Kullanılan kavramın terminolojik anlamı doğru, ancak
"kullanılan alan" Müslümanların belirli bir kesimini muhatap alıyorsa
bu durumda kavram üzerinden ayrıştırmaya sebebiyet verilmektedir. Bu bir nevi
klanlaşmadır veya grup faşizmidir. Örneğin, âlim diye bilinen zevattan bazıları
(dört mezhebi referans aldıklarını iddia ederek) ısrarla ve her fırsatta
"Ehl-i Sünnet" kavramını İslâm'a olan mensubiyetleri adına dile getirmektedirler.
"Ben Müslümanım" dese sorun yok. Bize "Müslüman" ismini
veren Yüce Rabbimiz'dir. (Hac: 78) Başka isme ne gerek var? Tutturmuş illa
"ben Ehl-i Sünnet'im" diyor. Oysa farkında olmadan "ben Ehl-i
Sünnet'im" dediği için bir kısım Müslümanları ötekileştirmektedir. Peki bu
dört mezhebin dışında olan Müslümanlar "Ehl-i Sünnet" değil mi? Onlar
gâvur mu? Hak söz ile ayrıştırma yapılmaktadır farkında değiller. İmam Ali'nin
buyurduğu üzere: "Hak söz ile batıl murad edilmektedir." Veya batıla
hizmet edilmektedir.
Bakınız "Ehl-i Sünnet" kavramı hak bir sözdür ve
Müslüman olan herkes imanî bir zorunluluk olarak "Ehl-i Sünnet" olmak
zorundadır zaten.. "Ehl-i Sünnet"
terminolojik anlamı ile "sünnet üzere yaşayan" demektir. Yani
"Peygamberimizin sünnetine uyan" demektir. Bu durum Müslüman
şahsiyetin olmazsa olmazıdır. Çünkü Allah Teâlâ birçok ayet-i kerimede
Peygamberimize uymayı, onun sünnetine, onun rol modelliğine uygun bir hayat
yaşamayı bize emretmektedir. "De ki; 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun
ki Allah da sizi sevsin." (Al-i İmrân: 31) "Allah'ın Resulü'nde sizin
için uymanız gereken 'usvetun hasene' (güzel örneklik) vardır." (Ahzab:21)
Allah Teâlâ'nın buyruğu üzerine Peygamberimizin sünnet-i
seniyesine uymak Müslüman olmanın ön şartıdır. Şu hâlde Sünnilik kavramını
kullanarak Müslümanların bir kısmını ayrıştırıp ötekileştirmeye kalkmak Enbiyâ
Sûresi'nin 92'nci ayetinde "Sizin ümmetiniz bir tek ümmettir"
tanımlamasına muhalif ve mugayir tutum sergilemektir. Bu ise Allah'ın bir
dediğini iki veya daha fazla parçalara ayırmak anlamına gelir ve şirki
beraberinde getirir...
Ayrıştırmaya sebebiyet veren bir başka husus ise,
yanılabilir özelliği olan fıkıh âlimlerine mutlak itaatin farz kılınmasıdır.
Buna istinaden bazıları, müntesibi oldukları fıkhî ekol (mezhep) adına
"Sünnilik İslâm'ın ta kendisidir" diyebilmektedirler. Bu demektir ki,
müçtehidin/mezhep imâmının söylediği söz nass'dır! Oysa böyle bir söz
hafazanAllah sahibini küfre sokabilir. Zira içtihad adı üzerinde
çıkarsamadır/istinbattır. Biz, "Peygamber bize din değil mezhep
bıraktı" diyebilir miyiz? "Sünnilik İslâm'ın ta kendisidir"
demek mezhep imâmlarını Peygamberimiz'in yerine koymak demektir. Sünnilik ayrı
şeydir, mezhep ayrı husustur. Sünnilik, Sevgili Peygamberimiz'in sünnet-i seniyesine
uymak demektir. Kavramlar yerli yerinde kullanılmalıdır. Muaviye gibi, Yezid
gibi veya başka zalim sultanları halife edinmiş ama "ben Ehl-i
Sünnet'im" diyor. Bu olacak iş mi? Bakınız mezhep taassubu insanları nasıl
küfür ve şirk vargeline sokup ateş ehlinden kılıyor? "Emrolunduğun gibi
dosdoğru ol. Zalime meyletme, yoksa ateş sana da dokunur." (Hud:112-113)
İranlı şehid sosyolog Ali Şeriatî bir veciz sözünde bu
durumu şöyle tasvir ediyor:
"Dindar bir toplumu ancak din adına, din âlimleri
kandırabilirdi ve öyle de oldu." Başta da belirttiğimiz gibi bu kişiler
(özellikle avam tabakası) kesinlikle ard niyetli değildir. Ancak Müslüman
hikmet ve feraset sahibi olmak zorundadır. Fitneye ve ayrıştırmaya sebebiyet
verecek tutum ve davranışlardan uzak durmak dinî bir vecibedir. Fakat bir husus
daha var ki, bazı âlim diye geçinen zevat dinî değerlerin tahribatını önleme ve
bidatçılara engel olma adına mezheplerini mutlak doğrunun kaynağı (nass) olarak
görüp "Ehl-i Sünnet nitelemesinin dışında gördüğü Müslümanları rahatlıkla
"bidat ehli" yaftasıyla dışlamakta ve hatta tekfir dahi
edebilmektedir. Oysa biraz insafla ve hakka niyetle araştırsa tekfir ettiği o
insanların aynı kitaba, aynı peygambere inandıklarını ve tıpkı kendisi gibi
temel dinî vecibelerini ifa ettiklerini görecektir. Ehl-i Beyt mektebinde Allah
Resulü'ne sadakat, sünnet-i seniyeye sarılmak imânî bir vecibedir. Buna
istinaden Ehl-i Sünnet kavramı üzerinden ayrımcılıklara maruz kalan Prof. Dr.
Hüseyin Hatemi, "Şiîler en hakiki Sünnidir" diyor. Çünkü Sünnî demek
"sünnete uyan" demektir...
Bakınız, Hanefî mezhebinin imâmı Ebu Hanife diyor ki:
"Bir insanda 99 tane küfür alameti görseniz buna mukabil onda 1 tane iman
alameti görseniz ona Müslüman muamelesi yapınız." Şu hâlde sadece ve
sadece fıkhî farklılıktan dolayı insanları tekfir etmeye kalkmak kimin haddine?
Sonra şöyle bir fıkhî kural var: "Bir kişi karşısındaki insanı küfürle
itham ederse ve o kişi Allah Teâlâ nezdinde kâfir değil de Müslümansa ithamı
yapan kişi kâfir olur." Böylesine tehlikeli bir durum varken hangi cüretle
kendi mezhebinden değil diye Müslüman kardeşini küfürle itham edebiliyorlar? Bu
duruma sürüklenmenin bir sebebi de, "Emevî sultanlarının muhaliflerini
küfürle itham etmek ve boyunlarını vurmayı mubah görmek" adına
saraylarında kapıkulu ulemalarına imânın ve küfre sapmanın kriterlerini
muhaliflerinin içtihad farklılıklarına göre belirlemiş olmalarıdır. Bakınız
Kerbelâ katliamından bu yana, kendilerini "Ehl-i Beyt Muhibbi" diye
tanımlayanlar sultanlara itaati haram bilip tarih boyunca hep muhalif bir duruş
sergilemişlerdir. Hatta İmâm Zeyt ve Muhtar Sakafî örneğinde olduğu gibi
sultanlara karşı kıyam dahi etmişler. Kıyam ehli fitneci, ümmetin birliğini
bölen ve İslâm'ın bekasını tehdit eden mürted-kâfirler güruhu olarak damgalanıp
"katli vacip" görülmektedirler. Eskiden bu tür fetvalar saraylarda
verilirmiş. Şimdilerde ise bu Washington ve Tel-Aviv'de hazırlanıp piyasaya ve
bu işe teşne olan çok özel hocaefendilere (!) sunulmaktadır.
Bakınız, İslâm ve insanlık düşmanı Siyonist çete ve büyük
şeytan ABD Müslümanların zaaflarını tespit etmek ve ihtilaflarını çatışmaya
dönüştürmek için enstitüsler kuruyor ve işin uzmanı olan MOSSAD ve CIA
elemenlarıyla gizli raporlar hazırlayıp geniş kapsamlı entrikalar ve
tezviratları matbuat ve medya kanalıyla piyasaya pompalıyorlar. Az önce ifade
ettiğimiz gibi bu işe teşne veya en azından mütemayil olan hocaefendileri (!)
kullanıyorlar. Onlar da işin farkında olmadan "Ehl-i Sünnet"
savunuculuğu adına ABD ve Siyonist çetenin hedef gösterdiği ülkeye yönelik kendi
müntesiplerini kin ve düşmanlığa tahrik ediyorlar. Sayın okuyucumuz, olayın özü
ve öznesi şu: "Eskiden Emevî çetesine muhalif ve düşman olan "Ehl-i
Beyt Muhibbi" kesim bugün ABD ve Siyonist çetenin taşeronu olan Şah
zalimine karşı kıyam edip devrim yaptı. Bu devrimle birlikte ABD ve Siyonist
çetenin vantuzları İran coğrafyasından kesilmiş oldu. Buna tahammül edemeyen
ABD ve Siyonist çete maşaları olan Saddam'ı İran'ın üzerine saldırtıp 8 yıl
sürecek bir savaşı başlattılar. Bu tahmilî savaşta 1.5 milyon insan öldü. Fakat
kan içici zalimler emellerine ulaşamayınca Demirel'in cumhurbaşkanı olduğu
dönemde Türkiye ile İran'ı kapıştırmak için çabaladılar. Hatırlayınız o
provakasyon ve gerginlik esnasında, iki ülke sınır boyunda büyük askerî
tatbikatlar yaparak birbirlerine gövde gösterisinde bulunmuştu. Nefesler
tutulmuş, savaşa ramak kalmıştı. O günlerde ABD ve Siyonist çetenin güdümündeki
gazeteler attıkları manşetlerle halkımızı kardeş ülke İran'a karşı kin ve
düşmanlığa tahrik ediyor ve psikolojik olarak halkımızı da galeyana getirmeye
çalışıyorlardı. Allah'a şükürler olsun ki sağduyu galip geldi ve beklenen
felaket gerçekleşmedi. Bu gelişmelerin akabinde Merhum Erbakan Hocamız
şeytanların şeytanlıktan vazgeçmeyeceklerini çok iyi bildiği için ümmet
bünyesinde birlik ve dayanışmanın gerekliliğine inanarak (mezhep taassubuna
kapılmadan) İran ile işbirliğine girip D-8'i kurdu ki düşmanlarımızın emelleri
kursaklarında kalsın..
