sunta için kullanılan pres makinasını göstererek "insanlar işkence
edilerek burada preslenip öldürülüyordu" dendi. Biz Suriye
hapishanelerinde işkence yapılmadığını iddia etmiyoruz. Sonuçta orası da
diktatoryal bir rejimdi. Bunun bin beteri olan Suudi Arabistan ve diğer Arap
ülkelerinde işkence yok mu sanıyorsunuz? Suudi kralı Selman'ın emri ile İstanbul'daki konsolosluk
binasında Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın nasıl işkencelerden geçirilip
katledildiğini ve akabinde siyanürlü asitle nasıl eritilip yok edildiğini
biliyorsunuz. İşkence konusunda isterseniz Türkiye'den örnek verelim! Sadece 12
Eylül döneminde binlerce siyasî mahkum insanlık dışı yöntemlerle işkencelerden
geçirildi. Benim öz kardeşim ve 11 arkadaşı Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi'nde başörtüsü yasağını protesto ettiler ve Ulucami önünde bildiri
okudular diye kaldıkları öğrenci yurduna gece baskın yapılarak yaka-paça,
karga-tulumda derdest edilip emniyete götürüldüler ve 6 gün, altı gece
sorgulanıp ifadeleri alındığı esnada insanlık dışı işkencelere maruz kaldılar.
Ayrıca, "Başörtüsü bahanesiyle laik rejimi yıkıp yerine şeriat düzeni
getirmek amacıyla teşekkül oluşturmak" maddesinden idamla yargılanmak
üzere Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ne sevk edildiler. Bütün bunlar Turgut
Özal'ın başbakan, Kenan Evren'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde yapıldı. O dönem
idam cezası yürürlükteydi. İnsaflı bir savcıya rastlamasalardı bu 12 ilahiyat
öğrencisi idam edilecekti. Tıpkı 17 yaşında idam edilen Erdal Eren gibi...
Kısaca ifade edecek olursak Batılı ülkeler de dahil olmak
üzere Müslüman ülkelerin çoğu bu konuda masum değil... İster birey, ister
devlet olarak İslâm'da en temel prensip adil olmaktır. Yargı adil değilse,
zulüm kaçınılmazdır. İmâm Ali buyuruyor ki: "Adalet mülkün temelidir.
Devletin dini adalettir."
İnsanın dini ise hem adalet, hem merhamet üzere olmalıdır.
Siz, bir rejimi devirmek için ellerine silah ve bombaları alıp yaptıkları terör
eylemleriyle insanlık dışı vahşet örneği sergileyenlerin; insanları demir
kafesler içerisinde suda boğanların, 1500 dolayında polis koleji öğrencisini
nehir kenarına götürüp tek tek kafalarına sıkıp nehire atanların, 8 yaşında
çocuğun boğazını tekbirler eşliğinde kesenlerin, belediye binalarından kamu
çalışanlarını canlı canlı aşağıya atanların, pazar yerlerinde kadın ve
çocukların yoğun olduğu ortamlarda bombalar patlatıp ortalığı kan gölüne
çevirenlerin adil bir yönetim kuracağını mı sanıyorsunuz? Eğer buna
inanıyorsanız büyük bir yanılsama içerisindesiniz. Kadim tarihten bu yana asla
böyle bir şey görülmemiştir. Ne tarihte, ne günümüzde bunun bir örneği yoktur.
Zalimden/merhametsizden adalet beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Her şeyden
önce bu sünnetullaha aykırıdır...
Şu anda cumhurbaşkanı diye taltif edilen Colani'ye gazeteci,
"Başta Bağdat olmak üzere Irak'ın muhtelif şehirlerindeki pazar yerlerinde
kadın ve çocukların yoğun olduğu ortamlarda bombalar patlatıp yüzlerce insanın
ölümüne sebebiyet verdiniz, ne hissediyorsunuz?" diye sorunca, gayet
pişkin bir şekilde, "O zaman genç ve cahildim" diye cevap veriyor. Bu
kişi şimdi Suriye'nin cumhurbaşkanı öyle mi? Amerika öylesine büyük bir şeytan
ki, başına 10 milyon dolar konmuş olan teröristi kullanışlı aparat hâline
getirip Siyonist çeteye alan açmak için cumhurbaşkanı yapıyor!
İfade etmek istediğimiz o ki, Esad bu teröristlere karşı 13
yıl dayandı. Aksa Tufanı’nın devreye girmesiyle İran ve Hizbullah HAMAS’a
destek amacıyla fiilen savaşa iştirak etmesi sonucu Suriye’de oluşan boşlukla
Esad terör örgütlerine karşı mukavemet edemez oldu. Bu esnada Arap Birliği
devreye girerek Esad’ı tekrar birliğe dahil ettiler. Bunun ön şartı ise Esad’ın
İran ve Hizbullah ile diyaloğunu koparması vardı. Esad bu şekilde tuzağa
çekildiğini fark edemedi ve eşyanın tabiatı boşluk kabul etmediği gibi
Suriye’de meydana gelen boşluk İdlip’te kuluçkaya yatan HTŞ terör örgütünün
hareket etmesine olanak sağladı. Sonuçta Esad için ülkeyi terk etmekten başka
bir seçenek kalmamıştı. Direnip daha fazla kan dökülmesine sebebiyet vermemek
için Esad erdemli bir tavır sergileyerek ülkesini terk etti. Sonuç olarak 13
yıl boyunca Suriye’de estirilen terörle 1 milyon dolayında insan öldü, 7-8
milyon dolayında insan doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kaldı ve
alt yapısıyla, yerleşim alanlarıyla baştan sona harabeye dönen bir ülke..
Teröristlerin bunu yapmaya ne hakkı vardı? Bütün mezheplere göre silahlı kalkışma
ile devrim yapılmaz. İsmi Ahmet, Hasan veya Mustafa olan polise, askere ve kamu
personeline kurşun sıkıldı. İnsanlık dışı katliamlar yapıldı. Sonunda Suriye
yönetimini ele geçirdiler. Ele geçirdiler geçirmesine ama bu hengâmeyi fırsata
dönüştüren Siyonist çete Golan Tepeleri’nden aşağı inerek Şam’a 15 km yaklaştı
ve bu şekilde üç Gazze büyüklüğünde toprağı işgal etmiş oldu. Stratejik açıdan
olayın en tehlikeli yönü ise Siyonist çetenin o bölgedeki hidroelektrik
barajını ve su kaynaklarını ele geçirmiş olması. 1967 yılından bu yana
Suriye’de bir karış ilerleyemeyen Siyonist çete şimdi Şam kırsalına yaklaştı.
Geçmişte yapmış olduğu katliam ve terör eylemlerinden dolayı başına 10 milyon
dolar konmuş olan Colani lakaplı HTŞ lideri Ahmet eş-Şara, Suriye’nin yeni
lideri olarak bakalım işgalci İsrail’e karşı nasıl bir tavır alacak?
Gerçi kendisi, “Bizim tek düşmanımız İran ve Hizbullah, biz
İsrail ile barış masasına oturabiliriz” demişti. İsrail işgale devam ediyor o
barıştan söz ediyor. Fe subhanAllah. Askerlerini işgalci İsrail’e karşı
yönlendireceğine Lübnan’a saldırtıyor. Öte yandan Tartus ve Lazkiye kent ve
köylerinde Alevîlere yönelik baskı ve zulümler devam ediyor. Adeta sürek avı
yapıyorlar. İnsanlar kaçırılıp katlediliyor. Gençler kamyonlara doldurulup bilinmeyen
yerlere götürülüyor. Akılları sıra Alevî Esad’tan intikam alıyorlar! Bu
gelişmeler son derece endişe verici. Bazılarının iddia ettiği gibi bu
yapılanlar "münferit vaka" değil... Kamuoyu olarak, "bekle
gör" yapacaktık. Ancak bizim şimdiden gördüklerimiz içimizi dilhûn edip
karartıyor...