Temel ayrışma Allah Resulü vefat edip henüz cenazesi
defnedilmeden Ben-i Said isimli bir sahabenin (bazı rivayetlerde Yahudi kökenli
olduğu geçiyor) sakifesinde (çardağında) yapılan toplantıda alınan karar
sonucu, bu kararı kabul edenlerle kabul etmeyenler arasında çıkan ihtilafla
Müslümanlar iki kola ayrılmış oldular. Daha sonraları bu çardakta yaşanan
hadise literatürümüzde "Sakife" olarak anılacaktır. İlk olarak
Ensar'dan bir grup söz konusu "Sakife"de Saad bin Ubade isimli sahabeyi
halife seçiyorlar. O esnada oradan geçmekte olan Hattapoğlu Ömer meseleye
muttali olunca koşarak/alelacele Kuafeoğlu Ebubekir'i bulup birlikte
toplantının olduğu "Sakife"ye gidiyorlar. Hattapoğlu Ömer, Saad bin
Ubade'nin halife seçilmesine itiraz ederek halifenin Kureyş'ten olması
gerektiğini iddia ediyor. O esnada bir tartışmadır başlıyor. Ensar Ömer'e
itiraz ediyor, Ömer Ensar'a itiraz ediyor. Tartışma oldukça gergin bir havaya
bürünüyor. Hattapoğlu Ömer o esnada Kuafeoğlu Ebubekir'e elini uzatarak,
"Ver elini ya Ebubekir, ben seni halife seçiyorum" diyor ve kılıcını
çekip tehditlerde bulunarak kimsenin itiraz etmesini istemiyor. Arap
geleneklerine göre en yaşlı insan en bilge insan kabul edildiği için Ensar
aralarında en yaşlı olan Saad bin Ubade'yi sedye ile çardağa getirip onu halife
seçmişlerdi. Ömer itiraz edince gerginlik yaşanıyor ve Saad bin Ubade yattığı
yerden, "Ya Ömer genç olsaydım kılıcımla bunun hesabını sana
sorardım" diyor ve ekliyor, "Götürün beni buradan." Daha sonra
Hattapoğlu Ömer ve Kuafeoğlu Ebubekir Mescid-i Nebevî'ye geçerek halifeliği
ilân ediyorlar. O esnada İmâm Ali ve Haşimoğulları Allah Resulü'nün cenazesinin
tekfin ve teşyi işi ile meşguller.
Bir kısım insanlar biat etse de bir kısmı itiraz ediyor.
Hattapoğlu Ömer otoriter bir tutum sergileyince ortalık sakinleşiyor. Aradan
birkaç gün geçtikten sonra başta İmâm Ali olmak üzere Haşimoğullarına biat
teklifinde bulunmak için Fatıma validemizin evine bir müfreze ile gidiliyor.
Sünnî kaynaklarda "müfreze" değil "heyet" geçiyor. İmâm Ali
biat ederse Haşimoğulları da eder düşüncesiyle ilk önce İmâm Ali'yi muhatap
almak için kapısına gidiyorlar. Kapıyı Fatıma validemiz açıyor ve ne
istediklerini soruyor. Hattapoğlu Ömer, Kuafeoğlu Ebubekir'i halife
seçtiklerini ve Ali'nin de biat etmesi için mescide gelmesini söylüyor. Fatıma
validemiz büyük bir şaşkınlık içinde, "Siz ne konuşuyorsunuz? Allah Resulü
kendisine vasî olarak Ali'yi seçmedi mi? Bizden böyle bir şeyi nasıl
istersiniz? Gidin buradan" deyip
onları azarlıyor ve kapıyı yüzlerine kapatıyor. Kapı yüzlerine kapatılınca,
(Necip Fazıl'ın "Hz. Ali" isimli eserinde geçtiği üzere) o esnada
evin etrafına çalı çırpı yığıp evi yakma tehdidinde bulunuyorlar. Ses
çıkmayınca tekrar kapıya vurmaya başlıyorlar ve kapıya hamle yapıyorlar. Fatıma
validemiz kapıyı açmamakta direnince kapı arkasında sıkışıyor. Şiî ve Sünnî
kaynaklarda bu olay farklı aktarılıyor. Şia kaynaklarda, Fatıma validemiz
hamile olması hasebiyle kapı arkasında sıkıştırıldığından dolayı yere yığılıp
kalıyor ve akabinde düşük yapıyor. O ara gürültüyü duyan İmâm Ali kapıya gelip
neler olduğunu soruyor. Hattapoğlu Ömer, biat için mescide gelmesini söylüyor.
Şia kaynaklarda ise on kişilik müfreze ile metazori olarak mescide götürüldüğü
kaydedilmiş. Sünnî kaynaklarda ise davet edilmiş o da icabet etmiş diye
yazıyor. İmâm Ali mescide gittiğinde haziruna kendi vasîliğinden söz ediyor ve
tartışma yaşanıyor. Kuafeoğlu Ebubekir söz alıp, "Ya Ali bu iş istem dışı
gelişti ve ben istemediğim hâlde bir 'oldu-bitti' ile halife seçildim. Aksi
takdirde Ensar ile yaptığımız tartışma az kalsın kanlı bir hadise ile
sonuçlanacaktı. Biat edip etmemek sana kalmış, git ve düşün" diyor. İmâm
Ali biat etmeden çıkıp evine gidiyor. Sünnî kaynaklarda, Fatıma validemiz
Hattapoğlu Ömer ile Kuafeoğlu Ebubekir'e küskünlüğünden dolayı İmâm Ali, eşi
hayatta iken biat etmediği, vefat sonrası biat ettiği yazıyor. Şia
kaynaklarında ise hiçbir zaman biat etmediği ancak ümmetin maslahatına binaen
yönetim işlerinde her iki halifeye yardımcı olduğu bildiriliyor. Bir kısım
Şiîler Sakife hadisesinden dolayı İmâm Ali'nin (Gadir-i Hum'da açıklandığı
üzere) hilafetinin gasp edildiğinden dolayı Kuafeoğlu Ebubekir'e ve Hattapoğlu
Ömer kırgın ve küskünler. İmâm Humeynî'nin bu konuda şöyle bir fetvası var:
"Biz İmâm Ali'nin talebeleri olarak onun tutumuna tabi olmalıyız. O
şeyheyne (iki halifeye) muhalefet etmemiş, kin gitmemiş, aksine yönetim
işlerinde onlara yardımcı olmuş. Bizim de Ehl-i Sünnet kardeşlerimize böyle
yaklaşmamız gerekir. Onlarla her koşulda dayanışma içerisinde olmalıyız. Bu
yüzden biz Filistinli kardeşlerimize yardım ediyoruz."
İmâm Humeynî'nin bu ve benzeri beyanatlarına rağmen
Rafizîler gibi bazı fanatik Şiî fırkalar Kuafeoğlu Ebubekir'e ve Hattapoğlu
Ömer'e buğz ediyorlar. Sünnî kardeşlerimiz ise Rafizîlerin söz konusu beyanları
ile karşılaştıklarında genelleme yaparak bütün Şiî fırkalara bühtan etmeye
başlıyorlar. İşi o raddeye vardırıyorlar ki, bir hadis ve bir ayet iddiası ile
"Sahabe eleştirilmez, sahabeler gökteki yıldızlar gibidirler, onların
gelmiş geçmiş bütün günahları affedilmiştir, sahabenin hepsi cennetliktir,
sahabeye dil uzatanlar kâfirdir" diyerek genel anlamda bütün Şiîleri
küfürle itham etmeye başlıyorlar. Bazıları da "İnfk olayı"ndan dolayı
Aişe validemiz ayetle sabit olduğu üzere temize çıkmasına rağmen bazı Şiîler
iftira atmaya devam ediyorlarmış. Oysa ilerleyen satırlarda söz konusu
edeceğimiz üzere İmâm Humeynî'nin Selman Ruşti hakkında verdiği fetva hâlâ
geçerliliğini koruyor. Bazı Şiîler ise Cemel Savaşı'ndan dolayı Aişe validemizi
eleştiriyor. Gerekçeleri ise şu ayet: "Ey peygamber eşleri siz diğer
kadınlar gibi değilsiniz, evlerinizde vakarla otururuz." (Ahzab: 33) Aişe
validemiz bu ayete muhalefet ettiği için eleştiriliyor. "Evet annemizdir
ama meşru İmâm'a/meşru halifeye baş kaldırmıştır. Savaşarak insanların ölümüne
sebebiyet vermiştir" diyorlar. Bilmiyoruz, acaba Aişe validemiz Cemel
Savaşı için karar aldığında veya Talha ve Zübeyir'i dinlediğinde Muaviye gibi
ictihatta mı bulunmuş?! Bu konuda Talha ve Zübeyir'i eleştiren Şiîler var.
Diyorlar ki: "Talha ve Zübeyir mahremiyetlerine halel gelmesin diye kendi
hanımlarını evlerinde bırakıyorlar fakat Allah Resulü'nün mahremini/ismetini
hiçe sayarak Aişe validemizi yüzlerce kilometre uzaklıktaki Basra'ya
götürüyorlar. Allah Resulü'ne ne büyük bir saygısızlık bu."
O kadar yazılacak, söylenecek hususlar var ki hangi
birine temas edelim?
