Filistin’de Zaferin Parolası: Direniş ve Vahdet

GİRİŞ: 13.05.2022 08:56      GÜNCELLEME: 13.05.2022 08:56
Rasthaber -  Filistin davası iki ana sütun üzerinde durur ve zafer de bunların birlikte var olabilmesine bağlıdır; direniş ve vahdet.

Direniş
Direnişin özü, İsrail’in varlığını tanımamaktır. İsrail’in varlığını tanıyan hiçbir bakış açısı Kudüs’ün ve Filistin’in özgürlüğünden söz edemez. Söz etse de bu gerçekçi ve doğru bir bakış açısı değildir. Çünkü İsrail, mutlak kötülüktür.

“Mutlak kötülüktür” ifadesinin anlamı şudur: İsrail katliam yaptığı, işgal ettiği, cinayet işlediği için kötü değildir; kötü olduğu için bunları yapmaktadır. İsrail ontolojik olarak kötüdür, varlığı kötülük üzerine bina edilmiş ırkçı bir rejimdir. Kötülükle normalleşemezsiniz. Kötülükle iş birliği yapamazsınız. Kötülükten “talepte” bulunamazsınız. Kötülüğün merhameti, anlayışı, insafı, izanı olmaz. O yüzden “İsrail’le normalleşme” ifadesi hükümsüzdür, geçersizdir. Direniş hak, normalleşme batıldır. “Normalleşme” denilen şey de her batıl gibi zail olmaya mahkûmdur. Özetle İsrail’e karşı direnmek demek, İsrail’in eylemlerine değil, varlığına karşı durmak anlamına gelir. Çünkü İsrail’in varlığına karşı durmak, eylemlerine karşı durmayı içerir ve ondan fazlasıdır.

Kuşkusuz İsrail’in eylemlerine karşı durmak değersiz değildir. İsrail zulmüne karşı atılmış her adım değerlidir. İsrail şiddetine karşı yapılan kınamalar da, bu zulmü duyurmak için atılmış bir tweet’in de değeri vardır. Ancak burada iki hususun altını çizmek gerekir; birincisi aslolan bataklığı kurutmak, fitneyi ortadan kaldırmaktır. Amacın bu olması gerekir. Aksi takdirde İsrail öldürmeye, katletmeye, işgal etmeye, Filistinlilerin evlerini yıkıp yeni yerleşim yerleri inşa etmeye, fitne ve fesad çıkarmaya devam edecek demektir. İkincisi ise İsrail’in varlığına değil, eylemlerine karşı durmak gerçekte direnmemek, “direniyormuş gibi yapmak” anlamına gelebilir. Nitekim bugün İsrail’le “normalleşme” sürecine girmiş rejimler kimi zaman İsrail’in eylemlerine karşı açıklamalar yapmakta, kınamakta ve hatta bu eylemleri lanetlemektedir. Ama diğer taraftan İsrail’le diplomatik, ticari, kültürel, askeri ilişkilerini devam ettirerek kınadıkları, lanetledikleri eylemlerin dolaylı ve doğrudan destekçisi olmaktadırlar. Bunun adı İsrail’e karşı direnmek değil, gaflet ya da riyakârlıktır. Ayrıca İsrail’in varlığına değil, eylemlerine karşı çıkmak zamanla İsrail’in eylemlerini de meşrulaştırma, normalleştirme, rasyonelleştirmeyi beraberinde getirebilir. Kaldı ki, İsrail’in varlığını tanıyıp Gazze’yi bombaladığında ya da bir gazeteciyi öldürdüğünde kınama açıklaması yapanlar, İsrail işgalini 1967’den başlatıp, 1948’den o güne kadar yaptığı işgal, katliam, mülksüzleştirme ve sürgün politikalarını “meşru” görmektedir. O yüzden bir ülkenin gerçekten İsrail zulmüne karşı durup durmadığını anlamanın yolu, İsrail’in varlığını tanıyıp tanımadığına bakmaktır. İsrail’in varlığını tanıyan bütün yöneticilere de bundan vazgeçmesi çağrısında bulunuyoruz. Ancak bu şekilde gerçekten Filistin/Kudüs/Mescid-i Aksa davasının yanında yer alabilirler.

Vahdet/Birlik

Filistin davasının üzerinde durduğu ilk sütun direniştir dedik. Direnebilmenin yolu ise vahdetten/birlikten geçer. Vahdetin/birliğin iki katmanlı bir kavram olduğunu belirtmek gerekir; Müslümanların birliği ve mustazafların dayanışması. Müslümanların birliğinin önündeki en önemli engel mezhep ve kavmiyet farklılıklarını merkezileştirmektedir. Mezhep ve kavmiyet farklılıkların merkezileştiği her anlayış “iç tehdit” algısıyla yaşar. Husumetini ve öfkesini içeriye yöneltir. Bu İsrail’in varlığının sigortalanması anlamına gelir. O yüzden kavmiyetçilik ve mezhepçilik ile İsrail düşmanlığı bir arada bulunamaz. Mescid-i Aksa’yı, Kudüs’ü ve Filistin’i savunmak demek İslam birliğini savunmak demektir. Kavmiyetçi ve mezhepçi anlayışlar Kudüs’ü savunuyor gibi görünseler de (farkında olarak ya da olmadan) gerçekte İsrail’in varlığını korumak için çalışıyorlar demektir. Kur’an, bunu çok açık bir şekilde ifade eder:
“Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin ve çekişmeye girmeyin. Yoksa gücünüz, devletiniz gider. Sabredin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal Sûresi, 46).

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir zamanlar, birbirinize düşmandınız da O’nun kalplerinizi kaynaştırması sayesinde kardeş oldunuz. Ve yine ateş çukurunun tam kıyısında bulunuyorken, sizi ona düşmekten O korudu. İşte Allah ayetlerini böyle açıklıyor ki belki doğru yolu bulursunuz.” (Âl-i İmran Sûresi, “103).

Ne trajiktir ki, vahdet/birlik bugün Müslümanların gündeminden büyük oranda çıkmış bulunuyor. Çoğu kimse bunu açıktan söylediği gibi, bazıları da söylemese de Müslümanların birlik olacağına inanmıyor. İslam’ın bu en temel şiarına Müslümanların inancının kalmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu, İsrail’in varlığından daha büyük bir felaket değil mi? İsrail de zaten bu felaketin sonucu değil mi? Önce “Müslümanlar kardeştir” diyen sonra kimi Sünni, kimi Şii; kimi Türk, kimi Arap olduğu için kardeşlikten dışlanan bir anlayış hüküm sürüyor. Bu anlayışı bize kim yükledi? Avrupa’yla birlik olabileceğimize inanan ama İslam ülkeleriyle birlik olamayacağımıza bizi ikna edenler kimler?

İkinci verdiğim ayette bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum ki, bu ayet Müslümanlar arasında meşhur olan bir ayettir. Deniyor ki; “…Hani bir zamanlar, birbirinize düşmandınız da O’nun kalplerinizi kaynaştırması sayesinde kardeş oldunuz.”

Kalpler Allah’ın elindedir. Hz. Muhammed (S.A.V.) Medine’ye vardığında ilk iş olarak bu topluluklar arasındaki düşmanlığı bitirdi. Allah’ın rahmeti ve inayetiyle onları kardeşliğe çağırdı. Kuşkusuz bu çağrı yeterli değildir. Bizi birbirimize kardeş yapacak olan, kalplerimizin arasına ülfet verecek olan Allah’tır. Ama kalplerin de bu amaca yönelmesi, bunu istemesi gerekir. Başımızdakilerin de kalpleri bu amaca yöneltmesi için çaba sarf etmesi gerekir. Soruyorum: Âlimlerimiz, hocalarımız, hocaefendilerimiz ağızlarını açtığında kalplerin birbirine yakınlaşması için mi konuşuyor, yoksa birbirinden uzaklaşması için mi? İsrail kutsallarımıza üstelik Ramazan ayı boyunca hemen her gün saldırıda bulunurken âlimlerimiz, hocaefendilerimiz tabelalarına ne anlattılar? Eğer bugün Müslümanlar arasında vahdet ve birlik yoksa bunun ilk sorumlusu kendilerini dinlemek için gelen o samimi insanların kalplerine İsrail ve ABD emperyalizmine karşı direnmeyi değil de, mezhepçilik ve kavmiyetçilik tohumlarını eken âlimlerdir. Belki de o yüzden “Âlimin fesadı, âlemin ifsadıdır” denmiştir. Bu âlimlerimiz büyük bir sorumluluk altındadır. Niyazımız odur ki, âlimlerimizin hepsi “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” sözünde işaret edilen âlimler gibi olsun. Böyle olan, böyle olmaya çalışan âlimlerimiz de var; yer gök durdukça onlara selam olsun.
Vahdetin ikinci katmanı mustazaflarla dayanışma içinde olmaktır. Mustazaf sadece ekonomik açıdan zayıf bırakılmış değil, bilgi ve bilgiye ulaşma yolları açısından da zayıf bırakılmış; yani manipüle edilmiş kitleleri kapsar. Mustazaflar aynı dinden, kavimden, mezhepten olabileceği gibi; farklı dinlerden, kavimlerden, mezheplerden de olabilir. Günümüz ifadesiyle sömürgeleştirilmiş, ezilen halkların tamamını kapsar. Müslüman olmasa bile vicdanı temiz, ezilmiş, hor görülmüş, manipüle edilmiş ve bir çıkış yolu olsa ses verecek herkesle İsrail ve ABD emperyalizmine karşı aynı cephede buluşabiliriz. Rachel Corrie bunun kanıtıdır; ömrümüz sürdükçe bizi mahcubiyet içinde bırakacak bir kanıt.
Nitekim D-8 bu iki katmanı da yansıtan bir vahdet projesiydi. D-8 ülkeleri, D-60’ı kuracak ülkelerin çekirdeğini; D-60 da D-160’ı; yani ezilenlerin, sömürülenlerin dayanışmasını; nihayetinde bütün bir insanlığın huzurunu ve sömürüden kurtulmasını amaçlıyordu.

n n n

Direniş ve vahdet zaferin parolasıdır; bunun şahidi Kudüs’ün Kılıcı savaşıdır. Kudüs’ün Kılıcı savaşı direniş anlayışı olmadan olamazdı; Filistin’deki 12 grup ortak operasyon odasını kurmadan da direniş olamazdı. Her ikisinin bir araya gelmesi Kudüs’ün Kılıcı zaferini beraberinde getirmiştir. Eğer bu iki ilke korunur ve genişletilebilirse, emperyalistlerin bölgemizden atılması ve Kudüs’ün özgürlüğü yakındır.
Direnişin onuru Yahya Sinvar’ın unutulmaz konuşmasında söylediği gibi:
“Biz diyoruz ki, geçen Ramazan ayında çıkardığımız Kudüs’ün Kılıcı, Allah’ın izniyle Kudüs özgür olana ve kaybedilen topraklarımız geri dönünceye kadar kınına girmeyecektir.”
Bu, gerçek ve kesin bir vaattir.
Direnişe ve vahdete inananlar bu zaferin ortağı olacaktır.

milligazete


YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM