Rasthaber - İsmail Mansuri Laricanî: Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ne mutlu o kalbe ki sana sevdası vardır
Senin önünde eğilmiş başı vardır
Gül yetiştirmede bülbüllerin rakibi
Bahçeyi mücadele sahası yaptı
Tıpkı bir damla gibi vadileri ve çölleri aşıp
Koşarak senin denizine doğru geliyor
Selam sevgili izleyiciler, aziz dostlar ve Mârifet programının samimi takipçileri. Bildiğiniz gibi Şeyhu’r-Reis Ebû Ali Sînâ’nın düşüncelerini konuşuyoruz. Değerli üstadımızın bilgece açıklamalarından yararlanıyoruz.
Sayın Üstad, bazıları İbn Sînâ hakkında ‘‘İbn Sînâ ömrünün sonlarında felsefe ve düşünce ortamından tamamen çıktı ve irfani bir hal kazandı, ârif oldu’’ diyorlar. Bazıları ise muhtemelen biraz da garazlarından şöyle diyorlar: Hayır o sadece farklı bir alanda uzmanlaşmak için gidip Makamatu’l-Ârifin’i veya irfanla ilgili diğer risaleleri yazdı.
Siz ise Akıl Defteri ve Aşk Âyeti adlı kitabınızda meselenin hakkını veriyor ve İbn Sînâ’nın aklın düzeyini yükseltmeye çalıştığını söylüyorsunuz.
Kimileri aklı sadece ‘‘makulât’’ ile sınırlı görüyor ve ona hapsediyor. Batılı filozoflar da aynı şekilde, onlar da aklın fezasının üstünde başka bir âlem olmadığını söylüyorlar. Fakat biz görüyoruz ki İbn Sînâ’nın yaptığı en büyük işlerden biri şudur: O bunun ötesine geçiyor ve aklın ötesinin de var olduğunu belirtiyor. Fakat o sahaya temizlenmiş ve arınmış akıl ulaşabilir. Yani aslında İbn Sînâ irfanın ve sülûkun niteliğini tarif ediyor. Programa başlarken ben bu konuyu biraz açmanızı istiyorum, daha sonra meselenin delillerini okuyacağım.
Üstad Dînânî: Bismillâhirrahmânirrahîm. Evet, buyurduğunuz gibi büyük düşünce insanları her zaman düşman sahibi olmuştur. Düşünce insanlarının düşmanları da düşünmeyen insanlardır ve bunlar esasen düşünceye düşmandırlar. “İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdırlar.”
İbn Sînâ çok akıllı, bilge, âlim biriydi, bu sebeple de çok fazla düşmanı vardı. Sizin de buyurduğunuz gibi bazıları onun irfandan anlamadığını, Dokuzuncu Nemet’i, yani irfan konusunu farklı bir alana eğilmek istediği için yazdığını söylemiştir. Kimileri ise biraz daha iyi niyet gösterip onun irfanla ömrünün sonlarına doğru ilgilendiğini ifade etmiştir. Ama bana sorarsanız bence o, ömrünün sonunda değil, gençliğinde irfan yoluna girmişti.
Bildiğiniz gibi İbn Sînâ’nın belirli bir hocası yoktu. Abdullah Natilî vardı ama o da bir süre sonra acizliğini belirtti ve “ben artık sizin hocanız olamam” dedi. Gerçekte İbn Sînâ kendi zekâsı ve dehasıyla felsefesini bulmuştur. Büyük felsefi eserleri okudu ve dünyanın büyük felsefecilerinden biri oldu. Onun biyografisini yazan herkesin de dediği gibi bir meselenin içinden çıkamadığı zaman, mescide gidip iki rekât namaz kılar ve Hak Teâlâ’nın dergâhına sığınırdı ve meselesi hallolurdu. Bunu gençliğinde yapardı, bunu yapan biri irfanla ilgili değil midir?
Dolayısıyla ben bu yersiz iddiaları karşı delillerle çürütebilirim. O gençliğinden itibaren irfanla ilgiliydi. İnsanların çoğu, tarih boyunca irfana kötü bir anlam yüklemiştir. Onlara göre irfan; inzivaya çekilmek, züht ve insanlardan uzaklaşmak ve birtakım ayinler yapmaktır. Ben daha önce bu programlarda birkaç defa değinmiştim, şimdi tekrar etmek istemiyorum. İrfan, kelime anlamından da bellidir. İrfan bilmek demektir. Bilme olmadan irfan olmaz. Bir kişi ârif olduğunu iddia etmesine rağmen hakikatleri burhan ve akıl yoluyla bilmiyorsa, ya cahildir ya da sahtekâr! Dolayısıyla irfan bilmektir, hem de bilmenin son aşamasıdır.
Bu sebeple İbn Sînâ’ya yönelik bu tür sözler boş ve anlamsızdır. İbn Sînâ, en başından beri irfana ilgi duyan bir filozoftu. Tabii ilerledikçe de irfana yakınlaştı ve Makamatu’l-Ârifin’i yazarak bunu gösterdi. Eğer bir ârif İbn Sînâ felsefesini iyi bilmiyorsa, esasen irfanı iyi bilmiyor demektir. Ben daha önceki bir programda size arz etmiştim. Keşke bu tasavvufçular gidip önce İbn Sînâ’yı okusalar, ondan sonra tasavvufa yönelseler… Tabii gerçekten tasavvufa yönelmek istiyorlarsa… Aksi halde akıl yürütmeksizin bu işe girmek doğu değildir.
İbn Sînâ da her filozof gibi şunu çokça vurguluyor: İnsanı “hayvan-ı nâtık” diye tarif ediyor. “Nâtık” kelimesine aklilik anlamı veriyor. Evet, ‘‘nâtık’’ kelimesinin konuşan demek olduğu doğrudur ama konuşmak akıldır. Aklı olmayan hiçbir varlık konuşamaz. Konuşmak, söz ses demek değildir, rüzgârın da, hayvanların da sesi vardır. Konuşmak düşüncenin zuhurudur. İbn Sînâ bunun üzerinde çok durmuştur.
İnsana ilişkin birçok tarif yapılmıştır. İnsan iktisadi hayvandır, sanatçı hayvandır, üreten hayvandır vs. gibi birçok tarifler yapılmıştır. Fakat bunların hepsiyle tarif etsek bile ekonomi, sanat veya sanayi, teknik akıl olmadan olabilir mi? İbn Sînâ’yı biraz daha açıklayabilmek için bir örnek vermek istiyorum.
İnsan, kendi hayatıyla ilgili olan her şeyi yaratabilir. Şu an insan yaratıcılığının birçok örneğini görebilirsiniz. Şu anki teknoloji akılları hayrette bırakıyor. Cep telefonunuzdan internete, uzay yolculuklarına ve daha bilemediğimiz birçok şey insanın yaratıcılığının sonucudur. Bütün bunları kim meydana getirdi, kim üretti? Bütün bunlar insanın yaratıcılığının ürünüdür. İnsan bunlardan çok daha fazlasını yaratabilir. Şu an bizim tasavvur edemeyeceğimiz şeyleri de yaratabilir.
Ancak insan bir şeyi sonsuza kadar yaratamaz. Belki de söyleyince şaşırtıcı gelecek ama insan tek bir şeyi yaratamaz, o da söz söylemek, konuşmaktır. Şimdi şöyle itiraz edebilirsiniz: Nasıl yaratamaz? Tüm insanlar konuşuyor, bunca dil yaratılmıştır. Dünyada ölmüş olan ve yaşayan ne kadar dil varsa bunların hepsi insanlar tarafından yaratılmıştır.
Evet, kelimeler, lafızlar insanlar tarafından yaratılmıştır. Dilleri kimin oluşturduğu bahis konusu ediliyor. Mesela ‘‘Farsça, Fransızca, Arapça vs. gibi dillerin kurucusu kimdir’’ deniyor. Acaba bir şahıs mıdır, topluluk mudur? Doğal mıdır, yoksa birileri oturup dili yapmış mıdır? Fakat bütün bunlarda söz konusu olan şey lafızların seçilmesidir.