Sünnî kardeşlerimizin bir kısmı, Sıffin Savaşı'ndan dolayı
vebâle giren Muâviye'yi temize çıkarmak için, "Ali haklıydı ictihat yaptı
iki sevap kazandı, Muâviye haksızdı ama ictihat yaparak bir sevap kazandı"
diyorlar. Muâviye'yi bu sebepten dolayı eleştirenleri küfürle itham ediyorlar.
Tarikat ehli fanatik Sünnîler sürekli değişik argümanlarla Şiîleri küfürle
itham ediyorlar. Anlayacağınız Şiîlerin işi zor. Hangi birine laf
yetiştirecekler?
Gel böylelerine Şiîlerin kâfir olmadıklarını anlat! Bazıları
da diyor ki, "Ellerindeki Kûr'ân aynı değil." Ben bir gazeteci olarak
deflarca İran'a gittim, camilerinde namaz kıldım. Kûr'ân aynı Kûr'ân. Siz bu
iftiralara inanacağınıza gönderin bir elemanınızı bizim elimizdeki Kûr'ân'ın
dışına bir Kûr'ân bulurlarsa onları birlikte tekfir edelim! Olay bu kadar
basit. Ama yok, ne araştırır, ne gidip yerinde incelerler...
Başka bir iftiraları ise, "Şiîler Aişe validemize
iftira atıyormuş. Bunun iftira olmadığına ilişkin şöyle bir delilimiz var:
Yukarıda kısaca temas ettiğimiz gibi, 30 yıl kadar önce Hindistan doğumlu,
Müslüman kökenli, İngiliz vatandaşı olan Selman Ruşti isimli bir melun Şeytan
Ayetleri isimli bir roman yazmıştı. Romanda Aişe ve diğer validelerimizle
ilgili iftira ve hakaret içerikli yazılar var diye İmâm Humeynî bu şahsın ölüm
fetvasını vermişti. Verilen bu fetva üzerine başta İngiltere olmak üzere Batılı
ülkeler konsolosluklarını geri çekip İran'la ticarî ilişkilerini kesmişlerdi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Rafsancanî İmâm Humeynî ile görüşüp ekonomik olarak zor
durumda olduklarını belirterek fetvayı geri çekmesi talebinde bulunuyor. İmâm
Humeynî, "Biz bu devrimi ekmek için yapmadık, peygamber eşlerine dil
uzatılacak, hakaretler edilecek, onların ismetine/iffetine lâf söylenecek ve
biz susacağız öyle mi?" deyip Rafzancani'yi azarlayıp huzurundan kovuyor.
Bunun üzerine şimdi biz sormuş olalım: Ey iftira atanlar siz daha neyin
derdindesiniz? Bundan ötesi var mı? Yeri gelmişken sormuş olalım, İmâm Humeynî
peygamber eşlerine dil uzatan melun hakkında ölüm fetvası verirken, Dünya Ehl-i
Sünnet Alimleri Başkanı Yusuf el-Kardavî de benzeri bir fetva vermiş miydi?
Diyeceğimiz o ki, ey Şiî kardeşlerimize iftira atanlar ve bu
iftiralara inanıp aynı şekilde iftiracılardan aldıkları iftiraları dile
getirenler bilin ki vebâliniz büyük... Sünnî kaynaklarda geçtiği üzere,
"Bir kişi karşısındakine 'kâfir' derse o kişi de 'kâfir' değilse ithamda
bulunan kişi kâfir olur. Böylesine tehlikeli bir duruma rağmen hangi cüretle
karşınızdakini "varsayım/suizan" mantığından yola çıkarak küfürle
itham ediyorsunuz? Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: "Size fasık bir kişi haber
getirdiğinde onun aslını öğrenin. Yoksa karşınızdakine haksız yere iftira
atarak vebâle girmiş olursunuz." (Hucurat: 6)
Yüce dinimizin ahlâkî bir prensip olarak müntesiplerine
öğrettiği ölçü "hüsnüzan" sahibi olmaktadır. Karşınızdaki insan
"ben Müslümanım" diyorsa mesele bitmiştir. O kişi hakkında
"suizan" beslemek haramdır. Anti parantez şu hususu kaydetmiş olalım,
Rafizlerin eserlerinde geçen rijit bazı ifadelerden yola çıkarak bunu Şiî
kardeşlerimize hamledemeyiz. Özellikle bazı kişiler bir takım sapkın ifadelerin
bulunduğu Rafizîlere ait kaynaklardan yola çıkarak bütün Ehl-i Beyt muhibbi
olanlara iftiralar atabiliyorlar. Bir de Şiîlerin itibar ettiği hadis
külliyatlarında bir takım akideye mugayir hususlar var gibi gösterilmeye
çalışılıyor. Bu da iftiranın bir başka boyutu. Veya Şiî bir alimin Fasça
yazdığı eser tercüme edilirken içeriğinde kasıtlı tahrifatlar yapılmaktadır. Bu
konuda somut bir örnek verecek olursak: Tunuslu bir âlim olan Prof. Dr.
Muhammed Ticanî'nin eline İmâm Humeynî'nin Farsça'dan Arapça'ya tercüme edilmiş
bir eseri geçiyor. Bu kitapta, İmâm Humeynî güya Kûr'ân'ın tahrif edildiğine
ilişkin beyanatlarda bulunmuş! Ticanî söz konusu satırları okuyunca şaşırıp şok
oluyor. Sonra bir şekilde kitabın Fasça aslını tedarik ediyor. Kitabın
orijinalinde, "Onların elinden gelse Kûr'ân'ı tahrif ederlerdi." diye
geçtiğini görüyor. Ve sonra kendi kitabında İmâm Humeynî'ye ve Şiîlere atılan
iftiralardan söz ederken bu konuyu da bir anekdot olarak aktarıyor. İftiralar o
kadar çok ki hangi birini aktaralım?!
Bugün Müslümanların derdi bu ihtilaflarla iştigal etmek
olmamalı. Gördüğünüz ve tanık olduğunuz üzere elin Siyonistleri 1 yılı aşkın
bir süredir Gazzeli kardeşlerimizi katlediyor; çocuk, kadın, bebek, yaşlı
demeden soykırıma devam ediyor. Gerçi zamana yayılmış olarak bu soykırım 76
yıldan beri devam ediyor. Direniş Cephesi bileşenleri olan 5 ülke hariç 52
Müslüman ülke bu katliamları seyrediyor. Hatta bazıları öylesine ihanet
içerisinde ki, Yemen İran'ın verdiği füzeleri işgal çetesine fırlatıyor, işgalci
İsrail'den önce bu füzeleri Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri
engelleme çabasına giriyor. Bu nasıl bir ihanettir böyle? Bu alçaklıklar, bu
ihanetler konuşulacağına birileri kalkmış mezhebi farklılıklar üzerinden
Direniş Cephesi'ni konsolide eden İran'a düşman gözüyle bakıyor ve Şiîler için,
"Onlar İslâm ümmetinin bağrına saplanmış hançer gibidir" diyebiliyor.
Biliyorsunuz bunu söyleyen ana akım medyada sürekli boy gösteren Nedim Şener
isimli kolpa kişiden başkası değil. Yine bugünlerde TRT Genel Müdürü Prof. Dr.
Mehmet Zahid Sobacı kalkmış, "İran'ı rahatsız etmek için Farsça TV
kuracağız" diyebiliyor. Nedim Şener ve bu kişi aleni olarak Türk Ceza
Kanunu'da bulunan "Din, mezhep, bölge ve etnik köken farklılığı gözeterek
ayrıştırıcı bayanlarla halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek" maddesinin
muhatabıdırlar. Savcılıklar bu müstekreh kişiler hakkında mutlaka tahkikatta
bulınmalı. Duyarlı vatandaşlarımız bunlar ve bu gibiler hakkın dava açmalıdır.
Bunlardan piyasa da çok var. Bazıları sarıklı, cüppeli, bazıları da eli kalem
tutan gravatlı Siyonist severler...
Netanyahu Birleşmiş Milletler binasında iki eline iki ayrı
harita almış konuşuyor. Sol elindeki haritayı göstererek, "Bunlar bizim
kutsal müttefiklerimiz" diyor. Söz konusu haritada Suudi Arabistan, Ürdün
ve Birleşik Arap Emirlikleri var. Bunlar bizim nezdimizde Filistin davasına
ihanet eden şebekedir. Sağ elindeki haritadaki ülkeler için, "Bunlar şer
ittifakıdır" diyor. Bu haritada İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen var.
Bu ülkeler Filistin davasına sahip çıkan Direniş Cephesi'ni teşkil etmektedir.
Netanyahu denilen kan içici vampir bu ayrımı, bu tasnifi en mükemmel şekilde
yapıyor ama bizim sofi bildiğimiz, dindar bildiğimiz ve aydın diye geçinen
kişiler bu tasnifi yapamamaktadırlar veya kasıtlı olarak yapmamaktadırlar.
Yatıyorlar, kalkıyorlar "Şiîler kâfir" deyip duruyorlar. Rabbim
böylelerine basiret ve hidayet versin. Yoksa ahirette kendilerini cehennem
bekliyor. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: "İmân etmedikçe cennete
giremezsiniz birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız." Daha
bundan ötesi var mı?