Emevi Saptırması

GİRİŞ: 24.11.2020 10:27      GÜNCELLEME: 24.11.2020 10:27
Rasthaber - Güncel tabirle fikir, düşünce ve inanç sapmaları hususunda "eksen kayması" veya "fay hattı kırılması" metaforu kullanılmaktadır. Âdem aleyhisselamdan son peygamber Muhammed Mustafa'ya (s.a.a) kadar gelmiş olan dinlerin kutsal sayfa ve kitapları tahrifata uğradı. Zaten bağışı bol olan Yüce Rabbimiz her dejenere olan dinin akabinde elçileri vasıtasıyla yeni bir din, yeni bir yasalar/kurallar manzumesi göndermiş...
En son gelen din, en son gelen Kûr'ân hakkında insanlar endişeye kapılınca Rabbimiz şu ayet ile teminat veriyor: "Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyacak olan da yine biziz." (Hicr:9) Kûr'ân-ı Kerim kıyamete kadar gelecek insanlığa bir hüccet olarak gönderilmiş "son kitap" olması hasebiyle korunması da "ontolojik reel" (yaradılış gerçekliği) olarak zarurettir. Ki yarın rûzû mahşerde insanların din hususunda mazeretleri olmasın!
Ancak Yüce Rabbimiz insanların imânları ve dini yaşayışları konusunda "uhrevî olarak mükafat veya mücazatla alâkalı, dünyevî anlamda istikrar veya istikrarsızlığa ilişkin şöyle yaparsanız, böyle olur, böyle yaparsanız şöyle olur" kabilinden şartlı bildirimlerde bulunup teminatlar veriyor. Evet peygamberler ve Ehl-i Beyt imâmları (ayetle sabit olduğu üzere) mutahharlık sıfatına sahipler ve aynı zamanda kesbî ilmin yanısıra Allah tarafından bahşedilmiş vehbî ilim sahibidirler. Ancak bu iki sınıfın dışındaki insanlar imân ve amel konusunda kesbî ilmin donanımı ile muhataptırlar. Her Müslüman "ilm-i hâl" bilgisine sahip olmalı ve o minvâl üzere hayatını idame ettirmelidir. İlâhî sorumluluğun muhatabı olan insan özgür iradesi ile tercih etmiş olduğu bu yolda Allah Teâlâ'nın rızasına uygun bir hayat yaşamalı ki sapan ve saptırmak isteyenler ona zarar ver(e)mesin!
"Ey iman edenler! Siz kendi sorumluluklarınıza dikkat edin. Siz doğru yoldan (sırat-ı müstakim üzere) gittiğiniz takdirde yanlış yola sapanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır ve yapmakta olduğunuz her şeyi mahşer günü size bildirecektir." (Mâide:105) Ayette görüldüğü üzere Müslümanlar sorumluluklarını yerine getirmesi koşulu ile Rabbimiz taahhütte bulunup teminat veriyor. Örneğin yine Hûd Sûresi 112 ve 113'ncü ayetlerinde Yüce Rabbimiz şöyle bir ikazda bulunuyor: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime meyletme yoksa sana da ateş dokunur." Bir başka ayet-i kerimede ise Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Ey Resulüm de ki: 'Bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum ancak buna karşılık sizden Ehl-i Beyt'ime meveddet göstermenizi istiyorum." (Şûrâ:23) Şimdi sormuş olalım: Bu ümmet Ehl-i Beyt'e sevgi ve ihtiram gösterip sahip mi çıktı, yoksa Ehl-i Beyt'i mahcûr bırakıp zalimlere mi meyletti, zalimlere mi itaat etti? Bir "oldu-bitti" ile işbaşına geçen liyakatsiz kişiler Emevî iktidarına da zemin hazırlamış oldu. Oysa "tûleka" olanlara, (Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduğunu söyleyenlere) siyasî yetki verilmemesini Allah Resulü ısrarla tembih etmişti. Ömer bin Hattab tarafından Şam'a vâli atanan Ebu Süfyan oğlu Muâviye kısa süre içerisinde sadece Suriye topraklarının gelirlerine değil, Irak, Ürdün, Lübnan ve Filistin topraklarına da tebelleş olmuş ve bu havzada özerk bir yönetim oluşturmuştu. Yaptırmış olduğu saraylarda lüks ve şaşaalı yaşamını ikinci Halife Ömer'e şikayet ettiklerinde, "Bırakın onunla uğraşmayı, o Arapların kisrası olmanın derdinde!" diyerek olayı geçiştirmişti. Oysa Hattaboğlu Ömer otoritesi ile temayüz etmiş kişidir. Başka bölgelerin vâlileri kendisine şikayet edildiğinde o kişileri derhâl azledermiş. Nedense birçok şikayete rağmen Muâviye'ye dokunmamış ve aksine kayırmış. Birinci Halife Ebu Bekir'in, yaptığı katliama rağmen Halid Bin Velid'i kayırması gibi. (Haid bin Velid, Malik bin Nuveyre'yi öldürüp aşiretini kılıçtan geçirmişti.) Üçüncü Halife Osman bin Affan'ın dönemine gelindiğinde ise Muâviye merkezi hükümetle bağını tamamen koparmıştı. Nasıl olsa Osman Bin Affan akrabasıydı! Ebu Zer her fırsatta çeşitli eleştirilerde bulunarak Muâviye'ye, "Eğer bu sarayı beyt'ül maldan aldığın paralarla yaptırdıysan haram işlemişsin, yok eğer kendi paranla yaptırdıysan israf etmişsin" diyerek çıkışıyordu. Eleştirilere tahammül edemeyen Muâviye Ebu Zer'i Osman bin Affan'a şikâyet ediyor. Halife Osman, "Onu bana gönder" diyerek Ebu Zer'i Medine'ye getirtiyor. Çıplak deve üzerinde günlerce süren yolculuktan sonra yorgun argın bir şekilde Medine'ye varan Ebu Zer, burada Halife Osman tarafından azarlanıp tartaklanarak Rebeze çölüne sürgün gönderiliyor.
Öyle anlaşılıyor ki, Muâviye'yi tek bir sahabe eleştirmişti, o da üçüncü Halife Osman tarafından Rebeze çölüne sürgün gönderilmişti. Muâviye ise o süreçte güçlendikçe şirretleşmeye ve merkezî hükümetten bağımsız hareket etmeye başlıyor..
Kısacası Muâviye meydanı boş bulunca Hattaboğlu'nun ifadesiyle Arabın kisrası olmanın yolunda fütursuzca ilerliyor. Öte yandan üçüncü Halife Osman'ın gayr-i adil uygulamalarından dolayı Mısır'dan gelen gençlere Medine halkından da yoğun katılımlar olunca büyük bir isyan baş göstermişti. Üçüncü Halife Osman'ın evi muhasara altına alınmış ve bu durum günlerce sürmüştü. İsyancılar ısrarla Halife Osman'ın liyakatsizliğini dile getirerek istifa etmesini istiyordu. Halife Osman ise, "Hilafet gömleğini bana Allah giydirdi. Bu gömleği Allah'tan başkası çıkaramaz." diyerek itirazını dile getiriyordu. Bu hengâmede İmâm Ali'nin halkı teskin etme (sakinleştirme) çabaları bir ara iyi sonuç vermiş fakat Mervan bin Hakem'in entrikaları isyan ateşinin yeniden fitillenmesine sebep olmuştu. Sonuçta üçüncü Halife asîler tarafından katledilmişti. İşin garip tarafı isyan yeni başladığında Halife Osman Muâviye'ye mektup yazarak yardım talebinde bulunuyor. Muâviye bu yardım çağrısına cevap bile vermiyor ve tabiri caizse pusuya yatıyor. Çünkü niyeti başka! Nitekim Muâviye Osman'ın kanını bahane ederek İslâm Devleti'nin henüz yeni başına geçmiş olan İmâm Ali'ye hesap sormaya ve katillerin tespit edilip kendisine teslim edilmesini talep ediyor. (Halife Osman'ın evinin çok büyük bir kalabalık tarafında muhasara altına alınması ve arbede esnasında öldürülmesi adeta kim vurduya gitmiş olmaktadır. Böylesi bir hengâmede katillerin tespit edilmesi imkânsız gibi bir durumdur. Ayrıca Osman'ın aile fertleri katillerin tespitini ve cezalandırılmalarını istemesi gerekirken Muâviye sadece akrabası olması hasebiyle böyle bir talepte bulunması abesle iştigaldir ve hadsizliktir. Elbette ki, Muâviye kasıtlı olarak bunu bahane ederek Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında İmâm Ali tarafından öldürülen dayı, amca ve kardeş gibi yakın akrabalarının intikamını almak ve muvaffak olursa hilafet koltuğuna oturmak niyetindeydi.)
Oysa İmâm Ali işbaşına geçer geçmez, haksız bir şekilde vâlilik makamına oturtulmuş olan Muâviye'yi azlediyor. Muâviye ise vâlilik makamını terk etmediği gibi eşkiya sürüsünden oluşturduğu bir ordu ile merkezi hükümetle ve bu hükümetin başındaki İmâm Ali'ye karşı savaşmak için Kufe'ye doğru yola çıkıyor. İmâm Ali bu durumu haber alınca ordusu ile birlikte isyancıları karşılamak için Şam tarafına doğru hareket ediyor. İki ordu Sıffin denilen bölgede karşılaşıyor. Bir tarafta İslâm Devleti'nin resmî ordusu. Diğer tarafta bağilerden oluşan eşkiya sürüsü. İmâm Ali kan akmaması için Muâviye'ye elçiler gönderiyor. Bazı rivayetlerde geçtiği üzere, elçiler vasıtası ile bir sonuç alınamayınca İmâm Ali bizzat Muâviye'nin çadırına giderek onu sulhe davet ediyor. Muâviye bütün teklifleri geri çevirince İmâm Ali teke tek çarpışmayı teklif ediyor. Korkak Muâviye buna da yanaşmıyor. Sonuç olarak iki ordu çok şiddetli bir şekilde savaşmaya başlıyor. Muâviye'nin başlatmış olduğu savaş üç buçuk ay sürüyor ve bu süre içerisinde on binlerce sahabe ölüyor. Muâviye bu savaşla iktidar olma uğruna on binlerce insanın ölümüne sebebiyet vermiş oldu.
Muâviye'nin ordusu tam yenileceği esnada Amr bin As şeytanî plânını devreye sokarak mızrakların uçlarına Kûr'ân sayfaları takıyorlar ve "Aramızda Kûr'ân hakem olsun" diyorlar. İmâm Ali her ne kadar, "Bu bir hiledir, hak söz ile batıl murad edilmektedir! Kûr'ân-ı Nâtık (konuşan Kûr'ân) benim" demiş olsa da ordusunda dağılmalar oluyor. Hatta bu kopmalar sonucunda "Haricîler" adında bir fırka meydana geliyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Allah'a itaat edin, Resulü itaat edin ve sizden olan ûlû'l emre itaat edin." (Nisâ:59) İtaat edilmedi ve mutlak zafere ramak kala çarpışma sonlandırıldı. Cereyan eden bu gelişmelerden sonra İmâm Ali büyük bir moral bozukluğu içerisinde ordusunu Kufe'ye geri çekiyor... İmâm Ali Muâviye'nin ileride bu ümmetin başına ne gaileler açmak istediğini tahmin ettiği için Ramazan ayını fırsat bilip büyük bir seferberlik başlatıyor. Böylesi bir hazırlık içerisindeyken İmâm 18 Ramazan'da suikasta uğruyor ve 21 Ramazan'da şehadete kavuşuyor. Bunu fırsat bilen Muâviye kısa bir süre içerisinde kendi nüfus alanı olan bölgelerden asker toplayıp büyük bir ordu hazırlıyor ve Kufe'ye doğru yola çıkıyor. İmâm Hasan bu gelişmeden haberdar olduğu için o da seferberlik ilân ediyor. Fakat Muâviye İmâm Hasan'ın ordusundan bazı komutanları satın aldığı için askerî kapasite bir türlü istenen seviyeye gelmiyor. Muâviye ise Sıffin'deki ordusunun üç-dört misli çoklukla Kufe önlerine dayanıyor. Böyle bir durumda iki seçenek kalıyor. Ya eldeki üç-beş bin askerle son nefere kadar savaşılacak veya Kufe halkını topyekûn bir katliamdan kurtarmak için sulh yolu tercih edilecek. İmâm Hasan Muâviye'nin ne kadar acımasız, ne kadar katliama teşne bir olduğunu (Sıffin örneğinden) bildiği için büyük bir basiret örneği sergileyerek sulh yolunu seçiyor... (İmâm Hasan eğer makamperest biri olsaydı ne pahasına olursa olsun iktidarını kaybetmeme uğruna savaşı tercih ederdi.)
Muâviye iktidara geçtiğinde Kufe mescidindeki ilk konuşmasında, "İmâm Hasan ile yapmış olduğum mütareke maddelerinin hepsi ayaklarımın altındadır" diyerek anlaşmayı tek taraflı fes ediyor. Sıffîn katilinden ancak bu beklenirdi. Kendisinden sonra vilaht ilân etmeyeceğine dair anlaşmaya imza atmasına rağmen oğlu Yezid'i veliaht ilân etmenin hesabını yaparken İmâm Hasan engelini de bertaraf etmenin şeytanlığını düşünüyordu. Nitekim sonunda çareyi İmâm Hasan'ı zehirletmekte buluyor.
Bu hunharlığın akabinde oğlunu veliaht ilân ediyor. Bu sefer İmâm Hüseyin aklına geliyor ve oğluna İmâm Hüseyin'in katledilmesine yönelik bir takım nasihatlerde bulunuyor.
Sonuçta İmâm Hüseyin ve 72 yâreni Kerbelâ çölünde lime lime doğranıyor.
Hatırlayalım, Sevgili Peygamberimiz "tûleka" (Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olduğunu söyleyene) siyasî yetki verilmemesini ısrarla tembih etmişti. Dinlemediler. Sonuç böyle oldu. Sakife'de başlayan eksen kayması ilerleyen zaman içerisinde evrilerek dünyanın en şerir insanlarının Müslümanların başına geçmesine vesile olundu.
Elbette olması gereken bu değildi.. Müslümanlar Kûr'ân-ı Natık'ları mahcûr bıraktığı gibi Kûr'ân'ın hükümlerinden de yüz çevirir olmuşlardı.
Rabbimiz buyuruyor ki: "Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsızlık vardır. Kıyamet günü ise onları kör olarak haşredeceğim." (Tâ-Hâ:124)
İslâm ümmetinin o günden bu yana gerçek manada iki yakası bir araya gelmedi. Yani bu ümmet Kûr'ân'ın ön gördüğü gerçek uygarlık ve medeniyete bir türlü ulaşamadı. İslâm ümmeti tarih boyunca saltanat sistemlerinin zebunküş uygulamalarına maruz kaldı. İslâm ümmeti son yüz seneden beri ulus devletlere bölünmüş olarak emperyal ülkelerin şamar oğlanına dönmüş vaziyette...
Birinci ve ikinci dünya savaşlarında Avrupa'da adeta taş üstünde taş kalmamıştı. Birbirlerini yediler! Her iki savaşta toplam yüz milyona yakın insan öldü. Buna rağmen toparlanıp dünyevî menfaatleri icabı Avrupa Birliği'ni kurdular. Biz İslâm ümmeti ise imânî bir vecibe olmasına rağmen bir araya gelip de İslâm Birliği'ni tesis edemedik...
Yeraltı, yerüstü zenginlikleriyle ve iki milyara varan nüfus potansiyeli ile ümmetin hâli pür melâli ortada! Böyle mi olmalıydı?
