Suriye'ye Yönelik Saldırılarda Siyonist Rejimin Rolü

GİRİŞ: 01.12.2024 13:12      GÜNCELLEME: 01.12.2024 13:12
Rasthaber -  Perşembe akşamı Suriye'nin Halep şehrine yönelik gerçekleşen ve Halep şehrinin batı surlarına kadar uzanan saldırılar birçok soruyu gündeme getirdi. Saldırılar, dört küçük terör örgütünün birleşiminden oluşan terör örgütü Tahrir-i Şam'ın bayrağıyla gerçekleştirildi ancak Suriye hükümetinin muhalifleri bile bu saldırıların bir veya daha fazla yabancı tarafın desteğiyle gerçekleştirildiğini vurguladı. Halep'e saldıran teröristlerin insansız hava araçları ve zırhlı araçlar kullanması bir veya daha fazla yabancı hükümetin bu saldırılarda rolü olduğunu vurguluyor.

Suriye'nin kuzeyinde son üç günde yaşanan gelişmelerde yabancı ellerin varlığı karmaşık bir konu değildir ve bu çatışmada Türk ordusunun rolü çok açıktır. Temel olarak Türkiye, Astana görüşmelerinde Tahrir-i Şam terör örgütünün temsilciliğini ve aslında sorumluluğunu resmen kabul etmiş ve son birkaç yıldır müzakerelere onun adına katılmıştır. İdlib bölgesinin tamamen Türkiye sınırlarına ve topraklarına bağlanması da bu saldırıdaki sorumluluğunun göstergesidir.

Öte yandan bu saldırılarda Siyonist rejimin rolü de ortadadır. The Times of Israel gazetesi bu rejimin üst düzey bir askeri kaynağından naklen şunları yazdı: ‘İsrail ordusu Lübnan'ın depolarına ve silah sevkiyatlarına saldırmakla yetinmeyecek ve Suriye, Hizbullah'a yaptığı yardımın bedelini ödeyecektir.’ Dolayısıyla bilinen terör örgütlerini kullanmak suretiyle Halep'e yönelik olarak gerçekleşen ve belirli hedefleri olan bu saldırı, Ankara ve Tel Aviv hükümetleri tarafından planlanmış, yönetilmiş ve maliyeti karşılanmış olabilir. Bu saldırının hedefini tek kelimeyle açıklamak gerekirse bu, Beşşar Esad hükümetinin teslim olması, daha doğrusu Suriye'nin teslim olması ve Batı’nın ve Siyonistlerin Suriye'ye yönelik yayılmacı planlarına karşı direnişinden vazgeçmesidir. Ancak bu planın beynini ve çıktısını incelediğimizde bunun aslında Siyonist bir plan olduğunu ve vekaleten başkasına emanet edildiğini ve ordusunun imkanlarından ve tekfirci teröristlerin ameleliğinden yararlanarak hayata geçirildiğini görüyoruz. Bu gelişmelere ilişkin bazı noktalar bulunmaktadır ve bunlar;

1.Geçtiğimiz hafta Pazar günü Lübnan'ın güney sınırını Tel Aviv'e kadar gerçek anlamda cehenneme çeviren Hizbullah'ın askeri gücünün etkisi altındaki gaspçı rejimin Lübnan'a karşı verdiği savaşta ateşkesi kabul etmesinden bir gün sonra yani Perşembe günü Suriye'ye yönelik terör saldırısının güçlü bir dış destekle mümkün olabileceğini kabul etmek gerekiyor.

Terör örgütü Heyet-i Tahir-i Şam Eylül 2016’dan bu günlere kadar Suriye ordusunun sürekli alarma geçmesinin ve sekiz yıl boyunca Halep'in özellikle Halep şehrinin batı sınırından İdlib şehrinin doğusuna kadar sürekli korunmasının zorluğunu kullanarak bu bölgeye saldırdı ve Halep ile İdlib arasındaki bölgenin tamamını ele geçirmeden, 20'ye yakın köyü ele geçirerek Halep'e doğru dar bir yol açarak bu şehrin üç kilometre batısına ulaştı. Aynı zamanda kendisiyle bağlantılı eski bazı unsurlarının Halep'teki hareketliliğini gerekçe göstererek, bu şehre girip Halep'in batısındaki bazı mahalleleri ele geçirdiğini iddia etti.

Ama gerçek şu ki, son 6-7 yıldır Nusra Cephesi'nin yerini alan Tahrir-i Şam'ın yeniden dirilişi, bir anda olmadığı gibi aynı zamanda durumun ve ortamın kontrolünü de Suriye ordusunun kontrolünden çıkarabilecek bir boyuta ulaşmadı. Ancak, önümüzdeki günlerde çatışmaların yoğunlaşması ve teröristlerin Türk hükümetiyle birlikte bu bölgeye daha fazla güç göndererek Suriye ordusunun işini zorlaştırması ihtimalini de göz ardı etmemeliyiz.

Terör örgütü Tahrir-i Şam'ın çatışmaya neden dahil edildiği bellidir. Suriye ordusu bu teröristleri alt edebilir ve aynı zamanda gerekirse 2012-2016 yılları arasında bu bölgede savaşan ve buraları karış karış bilen tüm birlikler yeniden sahaya girebilir ve bu bölgeyi hızla kontrolleri altına alabilir. Bu açıdan endişelenecek pek bir şey yok ama diğer yandan bu saldırılar bazı sivil kaygıları da taşımıyor değil.

2. Batı komşumuzu gerçekten kızdırmak istemiyoruz ve gereğinden fazla suçlamak da istemiyoruz ama gerçek şu ki, Türkiye'nin 2012-2015 yılları arasında yaklaşım ve hedef belirleme açısından performansı, dağılmasının ardından Tahrir-i Şam olarak anılan Nusra Cephesinin performansından çok da farklı değildi. İkisi de çok açık bir şekilde Suriye rejimini devirmeye çalışıyordu ve elbette ikisi de kendi hedeflerine ulaşmak için birbirlerini kullanabileceklerini ve işin sonunda karşı tarafı sahadan uzaklaştırabileceğini düşünüyordu.

Tahrir-i Şam, Türkiye’nin pılını pırtısını toplayacağını ve Arap Osmanlı Devletine benzer bir hilafet hükümeti kuracağını ve Ankara’yı zapt edebileceğini düşünüyordu. Erdoğan da teröristleri kullanarak Esad hükümetini devirebileceğini, ardından Şam hükümetine karşı çıkan silahlı gruplar arasındaki büyük bölünmeyi kullanarak onları ortadan kaldıracağını ve Suriye’nin kuzeyinin bölünmesini ve Türkiye’ye ilhak edilmesini kabul edecek kendisine bağımlı bir hükümet kuracağını düşünüyordu.

2016 yılında bu arzu her iki taraf için de ulaşılamaz hale geldi. Bunun ardından Erdoğan, Astana Müzakerelerine katılmayı kabul ederek, şekillenmesinde hiçbir rolü olmadığı süreçte pay sahibi olmaya çalıştı. Ancak Türkiye, Astana müzakereleri sırasında çoğu durumda üzerinde mutabakata varılan rolü tam olarak uygulamadı. Çünkü teröristlerin zamanından önce yok edilmesine temelde karşıydı ve onları hala sermaye olarak görüyordu. Dolayısıyla 2017 yılındaki Astana görüşmelerinin birinde İdlib'deki silahlı terör gruplarının silahsızlandırılması ve bu bölgenin altı ay içinde Suriye ordusuna ve hükümetine teslim edilmesi yönündeki kararı kabul etmesine rağmen onu uygulamayı reddetti ve buna dayanarak bu grupların silahlandırılması süreci devam etti.

Geçtiğimiz yıl Türkiye, Suriye ile siyasi ilişkilerin yeniden tesis edilmesi konusunu gündeme getirmiş ve hatta Şam'a heyetler göndermiş, ancak İdlib'deki teröristlerin durumunun değişmesi veya askeri güçlerinin el-Bab, Münbic ve Kamışlı’dan çekilmesi konusunda herhangi bir söz vermeyi reddetmişti. Buna dayanarak bu ziyaretlerden bir sonuç çıkmadı ve son günlerde Halep'e yönelik askeri harekâta ve Suriye egemenliğinin bir kez daha ihlal edildiğine tanık olduk.

3. Siyonist rejimin bu projede "işveren ve kullanıcı rolü oynadığını görüyoruz. İsrail Güvenlik Kabinesi'nin Perşembe gecesi, yani Halep'e düzenlenen terör saldırılarından saatler sonra kurulması, bu gelişmelerin İsrail rejimi açısından önemini ortaya koyuyor ve aynı zamanda bu rejimin bu saldırılardaki destekleyici rolünü de gösteriyor. Gerçek şu ki İsrail, Lübnan savaşını Hizbullah karşısında yenildiğini kabul ederek durdurdu ve kendisini Gazze'deki savaşı durdurmak zorunda kalacak bir durumda görüyor. Tüm bunlara dayanarak, bu rejimin, direnişin en önemli alanlarından biri olan, özellikle de Filistin ve Lübnan direnişinin en önemli destekçisi olan Suriye'de kaosa ihtiyacı var ancak Lübnan ve Gazze'deki yenilgi nedeniyle Suriye'ye karşı başlatılan bu kaosa aktif katılımının içeride kabul edilmediği, bölgesel ve uluslararası muhalefete neden olacağı da açıktır. Bu nedenle İsrail projeyi emanet etme ve maliyetinin bir kısmını karşılama yoluna gitti. Tahrir-i Şam saha komutanının İsrail hükümetine gönderdiği ve İsrail medyasında yayınlanan sözlü teşekkür mesajı bu ilişkiyi daha da belirgin hale getirirken, İsrail'in bu ilişkinin ortaya çıkmasını istediğini de gösterdi. Teröristlerin İdlib'den Halep'e giderken kullandığı yöntem, İsrail'in son dönemde Lübnan'a düzenlediği kara saldırısında kullandığı yöntemin aynısıdır ve hedefin bitiş noktasına doğru doğrusal hareket etmek ve başlangıç ​​ile varış noktası arasındaki aktif noktalara girmemek bunu göstermektedir.

Son olarak şunu söylemek gerekir ki, bu projenin ortak bir planlayıcısı olmayabilir ancak ortak hedefleri olduğu açıktır. İsrail, Lübnan'ın 2006 ve 2023'teki iki savaşta gösterdiği direnişin meyve vermesindeki önemli faktörlerden biri olarak Suriye'yi cezalandırmak ve bu desteği sürdürmenin ağır maliyetleri konusunda Şam'ı uyarmak istiyor. Öte yandan Türkiye, Suriye hükümetinin kendisine karşı tavrını değiştirmek ve onu, bir tarafı Suriye olan gelişmelerde Ankara'nın merkezi rolünü kabul etmeye zorlamak istiyor. Buradan hareketle bu sahnede ortak ve koordineli bir hareketin ortaya çıktığını söylersek abartmış olmayız.

4. Bu sahnede direniş cephesinin durumu nettir. Suriye'nin kuzeyinde ve güneyindeki iki hükümet, direnişin önemli bir müttefikine teslim olması yönünde baskı kurmaya çalışıyor. Direniş ister terörist gruplar ister saldırgan hükümetler olsun, saldırganlarla mücadelede müttefikine yardım etmeyi görevi olarak görüyor. Bu tamamen meşru bir eylemdir ve düşmanca değildir ve aynı zamanda tamamen etkilidir. Bu defalarca test edilmiş ve kazanılmış bir deneyimdir.

Sadullah Zarei

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM