Ayrıştırıcı Söylem "Ehl-i Sünnet"

GİRİŞ: 09.03.2022 15:44      GÜNCELLEME: 09.03.2022 15:44
Rasthaber -  Geçmiş tarihimizde olduğu gibi günümüzde de bazı insanlar (belki iyi niyetle ve belki farkında olmadan) kelime ve kavramlara maksadı aşan anlamlar yükleyip gruplaşmalara ve bu gruplaşmalar üzerinden aidiyet değeri oluşturup "ayrıştırıcı" ve "ötekileştirici" duygulara kapılarak grup faşizmine sapmaktadırlar. Bu kavramlardan biri de "Ehl-i Sünnet" tanımı olmaktadır.

Kullanılan kavramın terminolojik anlamı doğru, ancak "kullanılan alan" Müslümanların belirli bir kesimini muhatap alıyorsa bu durumda kavram üzerinden ayrıştırmaya sebebiyet verilmektedir. Bu bir nevi klanlaşmadır veya grup faşizmidir. Örneğin, âlim diye bilinen zevattan bazıları (dört mezhebi referans aldıklarını iddia ederek) ısrarla ve her fırsatta "Ehl-i Sünnet" kavramını İslâm'a olan mensubiyetleri adına dile getirmektedirler. "Ben Müslümanım" dese sorun yok. Bize "Müslüman" ismini veren Yüce Rabbimiz'dir. (Hac: 78) Başka isme ne gerek var? Tutturmuş illa "ben Ehl-i Sünnet'im" diyor. Oysa farkında olmadan "ben Ehl-i Sünnet'im" dediği için bir kısım Müslümanları ötekileştirmektedir. Peki bu dört mezhebin dışında olan Müslümanlar "Ehl-i Sünnet" değil mi? Onlar gâvur mu? Hak söz ile ayrıştırma yapılmaktadır farkında değiller. İmam Ali'nin buyurduğu üzere: "Hak söz ile batıl murad edilmektedir." Veya batıla hizmet edilmektedir.

Bakınız "Ehl-i Sünnet" kavramı hak bir sözdür ve Müslüman olan herkes imanî bir zorunluluk olarak "Ehl-i Sünnet" olmak zorundadır zaten.. "Ehl-i Sünnet"  terminolojik anlamı ile "sünnet üzere yaşayan" demektir. Yani "Peygamberimizin sünnetine uyan" demektir. Bu durum Müslüman şahsiyetin olmazsa olmazıdır. Çünkü Allah Teâlâ birçok ayet-i kerimede Peygamberimize uymayı, onun sünnetine, onun rol modelliğine uygun bir hayat yaşamayı bize emretmektedir. "De ki; 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Al-i İmrân: 31) "Allah'ın Resulü'nde sizin için uymanız gereken 'usvetun hasene' (güzel örneklik) vardır." (Ahzab:21)

Allah Teâlâ'nın buyruğu üzerine Peygamberimizin sünnet-i seniyesine uymak Müslüman olmanın ön şartıdır. Şu hâlde Sünnilik kavramını kullanarak Müslümanların bir kısmını ayrıştırıp ötekileştirmeye kalkmak Enbiyâ Sûresi'nin 92'nci ayetinde "Sizin ümmetiniz bir tek ümmettir" tanımlamasına muhalif ve mugayir tutum sergilemektir. Bu ise Allah'ın bir dediğini iki veya daha fazla parçalara ayırmak anlamına gelir ve şirki beraberinde getirir...

Ayrıştırmaya sebebiyet veren bir başka husus ise, yanılabilir özelliği olan fıkıh âlimlerine mutlak itaatin farz kılınmasıdır. Buna istinaden bazıları, müntesibi oldukları fıkhî ekol (mezhep) adına "Sünnilik İslâm'ın ta kendisidir" diyebilmektedirler. Bu demektir ki, müçtehidin/mezhep imâmının söylediği söz nass'dır! Oysa böyle bir söz hafazanAllah sahibini küfre sokabilir. Zira içtihad adı üzerinde çıkarsamadır/istinbattır. Biz, "Peygamber bize din değil mezhep bıraktı" diyebilir miyiz? "Sünnilik İslâm'ın ta kendisidir" demek mezhep imâmlarını Peygamberimiz'in yerine koymak demektir. Sünnilik ayrı şeydir, mezhep ayrı husustur. Sünnilik, Sevgili Peygamberimiz'in sünnet-i seniyesine uymak demektir. Kavramlar yerli yerinde kullanılmalıdır. Muaviye gibi, Yezid gibi veya başka zalim sultanları halife edinmiş ama "ben Ehl-i Sünnet'im" diyor. Bu olacak iş mi? Bakınız mezhep taassubu insanları nasıl küfür ve şirk vargeline sokup ateş ehlinden kılıyor? "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Zalime meyletme, yoksa ateş sana da dokunur." (Hud:112-113)

İranlı şehid sosyolog Ali Şeriatî bir veciz sözünde bu durumu şöyle tasvir ediyor:

"Dindar bir toplumu ancak din adına, din âlimleri kandırabilirdi ve öyle de oldu." Başta da belirttiğimiz gibi bu kişiler (özellikle avam tabakası) kesinlikle ard niyetli değildir. Ancak Müslüman hikmet ve feraset sahibi olmak zorundadır. Fitneye ve ayrıştırmaya sebebiyet verecek tutum ve davranışlardan uzak durmak dinî bir vecibedir. Fakat bir husus daha var ki, bazı âlim diye geçinen zevat dinî değerlerin tahribatını önleme ve bidatçılara engel olma adına mezheplerini mutlak doğrunun kaynağı (nass) olarak görüp "Ehl-i Sünnet nitelemesinin dışında gördüğü Müslümanları rahatlıkla "bidat ehli" yaftasıyla dışlamakta ve hatta tekfir dahi edebilmektedir. Oysa biraz insafla ve hakka niyetle araştırsa tekfir ettiği o insanların aynı kitaba, aynı peygambere inandıklarını ve tıpkı kendisi gibi temel dinî vecibelerini ifa ettiklerini görecektir. Ehl-i Beyt mektebinde Allah Resulü'ne sadakat, sünnet-i seniyeye sarılmak imânî bir vecibedir. Buna istinaden Ehl-i Sünnet kavramı üzerinden ayrımcılıklara maruz kalan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, "Şiîler en hakiki Sünnidir" diyor. Çünkü Sünnî demek "sünnete uyan" demektir...

Bakınız, Hanefî mezhebinin imâmı Ebu Hanife diyor ki: "Bir insanda 99 tane küfür alameti görseniz buna mukabil onda 1 tane iman alameti görseniz ona Müslüman muamelesi yapınız." Şu hâlde sadece ve sadece fıkhî farklılıktan dolayı insanları tekfir etmeye kalkmak kimin haddine? Sonra şöyle bir fıkhî kural var: "Bir kişi karşısındaki insanı küfürle itham ederse ve o kişi Allah Teâlâ nezdinde kâfir değil de Müslümansa ithamı yapan kişi kâfir olur." Böylesine tehlikeli bir durum varken hangi cüretle kendi mezhebinden değil diye Müslüman kardeşini küfürle itham edebiliyorlar? Bu duruma sürüklenmenin bir sebebi de, "Emevî sultanlarının muhaliflerini küfürle itham etmek ve boyunlarını vurmayı mubah görmek" adına saraylarında kapıkulu ulemalarına imânın ve küfre sapmanın kriterlerini muhaliflerinin içtihad farklılıklarına göre belirlemiş olmalarıdır. Bakınız Kerbelâ katliamından bu yana, kendilerini "Ehl-i Beyt Muhibbi" diye tanımlayanlar sultanlara itaati haram bilip tarih boyunca hep muhalif bir duruş sergilemişlerdir. Hatta İmâm Zeyt ve Muhtar Sakafî örneğinde olduğu gibi sultanlara karşı kıyam dahi etmişler. Kıyam ehli fitneci, ümmetin birliğini bölen ve İslâm'ın bekasını tehdit eden mürted-kâfirler güruhu olarak damgalanıp "katli vacip" görülmektedirler. Eskiden bu tür fetvalar saraylarda verilirmiş. Şimdilerde ise bu Washington ve Tel-Aviv'de hazırlanıp piyasaya ve bu işe teşne olan çok özel hocaefendilere (!) sunulmaktadır.

Bakınız, İslâm ve insanlık düşmanı Siyonist çete ve büyük şeytan ABD Müslümanların zaaflarını tespit etmek ve ihtilaflarını çatışmaya dönüştürmek için enstitüsler kuruyor ve işin uzmanı olan MOSSAD ve CIA elemenlarıyla gizli raporlar hazırlayıp geniş kapsamlı entrikalar ve tezviratları matbuat ve medya kanalıyla piyasaya pompalıyorlar. Az önce ifade ettiğimiz gibi bu işe teşne veya en azından mütemayil olan hocaefendileri (!) kullanıyorlar. Onlar da işin farkında olmadan "Ehl-i Sünnet" savunuculuğu adına ABD ve Siyonist çetenin hedef gösterdiği ülkeye yönelik kendi müntesiplerini kin ve düşmanlığa tahrik ediyorlar. Sayın okuyucumuz, olayın özü ve öznesi şu: "Eskiden Emevî çetesine muhalif ve düşman olan "Ehl-i Beyt Muhibbi" kesim bugün ABD ve Siyonist çetenin taşeronu olan Şah zalimine karşı kıyam edip devrim yaptı. Bu devrimle birlikte ABD ve Siyonist çetenin vantuzları İran coğrafyasından kesilmiş oldu. Buna tahammül edemeyen ABD ve Siyonist çete maşaları olan Saddam'ı İran'ın üzerine saldırtıp 8 yıl sürecek bir savaşı başlattılar. Bu tahmilî savaşta 1.5 milyon insan öldü. Fakat kan içici zalimler emellerine ulaşamayınca Demirel'in cumhurbaşkanı olduğu dönemde Türkiye ile İran'ı kapıştırmak için çabaladılar. Hatırlayınız o provakasyon ve gerginlik esnasında, iki ülke sınır boyunda büyük askerî tatbikatlar yaparak birbirlerine gövde gösterisinde bulunmuştu. Nefesler tutulmuş, savaşa ramak kalmıştı. O günlerde ABD ve Siyonist çetenin güdümündeki gazeteler attıkları manşetlerle halkımızı kardeş ülke İran'a karşı kin ve düşmanlığa tahrik ediyor ve psikolojik olarak halkımızı da galeyana getirmeye çalışıyorlardı. Allah'a şükürler olsun ki sağduyu galip geldi ve beklenen felaket gerçekleşmedi. Bu gelişmelerin akabinde Merhum Erbakan Hocamız şeytanların şeytanlıktan vazgeçmeyeceklerini çok iyi bildiği için ümmet bünyesinde birlik ve dayanışmanın gerekliliğine inanarak (mezhep taassubuna kapılmadan) İran ile işbirliğine girip D-8'i kurdu ki düşmanlarımızın emelleri kursaklarında kalsın..

Erbakan Hocamızın D-8 kapsamında "İslâm Birliği"ni müesses nizama dönüştürecek (imân'a taallûk eden) projeleri vardı. REFAHYOL Hükümeti döneminde bu kapsamda somut adımlar atılmaya başlanmıştı. Bu ara mazlum Filistin halkı da unutulmuyor ve Filistin topraklarının bağımsızlığa kavuşabilmesi için D-8 kapsamındaki "İslâm Savunma Gücü" düşüncesi gündeme taşınıyordu. Bildiğiniz üzere Erbakan Hocamız, Namus-u Ekber'imiz olan Filistin davasını sürekli gündemde tutuyor ve Siyonistlerin diplomasiden değil ancak güçten anladığını dile getiriyordu. Bakınız hemen o günlerde Refah Partisi Sincan Belediye Başkanı Sayın Bekir Yıldız ve Kültür Daire Başkanı Sayın Hüseyin Avni Yazıcı'nın organize ettiği "Kudüs Günü" etkinliği bahane edilerek Siyonist çetenin buyruğu ve büyük şeytan ABD'nin talimatı üzerine dönemin Genelkurmay Başkan Yardımcısı General (şimdi ise bütün rütbeleri sökülmüş olan) Çevik Bir Sincan sokaklarına tankları indirip Mescid-i Aksa maketinin karşısına geçti ve tabiri caizse küstahça şov yaptı. Bunun akabinde de 28 Şubat Post-modern Darbesi'ni yaparak REFAHYOL Hükümeti'ni devirdiler. Yetmedi Refah Partisi'ni kapattılar. 28 Şubat'ın ve Refah Partisi'nin kapatılmasının tek nedeni vardı mezhep savaşına engel olan D-8'i akamete uğratmak. Ak Parti'nin iktidara gelmesinin akabinde İran ile Türkiye'nin arasını açmak için ticarî ilişkilere ket vurmaya çalışıldı. Hükümet bu konuda uluslararası yaptırımları ve ABD'nin ambargolarını kabul etmeyip komşumuz İran ile ticarî ilişkilerimizi sürdürmeye devam etti. İran'dan petrol ve doğalgaz alıp altın satıyorduk. Para transferi ise Hindistan üzerinden Halk Bankası'na yapılıyordu. ABD, Siyonist çete ve bunlara piyonluk yapan Fethullah Gülen ve cemaati bu durumdan rahatsızdı. Bu nedenle cemaatin savcıları harekete geçerek 17-25 Aralık operasyonlarını yaptılar. Burada da muvaffak olamadılar ve 15 Temmuz hain darbe girişiminde bulundular. Eğer muvaffak olsalardı ne olurdu? Bunu bir zamanlar Fethullah Gülen'in sağ kolu olan Latif Erdoğan'dan dinleyelim. Latif Erdoğan gazetecilere verdiği demeçte, "Eğer FETÖ 15 Temmuz'da muvaffak olsaydı hiç beklemeden üç ay içerisinde Türkiye İran'a saldırtılıp savaşa sokulacaktı. Bu savaşta en az on milyon insanın ölmesi bekleniyordu." Fethullah Gülen yıllardır sürdürdüğü vaazlarında "Ehl-i Sünnet" kavramını kullandı ve İranlı Müslüman kardeşlerimizi "Ehl-i Sünnet'in dışında Rafizi-sapkın güruh" olarak yaftalayıp durdu. FETÖ elebaşısı sürekli olarak ve her fırsatta bu menfî propagandalarla Türk halkını mezhep farklılığı üzerinden kin ve düşmanlığa tahrik ediyordu. Bu şahıs Ehl-i Beyt Muhibbi olanlara karşı kinini tarihî bir miras olarak Yavuz Selim ve 4. Murat'tan almış. Biz bunu yıllar önce aynı şahsın Abdülfettah Şahin ismi ile müstear olarak yazdığı kitaplarında da görüyorduk.

"Dinlerini bölüp gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir." (En'am: 159)

YORUMLAR

REKLAM