Dilin bir mahiyeti vardır. Buna, dilin yapısı, “structure” diyorlar. Yani Çince, Farsça, Arapça, İngilizce vs. dillerin suretleridir. Dilin yapısı dediğimiz ise insanın fıtratıdır. İnsanın yapısı, dilin yapısıdır. Bu yapı insanın yarattığı bir şey değildir. O yapı olmasa insan hiçbir dili de konuşamaz. O yapı olduğu için siz o yapıya sonsuz sayıda dil üretebilirsiniz. Kelimeler, lafızlar, dilin nâzil olmuş en aşağı mertebesinden ibarettir. Bunları insanlar yapmıştır, daha doğrusu seçmiştir.
Ancak dilin o yapısı, dilin grameri yani sözün hakikati, fıtridir ve bu insanın ‘‘nâtıklığıdır’’. Bazıları dilin gramerinin hakikatinin mantık olduğunu söylemişlerdir ki bu çok da yanlış sayılmaz. İşte insan bunu yaratamaz. İnsanın dilin yapısını yaratması, insanın kendisini yaratması demektir. İnsan dilin kendisidir. İnsandan o dilin yapısı dediğimiz şeyi aldığımızda artık o insan değildir. Ben burada dil derken lafızları kastetmiyorum, insan konuşmasa da insandır. Dilin yapısı, insanın hakikatidir. İnsan kendini yaratamaz.
Allah tüm varlıkların yaratıcısıdır. Allah konuşuyor. Örneğin, peygamberlerle konuşuyor. Allah’ın sıfatlarından biri de “mütekellim”dir. Peki, Allah kendi dilini yaratmış mıdır? Hayır, o kendi zatıdır ve zatının zuhurudur. Tüm âlem Allah’ın mahlûkudur; ama Allah’ın sıfatları mahlûk değildir; zatıyla aynıdır.
Nasıl ki Allah kendi sözünü [suhen; burada sözden kasıt lafız değil kelâm sıfatıdır; Medya Şafak] yaratmıyorsa ve nasıl ki O’nun sözü yani mütekellim olması zatının aynısı ise ve İbn Sînâ’nın tabiriyle O’nun zatının gereği ise insanın sözü [burada dili; yoksa konuşması, ağzından çıkan sesler değil; Medya Şafak] de insanın yarattığı bir şey değildir. Yani bizim zatımızın gereği yahut zatımızın aynısıdır. O halde söz [dil] asla bizim yarattığımız bir şey değildir. O, bizim yaratamayacağımız tek şeydir. İnsan, Allah’ın yaratıcılık sıfatının mazharı olarak, kendi hayatıyla ilgili olan her şeyi yaratabilir.
Söz, aklın zuhurudur. Akıl yoksa söz de yoktur. Bu âlemde akla sahip olmayan varlıkların hiçbirinin sözü de yoktur. Bu âlemde, bu yer kürede söz söyleyen varlık hangi varlıktır? Sadece insandır. Bu noktada bir itiraz öne sürebilirsiniz. Evet, insan söz söyleyen tek varlıktır ama aynı zamanda hatalar yapan da bir varlıktır. Nitekim Hz. Âdem de hata yapmış ve sürülerek hubût etmiştir [yeryüzüne düşmüştür].
İsmet makamı, Masumların (a.s.) durumu ayrı bir konu, şimdi o konuya girmeyeceğiz, insan hata yapan bir varlıktır. Peki, insan hatalarını neyle ortadan kaldırıyor? Yani aynı hatayı tekrar yapmamak için neyi kullanır? Aklını kullanır. Zaten hata yaptığını nasıl anlayabiliyor? Akıl sahibi olduğu için anlayabiliyor. Aklı olmasaydı hata yaptığını da anlayamazdı. Burada önemli bir soru ortaya çıkıyor.
Pekâlâ, biz akılla hatalarımızı anlıyoruz ve gelecekte aynı hataları tekrar etmemek için akılla hataları ortadan kaldırıyoruz. Pekâlâ, aklın kendisi hata yaparsa ne yapacağız? Bu çoğunlukla karşılaşacağımız bir sorudur. İşte burada irfanın akıldan başka bir şey olduğu söylenir. Biz bu soruya cevap verirsek o zaman akıllı biri olan ve aklı savunan İbn Sînâ’nın nasıl ârif olabileceğini anlarız.
Bu önemli bir sorudur. Biz her hatayı akılla teşhis edip yine akılla doğru yolu seçiyoruz. Peki, aklın kendisi de hata yaptığı zaman ne yapacağız? Benim bu soruya cevabım şu olacaktır: Aklın hatasını da yine aklın kendisi tanır ve yine aklın kendisi telafi eder. Zira aklın hata yaptığını kim anlıyor? Yine aklın kendisi anlıyor.
Akıl bir derecede hata yapıyor; ama bir üst dereceye çıkınca orada hata yaptığını anlıyor. Daha üst derecede hatasını gördüğü zaman da bu kez o hatasını telafi ediyor. Terazi bozulursa onu yine bir başka terazi ile ölçerek düzeltiriz. Akıl da her şeyin ölçüsüdür. Aklın dereceleri sınırsızdır, herhangi bir yerde durmaz. Aklın artık daha öteye gidemeyeceğini anladığı ve o konuda bir görüş belirtemediği tek yer Hak Teâlâ’nın zatıdır.
Akıl Hak Teâlâ’nın zatı konusunda bir yere gidemeyeceğini dürüstçe itiraf eder. Dürüstlük de zaten aklın özelliğidir. Dürüstçe yapamayacağını itiraf eden tek şey de akıldır. Başka hiçbir varlık tevazu göstermiyor. Yalnızca akıl tevazu gösteriyor ve benim haddim bu kadardır, diyor.
Ayrıca aklın ötesi diye bahsettikleri şey de aklın o derecesinin ötesidir. Yani aklın ötesi de yine akıldır. Biz ne kadar gidersek gidelim akılsızlığa ulaşamayız. Yani bu âlemde aklın daha üstünde ve ötesinde bir şey yoktur.
Hayvanlar cisimleriyle yaşarlar. İnsan da cismiyle yaşar, bunu görmezden gelemeyiz ama insan sadece cismiyle yaşamaz, cismine dair düşünceleriyle yaşar. İnsan hem cismine hem de cismi dışındakilere dair düşünceye sahiptir. Yani insanın cismine de yön veren düşünceleridir. Bu açıdan dünyada cismiyle yaşamayan tek varlık insandır. Düşünce ise aklın eseridir. Dolayısıyla insan aslında aklıyla yaşamaktadır.
Laricanî: Üstad kısa bir aradan sonra devam edelim.
***
Üstad, İbn Sînâ çok zârif bir noktaya işaret ediyor. Kimilerine göre artık aklın ötesi yoktur. Aklın seyrinin nihayeti onun fezasıdır. İbn Sînâ ise çok sanatkârca ve bilgece bir meseleyi söz konusu ediyor, siz de bunu “dil ve söz” başlığı altında ele alıyorsunuz. Ona göre akıl seyrine devam ettiğinde bir gaybi melek onu aklın ötesine çağırır. Yani aklı bu perdeyi aşıyor, kendi sınırını geçiyor ve aklın ötesine…
İzin verirseniz ben sizin kitabınızdan ilgili bölümü okuyayım:
“İbn Sînâ’ya göre akıl insanın önemli ve bariz güçlerinden biri olduğu gibi akıl ötesi de yine insanın güçlerinden biridir. Bu büyük filozofun görüşüne göre insan akıl gücünü takviye ederek akli sorunların çözümünü sağlayabildiği gibi kendi içini temizleyip güzelleştirerek de aklın ulaşmakta yetersiz kaldığı merhalelere ulaşabilir. Bu merhalede tabiata ve dünyaya öyle bir şekilde tasarruf edilebilir ki akıl onu olağanüstü işlerden sayar. Şuna dikkat etmek gerekir ki aklın ötesi olarak tanınan şeyin ispatı da yine akıl yoluyla mümkündür. Eğer akıl ve onun hükümleri söz konusu değilse akıl ötesi merhalesi diye bir şeyden de bahsedilemez.”
Üstad Dînânî: Çok önemli ve kilit bir konuyu gündeme getirdiniz. Ben sözün ve konuşmanın azametinden bahsettim ve bunun mahlûk olmadığını söyledim. Bunun doğal sonucu, dilin metafiziksel olduğudur. Yani insanın yaratamadığı bir şey metafiziktir. Eğer bu dünyaya ait bir şey olsaydı insan onu yaratabilirdi. İnsan sözü ihata edebilirdi ancak söz insanı ihata ediyor.
Şimdi sizin okuduğunuz bölümde ben İbn Sînâ’nın sözünü naklettim. Aklın ötesinden söz eden kimdir? Aklın ötesinden söz eden akıl değil midir? Dekart’tan sonra birçok felsefi ekol ortaya çıktı bunların da en yenisine ‘‘analitik felsefe, dil felsefesi ekolü’’ deniyor ve buna büyük filozof Ludwig Wittgenstein öncülük etmiştir. Bu filozof ne yapmak istedi? O, diğer ekolleri gördü onun şu uyanıklığı benim açımdan övgüye değerdir. O, her şeyin dilde olduğuna dikkat çekti. Wittgenstein, eğer buna dikkat etmeseydi dil analizine yönelmeyecekti.
O aslında felsefenin dil demek olduğunu fark etti. Eğer dil olmasa felsefe de yoktur, hatta hiçbir şey yoktur. Wittgenstein’ın bu dikkati son derece önemliydi. Dilin her şeyin aslı olduğunu ve düşüncenin aslının dil olduğunu tespit edince ‘‘ben bundan sonra dil üzerinde durmalıyım, dili analiz etmeliyim’’ dedi. Wittgenstein’ın birinci ve ikinci dönemi var ama şu an bizim konumuz o değil, bu yüzden bu meseleye girmeyeceğiz. Sadece şunu söyleyelim, onun düşüncesinin esası dil analiziydi.
Onun bir cümlesi, dilin Wittgenstein açısından ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu söz onun felsefesinin sembolüdür; yani onun tüm felsefesi bu cümlede özetlenir. O, “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyor. Siz, bir dünyada yaşıyorsunuz o sizin dünyanızdır, ben bir dünyada yaşıyorum o benim dünyamdır. Evet, hepimiz aynı yer kürede yaşıyoruz ama tek dünya yerküre değildir. Sizin dünyanız, sizin dünya olarak gördüğünüz şeydir. Yeryüzü de onlardan sadece bir tanesidir.
Peki, sizin dünyanızın sınırı neresidir? Sizin dünyanızın sınırı dilinizdir. Yani sizin ne kadar söyleyecek sözünüz varsa dünyanız da o kadardır. Hakkında söz söyleyebildiğiniz şeyler kadar dünyaya sahipsiniz. Bu, varsa sizin düşüncenizin ne kadar geniş olduğuna bağlıdır. Düşünseniz ne kadar geniş olursa diliniz de o kadar geniştir. Düşünceniz ve diliniz ne kadar geniş olursa da dünyanız da o kadar geniştir. Düşünceniz ve diliniz ne kadar darsa, dünyanız da o kadar dardır. İşte Wittgenstein’ın sözü budur.
Buraya kadar söylenenler gayet güzeldir. Fakat Wittgenstein ve diğer Batılı filozofların sorunu aklı yalnızca bu duyularla algılanan maddi dünyanın sınırlarına hapsetmeleridir. Yani onlar dilin metafiziksel olduğuna dikkat etmiyorlar. Dil, insanın yarattığı bir şey olmadığı için zatı itibariyle metafizikseldir. İnsan, diliyle metafiziğe yol bulabilir. İnsan diline sahip olmayan bir varlığın metafizik sahasına ulaşması mümkün değildir. Örneğin hayvanların metafizikle işleri olmaz. İnsan bedeni fiziksel olmasına rağmen, bedenimiz konuşmamızdan ayrı olmadığı için ve yine insan bedeninin ruhuyla olan ilişkisi de inzimami değil ittihadi olduğundan, hepimiz dille metafiziğe açılan varlıklarız.
Batılı filozofların hepsinin değil ama büyük çoğunluğunun dikkat etmediği şey budur. Tabii Batı’da da ilahiyatçı filozoflar buna dikkat ediyorlar. Fakat en azından Wittgenstein dilin metafiziksel olduğunun farkında değildir ve o, dili fiziksel kılmaya, manayı mısdakta [yani anlamları kelimelerin dış dünyadaki maddi varlıklarında], fizikte aramaya çalışmaktadır. Hâlbuki mana fizikî değildir.
Gerçi bununla birlikte insaf göstermiş ve ömrünün sonunda bunun bu şekilde halledilemez olduğunu fark ederek sükût etmiş ve sırra ulaşmıştır. Sırra ulaşınca da sükût etmiştir. Yani insanların metafiziğe ulaşması için yolu açık tutmuştur.
Laricanî: Üstad, Wittgenstein’ın sözünün ötesini Kur’ân-ı Kerim söylemiş. Kur’ân şöyle buyuruyor: “Rahmân Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (açıklamayı) öğretti.’’ Allame Tabâtabâî, “beyan” ile dilin farkıyla ilgili olarak “beyan, nişansız dildir” diyor.
Üstad Dînânî: Evet, beyanı öğreten Allah’tır, eğer o vermeseydi ona sahip olamazdık. Örneğin Allah, hayvanlara beyanı vermemiştir. Gerçi Allah’ın tüm ayetleri çok müthiştir, hepsi nurdur ama şu âyet de oldukça sarsıcıdır. Âyette “Felyanzuril insanu ila taamih” (İnsan yiyeceğine bir baksın) (Abese, 24) buyruluyor. Ben daha önce hayvanların cismiyle insanların ise düşüncesiyle yaşadığını söylemiştim. Buradaki yiyeceğin gerçek anlamda yiyecek olduğunu kabul edelim. Dünyada yeni bir yiyecek isteyen tek varlık insandır.
İnsan birkaç defa aynı şeyi yediğinde ‘‘artık bundan bıktım, başka bir şey getir’’ diyor. İnsanların binlerce yıl boyunca yiyecekleri ne kadar farklılaştı. Hatta her yıl yiyecekler farklılaşıp çeşitlenmiyor mu? Ancak hayvanlar öyle mi? Bir güvercin binlerce yıldır aynı şeyleri yiyor. Hayvanlar çeşitlilik peşinde koşmuyor, her neyi buluyorsa onu yiyor.
İnsanın gıdası ise sadece bedensel gıdası değildir, insanın ruhu da gıda istemiyor mu? İnsan her zaman yeni fikirler peşindedir. Her zaman yeni teoriler, keşifler ister. İnsan bilmeye taliptir. Bilmeyi talep ettiği için de yeni şeyler öğrenmek ister. Aynı şey giysiler için de geçerli, insan sürekli yeni şeyler de giymek istiyor.
“Felyanzuril insanu ila taamih.” İster cismani isterse ruhani olsun, ne gıda aldığına bak, demektir. Fikrine de bak, hangi düşünceye ulaşıyorsun? Sana ulaşan bir fikri taklitle kabul etme, “yiyeceğine bak” yani sana gelen yeni fikre bir bak. Hangi kitabı okuyorsun, ne okuyorsun, nasıl okuyorsun, buna bak, diyor.
Laricanî: Pekâlâ süremiz doldu Üstad. Bir sonraki programda buluşmak dileğiyle hoşçakalın.
Medya Şafak