Amerika Kıtasını Yeniden Keşfetmek

GİRİŞ: 01.06.2020 08:17      GÜNCELLEME: 01.06.2020 08:17
Rasthaber -  Bir tarihler Almanya Stuttgart'ta  akraba ziyaretindeydik. İsviçre'den geldiğimizi duyan başka akrabalarım da oradaydı. Kısacası oldukça kalabalık bir aile toplantısıydı. Sohbet esnasında konu döndü dolaştı mezhep ve Ehl-i Beyt mevzusuna geldi. "Ezber bozma" mahiyetinde anlattıklarımı ilk defa duyanlar şaşırmışlar ve adeta şok olmuşlardı. Bu meseleler Türkiye'de zaman zaman tartışılıyor, fakat oralarda veya bizim akraba çevresinde gündem oluşturmuyormuş ki, genç akrabam itirazcı bir tavırla, "Abi bu anlattıklarından anladığım kadarıyla biz Amerika kıtasını yeniden mi keşfetmeliyiz?" dedi. 
İnsanlarımızın pek çoğunda, özellikle mezhep konusunda öylesine ön yargı var ki, yanlış bildiklerini asla tartışmaya açamazsınız. Mezhep böyleleri için tabudur. Elbette ki bu algının oluşmasında âlim diye bilinen zevatın etkisi çok büyük. Yatıp kalkıp, "Dört hak mezhep vardır, bunlara 'Ehl-i Sünnet Vel Cemaat' denir. Bunların dışındakiler bidat ve  batıl ehlidirler" demekle öyle bir algı oluşturmuşlar ki, bu işe imânî bir vecibe olarak bakmaktadırlar. Oysa, fıkhî çıkarsamalarda bulunarak yapılan içtihatlar sonucu oluşan ekole mezhep denir. Hiçbir mezhep imâmı kendi içtihadını insanlara mutlak uyulması gereken "nas" gibi asla dayatmamıştır. "Nas" haktır ve tartışılmazdır. Oysa mezhep yanılabilir insanların içtihadları ile oluşmuş fıkhî kurallar manzumesidir. Hâl böyle iken mezheplere "hak" demek büyük bir ayrışmayı ve büyük bir vebali beraberinde getirmektedir. Hatta merhum ilahiyatçı yazar Yaşar Nuri Öztürk bir televizyon programında, "mezhebe 'hak' demek kişiyi dinden çıkarır" deyip uyarılarda bulunmuştu. Her şeyden önce mezhep akideye taallûk eden bir olgu değildir. Kişinin kendi tercihidir. "Dinde zorlama yok" (Bakara:256) ilkesi burada da geçerlidir. 
İnsanlarımızın tercih hususunda  bilmesi gereken çok önemli konu şudur: Akideye taallûk eden kriterleri yanılabilir insanların belirleme hak ve selahiyeti yoktur; onlardan öğrenilmez. Bir başka ifade ile, din yanılabilir insanların insafına ve inisiyatifine terk edilemez. Hiyerarşik yapı içerisinde şari (yasa koyucu) din merciî bellidir. Yanlış adreslerde "doğru" aranmaz. Adresi bize Kûr'ân ve Sevgili Peygamberimiz vermektedir. "Ben ilmin şehriyim, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan gelin." Bu hadis hem Sünnî, hem Şiî kaynaklarda meşhurdur. Din mutahhar olandan öğrenilir. (33/33) 
Mutahhar olanların beyanları Kûr'ân ve Sahih Sünnet kapsamındadır ve nas hükmündedir. (42/23)
Aslında Emevî ve ardıllarının blokaj ve bariyerleri olmasa her şey ayan beyan anlaşılacaktır. Fakat ne yazık ki, halkımızın büyük ekseriyeti tarafından bu bariyer aşılamamaktadır. Çünkü, kendilerine bulandırılmış ve flulaştırılmış bir din anlayışı sunulmuş/dayatılmış. Dayatılmış, çünkü o zamanlar kendilerine muhalefet edenleri acımasızca kılıçtan geçiriliyorlardı. (Hucr bin Adiyy'in başına gelenleri biliyorsunuz! Yine Harre olayını da bilmeyenleriniz yoktur herhâlde?)
Evet; bu ön yargı anlayışının bir şekilde aşılması gerekmektedir.. Manipülatif tesir altında kalan kardeşlerimize şöyle demek lazım: "Emevîlerin ne selefleri, ne kendileri ve ne de halefleri hayatta değil artık, çekinmeyin, korkmayın ve din anlayışınızı yeniden gözden geçirin, aklınızı, mantığınızı Kûr'ân hakikatlerine açın! Aklınızı sizin gibi yanılabilir insanlara ipotek ettirmeyin! Kûr'ân ve Sahih Sünnet ışığında hür iradenizi kullanın! Allah'u Teâlâ Kûr'ân-ı Kerim'in 70 küsur ayetinde, "Düşünmez misiniz?" "İbret almaz mısınız?" "Aklınızı kullanmaz mısınız?" diye ikazlarda bulunmaktadır. Bütün bu uyarı ve ikazlardan sonra Yüce Rabbimiz aklını/iradesini kullanmayanları şiddetli bir şekilde uyarıyor: "Aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırırım." (Yûnus:100) 
Tarih boyu öylesine algı operasyonları yapılmış ki, insanların pek çoğu, ayette belirtildiği üzere, "Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler." (A'râf:179) durumuna düşmüşler.
Bir özlü sözde ifade edildiği gibi: "Gören göz buğulu ise her şey buğulu görülür."
Öyle ki, Allah Resûlü ahirete irtihâl eder etmez "gizli muhalifler" Şûra Sûresi'nin 23'ncü ayetinde işaret edilen Ehl-i Beyt'in velâyeti (meveddet ayeti) hilâfına hareket edip inkâr ve absorbe politikalarıyla paralel din oluşturdular...   Peygamberimiz'den 150 sene sonrasında ise paralel mezhepler üretildi ve dinin yerine ikâme edildi. Hicrî 285'li yıllarda ise Harun Reşit, sarayındaki mollalara dört mezhebin kriterlerini arzuladığı şekle sokturdu ve bunları devletin resmî mezhepleri hâline getirdi. Artık bu manipülatif dayatmalar sonucu, "zalim de olsa, fasık da olsa yöneticilerinize itaat ediniz" anlayışı yaygınlık kazanmaya başlamış oldu. Buna istinaden söz konusu dört mezhep zaman ve süreç içerisinde halk nezdinde de legâl hâle geldi ve zalimlerle mazlumlar, hak ehli ile batıl ehli (Muaviye ile İmâm Ali) aynı kefeye konur oldu. Eğer böyle bir anlayış gelişmemiş olsaydı bu ümmet tarih boyu saltanat sistemlerine boyun eğmezdi, itaat etmezdi. (Münferiden itaati reddedenler kesinlikle "üretim hatası"dırlar.) "İnsanlar yöneticilerinin dini üzeredir." sözü sahih hadis midir, mevzu hadis midir bilemeyiz ama kanaatimizce yerinde söylenmiş bir söz. Zira insanlara devlet gücü ile dayatılan veya telkin edilen din zamanla kitleler tarafından kanıksandığı (antropologların da iddia ettiği üzere) sosyolojik bir vaka olarak bilinmektedir. Peygamber varisi olan Ehl-i Beyt imâmları hakkın gerçek temsilcileri oldukları için illegal olan iktidarlar tarafından ilk etapta dışlanmışlar(25 yıl), zaman gelmiş kendileriyle savaşılmış (Cemel, Sıffin, Nehrevan), zaman gelmiş şiddet ve ölüm tehditleri ile muamele görmüşler, suikastlerle zehirletilmişler (İmâm Hasan), zaman gelmiş Kerbelâ örneğinde olduğu gibi katledilmişler (Şmâm Hüseyin), zaman gelmiş el ve ayaklarına zincirler vurularak kadın ve çocuklarıyla birlikite şehir şehir dolaştırılmışlar ve kendilerini tanımayan insanların sözlü tacizlerine maruz kalmışlar (İmâm Seccad). Zaman gelmiş zindanlara tıkılmışlar (İmâm Musa Kâzım). Zaman gelmiş ölüm tehditleri ile veliaht ilân edilmişler, zaman gelmiş yine zehirletilerek şehid edilmişler (İmâm Rıza).
Kısacası hilelerle, desiselerle, zulümlerle, katliamlarla Müslümanların yönetimini ellerine geçiren liyakatsiz kimseler ve şer odakları, peygamber varisi olan gerçek din temsilcilerinin siyasî haklarını gasp edip, aziz İslâm dinini saltanat sistemlerinin payandası hâline getirdiler. Ve bundan dolayı İslâm ümmeti peygamber varislerinden gereği gibi istifade edemedi. Sonuçta Ehl-i Beyt imâmları tesirsiz hâle getirildiği için meydan kendilerine kalmış oldu. Halk ise az önce aktardığımız gibi değişik yöntemlerle zapt'u-rapt altına alınmış oldu. Zamanla halk kendilerine dayatılan dini kanıksadıkça zalim yöneticiler baskı iplerini, baskı zincirlerini gevşetmeye başladılar. Hindistan'daki fil eğiticilerinin de taktiği böyledir. Fil yavrusuna eziyet edilerek, acı çektirilerek itaate alıştırılır. Bunu kanıksayan ve kabullenen filler büyüdüklerinde bir çocuk tarafından çok rahat bir şekilde güdülür ve yük taşıma aracı olarak kullanabilirler. Ne yazık ki, İslâm ümmetinin büyük ekseriyeti edilgen hâle getirildi. Zalim yöneticiler ve onların dayattığı din anlayışı kapı kulu/belâm sıfatlı din tacirlerinin manipülatif katkı ve gayretleriyle halk kitleleri istenen kıvama, güdülebilecek seviyeye getirildi. Zaman ve süreç içerisinde bu saltanat sistemleri ve baskıcı yönetimler ortadan kalkmış olsa da, halkın kanıksamış olduğu din anlayışı ne yazık ki bütün bidat ve hurafeleri ile hayatiyetini sürdürmeye devam etmektedir. Halk nezdinde mer'i olan bu dini büyük kitleler "yegâne hak din" olarak görmeye devam etmektedirler. Einstein, "İnsanların ön yargılarını kırmak atomu parçalanmaktan daha zordur" derken adetâ İslâm adına kanıksanmış bu "paralel din" anlayışını kastetmiş! İşte o genç akrabamın "Amerika'yı yeniden mi keşfetmeliyiz?" sorusu burada yerini bulmaktadır. Yüce Rabbimiz, "Ey imân edenler, imân ediniz." (Nisa:136) demesi böyleleri için anlamlı bir mesaj değil midir?