Erbakan Hocamızın D-8 kapsamında "İslâm Birliği"ni
müesses nizama dönüştürecek (imân'a taallûk eden) projeleri vardı. REFAHYOL
Hükümeti döneminde bu kapsamda somut adımlar atılmaya başlanmıştı. Bu ara
mazlum Filistin halkı da unutulmuyor ve Filistin topraklarının bağımsızlığa
kavuşabilmesi için D-8 kapsamındaki "İslâm Savunma Gücü" düşüncesi
gündeme taşınıyordu. Bildiğiniz üzere Erbakan Hocamız, Namus-u Ekber'imiz olan
Filistin davasını sürekli gündemde tutuyor ve Siyonistlerin diplomasiden değil
ancak güçten anladığını dile getiriyordu. Bakınız hemen o günlerde Refah
Partisi Sincan Belediye Başkanı Sayın Bekir Yıldız ve Kültür Daire Başkanı
Sayın Hüseyin Avni Yazıcı'nın organize ettiği "Kudüs Günü" etkinliği
bahane edilerek Siyonist çetenin buyruğu ve büyük şeytan ABD'nin talimatı
üzerine dönemin Genelkurmay Başkan Yardımcısı General (şimdi ise bütün rütbeleri
sökülmüş olan) Çevik Bir Sincan sokaklarına tankları indirip Mescid-i Aksa
maketinin karşısına geçti ve tabiri caizse küstahça şov yaptı. Bunun akabinde
de 28 Şubat Post-modern Darbesi'ni yaparak REFAHYOL Hükümeti'ni devirdiler.
Yetmedi Refah Partisi'ni kapattılar. 28 Şubat'ın ve Refah Partisi'nin
kapatılmasının tek nedeni vardı mezhep savaşına engel olan D-8'i akamete
uğratmak. Ak Parti'nin iktidara gelmesinin akabinde İran ile Türkiye'nin
arasını açmak için ticarî ilişkilere ket vurmaya çalışıldı. Hükümet bu konuda
uluslararası yaptırımları ve ABD'nin ambargolarını kabul etmeyip komşumuz İran
ile ticarî ilişkilerimizi sürdürmeye devam etti. İran'dan petrol ve doğalgaz
alıp altın satıyorduk. Para transferi ise Hindistan üzerinden Halk Bankası'na yapılıyordu.
ABD, Siyonist çete ve bunlara piyonluk yapan Fethullah Gülen ve cemaati bu
durumdan rahatsızdı. Bu nedenle cemaatin savcıları harekete geçerek 17-25
Aralık operasyonlarını yaptılar. Burada da muvaffak olamadılar ve 15 Temmuz
hain darbe girişiminde bulundular. Eğer muvaffak olsalardı ne olurdu? Bunu bir
zamanlar Fethullah Gülen'in sağ kolu olan Latif Erdoğan'dan dinleyelim. Latif
Erdoğan gazetecilere verdiği demeçte, "Eğer FETÖ 15 Temmuz'da muvaffak
olsaydı hiç beklemeden üç ay içerisinde Türkiye İran'a saldırtılıp savaşa
sokulacaktı. Bu savaşta en az on milyon insanın ölmesi bekleniyordu."
Fethullah Gülen yıllardır sürdürdüğü vaazlarında "Ehl-i Sünnet"
kavramını kullandı ve İranlı Müslüman kardeşlerimizi "Ehl-i Sünnet'in
dışında Rafizi-sapkın güruh" olarak yaftalayıp durdu. FETÖ elebaşısı
sürekli olarak ve her fırsatta bu menfî propagandalarla Türk halkını mezhep
farklılığı üzerinden kin ve düşmanlığa tahrik ediyordu. Bu şahıs Ehl-i Beyt
Muhibbi olanlara karşı kinini tarihî bir miras olarak Yavuz Selim ve 4.
Murat'tan almış. Biz bunu yıllar önce aynı şahsın Abdülfettah Şahin ismi ile
müstear olarak yazdığı kitaplarında da görüyorduk.
"Dinlerini bölüp gruplara ayrılanlar var ya, senin
onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah
onlara yaptıklarını bildirecektir." (En'am: 159)