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz Medine'de kurmuş olduğu İslâm Devleti ile insanlara mükemmel bir medeniyet projesinin örneğini sundu. Ümmet için "rol-model" oldu. Allah Resulü yanlış yollara sapılmaması ve eksen kaymalarına maruz kalınmaması için Gadir-i Hum'da ümmetine iki ağır emanet olarak Kûr'ân'ı ve Ehl-i Beyt'ini bırakmıştı. Ve "Bunlara sarıldığınız süre dalalete düşmezsiniz" demişti. Fakat Sevgili Peygamberimiz vefat ettiği esnada henüz gasil işlemleri yapılmadan, yani cenazesi ortada iken Ben-i Said'in çardağında (Sakife) toplanan Ensar'dan bir grup, büyük bir yanlış adım atarak, sedye ile oraya getirdikleri yaşlı ve mecalsiz olan Saad Bin Ubade'yi halife seçmeye teşebbüs ediyorlar. Bu durumu gören Hattaboğlu Ömer arkadaşı Ebu Bekir'i yanına alarak olay yerine gidiyor. Saad Bin Ubade'nin halife seçilmek istenmesine şiddetle karşı çıkan Ömer itirazlarda bulunuyor. Bir tartışmadır giderken Ömer aniden Ebu Bekir'in elinden tutup, "Halife'miz budur, itiraz edenin kellesini uçururum" türünden sözlerle halife seçimini bir "oldu-bitti"ye getiriyor. Ve ilk eksen kayması, ilk fay hattı kırılması böyle vuku buluyor.
Evet, Allah Resulü ahirete irtihâl etmesiyle birlikte başlayan eksen kaymaları ve fay hattı kırılmaları ile kısa sürede insanların din anlayışlarında değişimler de baş göstermiş oldu. Özellikle Emevîler'in iktidara gelmesiyle fay hattı kırılması daha belirgin hâle gelmişti..
İslâm'ın özüne mugayir alınan kararlar ve yine İslâm'ın özüne tezat teşkil eden uygulamalarla kısa sürede İslâm gömleği ters yüz edilmiş oldu.
İnsanlar yine İslâm'a kendilerini isnad ediyorlar ama Allah Resûlü'nün tebliğ ettiği din bu din, bu İslâm değildi. Adeta iki din, iki İslâm ortaya çıkmıştı. Biri zalimlere buğz etmeyi, zalimlerden beri olmayı emrediyordu, diğeri ise zalimlere itaat etmeyi, zalimlere boyun eğmeyi salık veriyordu.
Meselenin acı tarafı ise ikisinin de isminin insanlar tarafından "İslâm" olarak anılıyor olmasıydı.
Hiç kuşkusuz zalimlere itaati salık veren İslâm (!) Emevîlerin saptırmaları ile ortaya çıkmış bir dindi...
Kılınan Cuma namazları ile ilgili somut bir örnek vermiş olalım:
Ömer Bin Abdülaziz Cuma hutbelerinde 85 yıl boyunca sürüp gelen Ehl-i Beyt'e lânet okuma geleneğini kaldırınca insanların bir kısmı, "acaba lânet okunmadan kılınan namazlar kabul olur mu?" diyerek tereddütle düşüyorlar. Yani insanlar öylesine manipüle edilerek saptırılmışlar ki, İmâm Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e lânet okunmasını namazın bir rüknü olarak görüyorlarmış!
Bu sebeple   namazını terk eden bu insanlar zamanla yine camilere gider olmuşlar. Fakat değişik varyantlardaki eksen kaymaları ve din üzerindeki bidat, hurafe ve sapkın algılar, kısacası yanlış din anlayışı bir şekilde günümüze kadar devam etmiş bulunmaktadır...
Evet, ilâhî vaad gereği Kûr'ân tahrifata uğratılamadı ancak insanların din anlayışları tahrif edilmiş oldu. Böyle olmasaydı bugün dünyanın ve Müslümanların hâli böyle olur muydu? Tek çara öz Muhammedî İslâm'a rücu etmektir...

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM