Tütün hareketi, meşrutiyet hareketi, petrol hareketi ve
bunların ardından gelen gerileme gözümüzün önümüzdedir. Bugün İmam'ın (r.a) ve
halkın azmi ile İran, düşmanlarının açıkça “İran'ın kendisi denklem
yaratıcısıdır, denklemlerle pasif hale getirilemez, sahneden uzaklaştırılamaz”
dediği bir noktaya gelmiştir. Bugün tabii ki çok hassas ve çok tehlikeli bir
durumdayız ve sürekli emek vererek ve büyük bedeller ödeyerek elde ettiğimiz
büyük başarılarımızdan faydalanmamız ve yurt içi, bölgesel ve küresel arenada
özen göstermemiz ve konumlarımızı ve başarılarımızı artırmaya çalışmamız
gereken bir noktadayız.
911 kameri yılında vefat eden büyük Ehl-i Sünnet
alimlerinden Abdurrahman Süyuti'nin “Dürrü’l Mensur” tefsirinin 66. Sayfasındaki
rivayette şu ifadeler geçmektedir: “Hud Suresinin 112. Ayeti (Öyle ise
emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru
olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla
görür) nazil olunca Resulullah (s.a.a) Müslümanlara hitaben şöyle
buyurdular: “Şemmiru, Şemmiru” yani “kollarınızı sıvayın”, “kollarınızı
sıvayın”.
Bu mübarek sure Mekke döneminde nazil olmuştur ve Peygamber
Efendimiz’in (s.a.a) Mekke'de bulunuşu ile Hicri sekizinci yılda Mekke'nin
fethi arasında nasıl korkunç ve büyük olaylar yaşandığını biliyorsunuz. Bu zor
dönemde kâfirlere göre sayıca az olan, zenginlikleri ve maddi güçleri küfür
cephesiyle karşılaştırılamayacak kadar az olan Müslümanlar, İslam'ı Arap yarımadasına
hakim kılıp, dünyanın doğusundan batısına kadar elçi göndermeyi başardılar.
Bu durum iki şeyi gösteriyor; Birincisi Müslümanların
Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) buyurduğu gibi “kollarını sıvamış” olmaları,
yani adam gibi işin başına geçmiş olmaları ve ikincisi de onların bu duruş ve
azminin “büyük sonuçlar” vermiş olmasıdır.
Halkın bu azmi elbette hadislerden anladığımız kadarıyla Hz.
Peygamber'in gece gündüz sürekli ve devam eden çabalarına bağlıydı ve bu
nedenle şöyle buyurulmuştur: “Kendine ve aynı zamanda ümmetine de bu yolda direnme
konusunda rehberlik et.” Bu, yani Peygamber’in (s.a.a) bu konuya gece gündüz
özen gösterdiği ve önem verdiği anlamına gelmektedir.
Bu dayanıklılığın ve
direnişin temeli imandı ve Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) Mekke'deki
çalışmalarının odak noktasının, tahammülle birlikte dini inanç ve inançların
teorik ve pratik temellerini derinleştirmek olduğunu biliyoruz. Bu nedenle
Mekke'de yetişen Müslümanlar, düşmanların ağır toplu saldırılarıyla karşı
karşıya kalınca, onlara sebat etmeleri emredildi. Maide Suresinin 45. Ayetinde
de bu konuya değinilmektedir: “Ey iman edenler! (Savaş için) bir toplulukla
karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.”
Şimdi bir an için
Peygamber'e iman eden az sayıdaki Müslümanın sayılarının azlığı ve bazı zorlu
olaylar nedeniyle işlerine devam etmekten uzaklaştığını ve azmin yerini
sabırsızlığın aldığını bir düşünün, o zaman bu din asla kabul edilmezdi ve
insanlık başka bir yol bulurdu ve neyin yapılıp neyin yapılmaması gerektiğini
bilmenin hiçbir yolu olmaz ve dünya tamamen karanlık ve dehşet verici bir hal
alırdı.
Tatlı bir sonucu olan bu
yol elbette kolay bir yol değildir. Üstelik dış düşmanlar hak cephe lehine bir
denklemin oluşmasını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Onlar bu mücadelede
tüm ahlaki ve insani ilkeleri ve yalan iddialarını ayak altına almakta, aynı
zamanda içeridekilerin kirli dilleri de ortaya çıkmakta ve hak yolunda türlü
türlü şüpheler ortaya atılmaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in çeşitli
ayetlerinde içeriden ve dışarıdan hak cepheye yönelik olarak dile getirilen bu
şüphelerin büyük bir kısmına değinilmiştir. Bu şüphelerden biri de güçlü bir
düşmana karşı direnmenin ne faydası olduğudur? Günümüz tabiriyle, “Bunun ulusal
çıkarlara ne faydası var?” denilmektedir. Bir diğer şüphe ise, düşmanların
yakında Müslümanları yok edeceğidir (bugünün tabiriyle, denklem İran'ın ve
onların oluşturduğu direniş cephesinin aleyhine değişmektedir) Şüpheciler
özellikle kritik anlarda, örneğin hak cephenin yoğun baskı altında olduğu
zamanlarda kapsamlı olarak devreye giriyor. Böylesi durumlarda onların özel işi
insanların kalplerini boşaltmaktır.
Kur'an-ı Kerim’in farklı
ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır: “Münafıklar, erleri savaş meydanında olan
insanların arasında dolaşarak, müminlerin yakında mağlup olacağını söylerler, “işte
o zaman onların bu topraklarda kalmalarına izin vermeyeceğiz” derler. (Günümüz
yorumuyla, düşmanla yapılan bu militan politikalar başarısız oldu ve bu
politikaların devam etmesine izin vermeyeceğiz ve düşman karşısında direnmek ve
sebat etmek yerine, anlaşma ve uzlaşma yolunu izlemeli, militan pozisyonlardan
vazgeçilmelidir.)
İlginçtir ki, dışarıdaki
düşmanların baskıları ve içerideki münafıkların şüpheleri doruğa çıktığında,
Allah müminleri, dış düşmanın baskıları ve münafıkların alayları nedeniyle
ilkelerini vurgulamakta gevşememeleri konusunda uyarmıştır. Allah-u Teala Hud
suresinin 11 ve 12. Ayetlerinde şöyle buyurmaktadır: “Ancak sabredip salih amel
işleyenler böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat
vardır. (Ey Muhammed!) Belki de sen, (müşriklerin) “Ona bir hazine indirilseydi
veya beraberinde bir melek gelseydi ya!” demelerinden dolayı sana
vahyolunanlardan bir kısmını göz ardı edeceksin ve o yüzden göğsün daralacak.
Fakat sen, ancak bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.”
Yani sabır ve salih
ameller ile büyük bir mükafata (büyük bir sonuca) ulaşanlar, yolun doğruluğu ve
Peygamberin (s.a.a) sözlerinin doğruluğu konusunda zayıflığa düşmesinler ve düşmanların
ve münafıkların alayları ve zulmü ile müminlere yapılan bu baskı, Allah Resul’ünü
düşmanlarla ve onların hileleriyle mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamaktan
alıkoymasın. Bu ayetler, müminlerin, zorlukların ve şüphelerin dorukta olduğu bir
durumda kâfirlerle daha fazla mücadele edilmesi (ve yeni zafer sayfaları açması)
düşüncesini ihmal etmemeleri gerektiğini söylüyor. Düşmanın saldırıya odaklanması
onun kendisini kaybeden bir durumda gördüğü anlamına gelir ve onun huzurunu
kaçıran da hak cephesinin zaferleridir.
Düşmanların hak cephesine
düşmanlığa yönelmesi durumunda (ilkelerden vazgeçme yönündeki yoğun baskı
dışında) ortaya çıkan en önemli baskılardan biri de hak cepheyi parçalama
yönünde uygulanan baskıdır. İslam düşmanlarının ve İran İslam Cumhuriyeti
düşmanlarının bir cephe gibi hareket ettiğinden ve bu cephenin eylemine bir an
bile kayıtsız kalmadıklarından şüphemiz yoktur. Dahası, gaspçı rejimin Filistin
ve Lübnan'daki sığınmasız insanlara yönelik saldırılarının doruğunda,
Avrupalılar, suç unsuru cephelerini yani İsrail rejimini desteklemek amacıyla,
İran'ın havayolu şirketine ambargo uyguladıktan sonra, İran İslam
Cumhuriyeti'nin nakliyesine de ambargo uyguladı. Öyleyse bir cephe hareketi ile
karşı karşıyayız ve bu durumu aşmak için ortak bir cepheye ihtiyacımız var.
Peygamber Efendimiz (s.a.a)
zamanında, düşman nüfusuna nazaran onun çevresinde, çoğunlukla maddi
imkânlardan yoksun, sadece Peygamber Efendimiz ‘in hedefleri doğrultusunda
içten ve samimi bir şekilde çalışan küçük bir nüfus vardı. Münafıkların o
dönemdeki baskılarından biri de bu insanları Peygamber'in (s.a.a) çevresinden
dağıtmak, hatta Peygamber'in (s.a.a) cephesini çökertmekti ama tabii bu kötü
amaçlarına ulaşmak için yumuşak sözler kullandılar. Yüce Allah, yüce peygamberini
bu sözlere kulak vermemesi konusunda uyarmaktadır. Allah-u Teala Hud Suresi'nin
30 ve 31. ayetlerinde şöyle buyuruyor: “Peygamber bu tip iddiaları reddederek şöyle
dedi; Ey kavmim! Eğer ben onları kovarsam, beni Allah’tan kim koruyabilir? Hiç
düşünmüyor musunuz? Size ben, “Allah’ın hazineleri yanımdadır”, demiyorum;
gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler
için, “Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez” de diyemem. Allah, onların
içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten
zâlimlerden olurum.”
(Nuh Peygamber (a.s) ile
o dönemin kâfir ve münafıklarının konuşmalarını anlatan bu ayetlerin nazil
olduğu dönemde İslam Peygamber’inin, Müslüman münafıkların baskısı altında
olduğu açıktır ve bu kişiler Peygamberin Ammarlardan, Ebu Zerlerden yardım
almak yerine, Ebu Süfyan gibi meşhur kişilere dostluk eli uzatmasını ve yardım dilemesini
istediler ve siyasi ve kabilesel anlaşmalar vb. yoluyla, Ebu Süfyanların
endişelerini gidermek, yeni kurulan Medine toplumuna barış getirmek istediler.)
Bugün de Kur'an'ın
reddettiği bu eski ve reddedilen iddialar yeniden düzenlenmiş ve piyasaya
çıkmıştır. Amerikalıların ve Avrupalıların bu millete ve İslam inkılabının bölgedeki
mücahit yoldaşlarına karşı düşmanlığı her geçen gün artarken, bazı kişiler “Filistin'i
Filistinlilere, Lübnan'ı da Lübnanlılara bırakın ve onları bombaların altında
yalnız bırakın, çünkü uluslararası sistem ve ilişkilerde bunlar Amerika'nın,
Fransa'nın, İngiltere'nin özelliklerini taşımıyor!” demeye başladılar. Eğer bugün
İran ABD ve Avrupalı hükümetler tarafından tehdit edilmesine rağmen pes
etmiyor ve bu milletin yüce hedeflerini güvence altına almak olan yoluna devam
ediyor ve aynı zamanda bölgedeki geri kalan insanları ve dost hükümetleri de
düşmanın karşısında güçlü bir şekilde durabilecek ve ona galip gelebilecek
seviyeye ulaştırıyorsa, bu bir cephenin oluşması sayesindedir. Elbette bu cephe
baskı altındadır ve İran'dan Yemen'e, Irak'tan Suriye'ye, Lübnan'dan Filistin'e
kadar tüm bu cephede her an düşmanın baskısını görüyoruz ve özellikle
geçtiğimiz yıl bu cephede yaşanan yaraların farkındayız. Ama biliyoruz ki bu
baskılar başarının meyvesi, başarının alameti ve hak cephenin bir sonraki büyük
başarısının sermayesidir. Bırakın İslam’ın ve Müslümanların düşmanları, İran’ın
ve Direniş Cephesi’nin düşmanları komplo kursunlar, içerideki Müslüman gibi
görünen münafıklar halkın kalplerini boşalttıklarını zannetsinler; Yol açıktır
ve hak cephesinin art arda zaferler kazanacağı kesindir.
Sadullah Zarei