Yani kanaatimiz o ki, kendi inanç değerlerimizi yeniden gözden geçirip din anlayışımızı yeniden resetlemeli, yeniden formatlamalıyız! Evet; Amerika kıtasını yeniden keşfetmeliyiz. Zira o bildiğimiz Amerika gerçek Amerika değil! Kısacası paralel din ile öz Muhammedî dini birbirinden ayrıt etmeliyiz. Bakınız, medeniyet bazında bu ümmet neden olması gerektiği yerde değil? Tam bir cahiliye karanlığı içerisinde değil miyiz? (Ki tarih boyu bu ümmet olması gerektiği yerde olmadı.)
Ümmetin genel anlamda yaşamış olduğu istikrarsızlığın nedeni nedir acaba? Aktaracağımuz ayetler bu konuda bize ışık tutmaktadır: "Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsızlık vardır ve onları kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz." (Tâ Hâ:124) "Bu dünyada iken Allah Teâlâ'nın zikrine kör olanlar ahirette de kör olarak haşredilmeyi hak edenlerdir." (Tâ Hâ:126)
"Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Bunu yapanların dünyadaki cezası istikrarsız ve rezil bir yaşam. Ahirette ise şiddetli bir azaba çarptırılmaktır." (Bakara:85)
Bakınız, ayetler çok açık ve net. Allah Teâlâ'nın zikrinden yüz çevirmek iki türlüdür. Birincisi, Kûr'ân hükümlerinden yüz çevirmek. Örneğin, Şûra Sûresinin 23'ncü ayetinde Yüce Rabbimiz Ehl-i Beyt imâmlarının velâyetileri anlamına gelen "meveddet"i ilân ediyor. ("Meveddet" kavramı sevgi, ihtiram ve siyasî rehberiyeti beraberinde getiren bir hükümdür. Bu aynı zamanda Müslüman olmanın ön koşuludur, olmazsa olmazıdır.) İşte sonuç olarak bu hükümden yüz çevirenleri elbette istikrarsız bir yaşam beklemektedir. Ayrıca Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde, "Yaşayan Kûr'ân, yaşayan zikir görmek isteyen Ali'ye baksın." diyor. Peki küçük bir grup hariç bu ümmetin kahir ekseriyeti Kûr'ân'ın söz konusu hükmünden ve yaşayan (mücessem) zikirden yüz çevirmedi mi? Yine aynı şekilde ümmetin büyük çoğunluğu Kûr'ân'ın bir çok hükmünü kabul ederken velâyet ve meveddet ayetlerinden yüz çevirdiği için, (Bakara Sûresi'nin 85'nci ayeti gereğince) inkârcı pozisyonuna düşmüş olmadı mı? Sonuç olarak meseleye vakıf olmayan ümmetin ezici çoğunluğu, "Ey imân edenler, imân ediniz." ayet muvacehesinde Amerika kıtasını (Kûr'ân hükümlerini) yeniden keşfe koyulmalı değil mi? Ehl-i Beyt imâmları bu ümmetin kayıp değeridir. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "Benim Ehl-i Beyt'im Nûh'un gemisi gibidir. Ona sığınan kurtuluşa erer. Yüz çeviren helâk olur."
Bir başka hadis-i şerifte ise, "Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki emanet bırakıyorum. Birincisi, Allah'u Teâlâ'nın kitabı Kûr'ân-ı Kerim; diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı ve müfessiri olan Ehl-i Beyt'im."
"Benim Ehl-i Beyt'ime öğretmeye kalkmayın, onlar sizden bilgilidirler. Onlardan öne geçmeye kalkmayın helâk olursunuz; geri de kalmayın yine helâk olursunuz."
"Size benden bir hidayet geldiğinde bilesiniz ki hidayetime uyan artık ne sapar ne de bedbaht olur." (Tâ Hâ:123)

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM