İsim olarak kabul etmeseler de bunlar üç aşağı beş yukarı
Muaviye'nin angaje ettiği din anlayışına sahipler. Bunların içerisinde âlim,
şeyh, şıh veya kutub olarak bilinenler genelde Kûr'ân hafızıdırlar, Kütüb-ü
Sidde'yi su gibi yutmuşlardır. Bunların müntesipleri tevhidî değerler adına
putlardan nefret ederler, ancak kendi şeyhlerini putlaştırırlar. Bunlar
"nass" olmayan hususlarda şeyhlerinin vaazlarında söylediklerini tabu
olarak mülahaza edip "nass" olarak görmektedirler. Bu da şirkin bir
şubesi, bir çeşidi olmaktadır. Dinde fer'i meseleler "nass" olarak
algılanamaz. Muaviye ve ardılları saraylarına aldıkları "kapıkulu"
sözde âlimlere, kendilerine muhalif olan fıkıh ekollerini öylesine ayrıştırıp
ötekileştirdiler ki, bu ekoller tarih boyu "bidat ehli" ve
"sapkın fırka" olarak insanlara empoze edildiler.
Kin ve düşmanlığa tahrik edilen cahil halk kitleleri de
kendi dışındakileri ötekileştirmekte ve ayrıştırmakta o kadar ileri gittiler ki
kendilerinden olmayanları çok rahat bir şekilde tekfir edebilmektedirler.
Maatteessüf ki, bu mantık bugün de tedavülde bulunmaktadır. Yani ifade etmek
istediğimiz o ki, Muaviye'nin saray uleması tarafından insanlara sunulan din
anlayışı hâlâ yürürlükte bulunmaktadır. Adeta bulaşıcı bir hastalık gibi
bunlarla teşriki mesai içerisinde olan insanlar bir şekilde enfekte oluyorlar;
taassub hastalığı onlara da bulaşıp sirayet ediyor. Her ne kadar ilk eksen
kayması ve ilk fay hattı kırılması "Sakife"de başlamış olsa da
ilerleyen yıllarda Emevîlerin iktidara gelmesiyle yüce dinimiz İslâm iki ana
akıma ayrılmış oldu. Biri, Muaviye'nin din anlayışına angaje olmuş cenah,
diğeri ise saltanat sahipleriyle asla uzlaşmaya yanaşmayan Ehl-i Beyt muhibbi
kesim. Ehl-i Beyt muhibbi olanlar saltanat sahiplerini meşru görmedikleri için
sürekli dışlanmışlar ve zulme maruz kalmışlardır. İşin üzücü tarafı bu kesim
tarih boyunca azınlıkta oldukları için sadece saltanat sahiplerinden değil,
diğer halk kitlelerinden de dışlanmaya ve baskılara maruz kaldılar. Bu
dışlanılmışlık bugün de devam etmektedir. Ötekileştirmenin temeli her ne kadar
Sakife, Cemel, Sıffin, Nehrevan ve Kerbelâ vakalarında atılmış olsa da dışlama
ameliyesi hicrî 295 yılında devlet politikası olarak resmiyet kazanmış oldu.
O dönemde Harun Reşit saltanat sürüyordu. Kûr'ân ve
Sünnet'in gerçek muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt imâmlarına sürekli
baskı, sabotaj ve blokajlar yapıldığı için insanlar başka başka kapılarda hak
ve hakikat arayışına ve fıkhî sorunlarını çözmeye girince Harun Reşit'in
dönemine kadar mezhep sayısı oldukça çoğalmıştı. Harun Reşit kendi saltanatına
onay veren 4 mezhebi meşru ilân edip, 4 mezhep dışındakileri illegal ilân etti.
Bu durum zamanla halk kitleleri tarafından benimsenmiş oldu. Saray alimleri 4
mezhebi halk kitlelerine kanıksatmak ve bu anlayışı yaygınlaştırmak için birçok
eserler yazdılar. Zamanla bu 4 mezhep "hak" ve "mutlak doğrunun
kaynağı" olarak görülür oldu. Bu yanlış mantık Müslüman camia tarafından
öylesine anlayışla karşılandı ki, mezhep ürünü olan fıkhî çıkarsamalar
"nass" olarak görülmeye başlandı. Bu nedenle "4 hak mezhep"
metaforu İslâm dünyasının ezici çoğunluğu tarafından kabûl gördü.
Oysa o 4 mezhebin kriterleri ve fıkhî çıkarsamaları
birbiriyle de çelişiyordu. Biri Allah Teâlâ'ya mekân isnad ederken, diğeri
beden isnad etmektedir. Birinin "haram" dediğine, diğeri
"helâl" damgasını vurmaktadır. Birinin "mekruh" dediğine
diğeri "mubah" diyebilmektedir. Oysa hak ve doğru bir tanedir, haram
ve yanlış bir tanedir. Bir gün imâm Cafer insanların başka kapılarda fetva
arayışına girdiklerini görünce, "Bu insanlara ne oluyor, bu insanlar bizim
kapımızda neyi eksik gördüler de başka kapılara gidiyorlar?" diye soruyor
ve sitem edip hayıflanıyor. Bu tutuma ilişkin iki hadis-i şerif karşımıza
çıkmaktadır. Birincisi, "Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir. Ona
sığınan kurtuluşa erer, yüz çeviren helâk olur." İkincisi, "Benden
sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet bırakıyorum.
Birincisi Allah'ın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân ile benim
sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im." Hadis-i şeriflerdeki
mesaj çok açık ve net: Allah Teâlâ'nın mutahhar kıldığı Ehl-i Beyt imâmlarını
siyasette/toplumsal düzenin tanziminde ve hayatın her alanında rehber ve yol
gösterici olarak kabullenmek "sahih hadis" kapsamında olduğu için
"nass" olarak karşımıza çıkmaktadır. Keşke o ezici çoğunluk
"nass" nosyonunun hangi referans ve kriterlerle karşımıza çıktığını
bilseler! Ne yazık ki, tarih boyunca İslâm ümmetinin büyük ekseriyeti
"nass" ile tayin edilmiş olan Ehl-i Beyt imâmlarından yüz çevirip
saltanat sahiplerini meşru gördü ve onların tayin ettiği kapıkulu ulemasını
kendilerine yol gösterici edindi. Mutahhar imâmlar dururken fıkhı yanılabilir
insanlardan öğrendiler ve onların verdikleri fetvaları tabu hâline getirip
"nass" olarak gördüler.
Oysa "nass" hak olana denir, mutlak olana denir.
Öyle ki, içtihad doğruya ve hakka yakın olabilir ancak "hak" ve
"mutlak doğru" olamaz. İctihad tercihe bırakılmış bir çıkarsamadır.
Bu nosyon iyi anlaşılırsa ayrıştırıcı yaklaşımlardan ve bu bağlamdaki şirk
kavramından uzak durulmuş olur. Tevhidî değerlerle mücehhez kılınmış din ile
eksen kaymasına maruz kalmış din üzerindeki farklı algı anlaşılmış olması
lazım. Özgün ve otantik bilgiyle Ehl-i Beyt'in öğretmenliğinde Kûr'ân ve Sahih
Sünnet'e yeniden rücû etmek durumundayız. Zira "Kurtuluş Nuh'un
gemisindedir." Kurtuluş liyakat sahibi olmayanların yolundan gitmek değil,
kurtuluş "mutahhar" olanların yolundan, "sırat-ı müstakim"
üzere olanların yolundan gitmekle, onları rehber edinmekle olur. Vesselâm..