İbrahimî Dinânî: Kâşânî Söyleşileri (25): Kitâb-ı Mübîn, İnsân-ı Kâmil’in Nefsidir

Âyette geçen bu “Apaçık Kitap” nerede? Kitâb-ı Mübîn, İnsân-ı Kâmil’in nefsidir. Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) nefsi… Kâmil bir nefs aynı zamanda kâmil akıldır. Allah saydığı her şeyi burada kaydetmiştir. İnsanın azametine bir bakın! Hakk’ın ilminin mazharı kimdir?
GİRİŞ: 10.05.2024 08:37      GÜNCELLEME: 10.05.2024 08:37

Rasthaber -  El-Kelimâtu’l-Meknûne’de Nefs-i Nâtıka ile Duyular Arasındaki İlişki


Lârîcânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Saygıdeğer izleyicilerimizi, kıymetli dostlarımızı ve Marifet programının samimi takipçilerini saygıyla selâmlıyoruz.

Üstad, nefs ve nefsin mertebeleri –ya da diğer adıyla psikoloji– hakkında çok fazla soru alıyoruz. Bu konudaki en önemli sorulardan birini, nefs eğer mücerred ise bu durumda insanın amellerinin, nefste nasıl kaydedilebildiği sorusu teşkil etmekte… El-Kelimâtu’l-Meknûne’de buna da cevap verilmiş. Dilerseniz önce metni okuyayım, sonra zât-ı âlinizin yorumlarından istifade edelim:

İnsanın ruhuna, duyularıyla idrak ettiği her şeyden bir iz/eser aktarılır. Bunlar onun vücûd defterinde ve algılarının hazinesinde toplanırlar. Bu nedenle kendisinden sâdır olan her hayır (iyilik) ve şerri (kötülüğü) bu defterde görecektir. Özellikle de insanın kalıbını ve sıfatlarını ayaklar altına alan ve onda bir ahlâk ve melekeye dönüşen amelleri… Bugün gözler bu defterde yazılan amelleri müşahede etmekten acizdir. Ölüm gelip de dünyevî hissî (duyusal) meşgaleleri bir kenara ittiğinde, gözlerdeki o hicabı da ortadan kaldıracaktır.

Dînânî: Bismillahirrahmanirrahim.

Bu soruyu soran izleyicilerimiz gerçekten de çok akılcı ve dikkat gerektiren bir soru sormuşlar. Sorunun cevabı tıpkı bir umman enginliğinde… Muhterem izleyicilerimizin aslında öncelikle bu fiillerimizin menşeini sormaları gerekirdi. Sözler, fiiller ve düşünceler gerçekte ortaya çıktıkları yerde bir etki bırakmaktadırlar. Dolayısıyla soruda “son” sorulmuş, ancak “başlangıç” sorulmamıştır. Burada meselenin daha da anlaşılır olabilmesi için izleyicilerimize bazı örnekler vereceğim:

Biliyorsunuz, şu an ilkbahar mevsimindeyiz. Bu mevsimde dışarıyı incelediğinizde çok güzel doğal manzaralarla karşılaşırsınız. Manzaraları müşahede ettiğiniz an, anlamları da idrak etmeye başlarsınız. Yani onları anlam olmaksızın müşahede ediyor değilsiniz. Bu anlamlar nerededirler ve nereye yansırlar? Zihne ya da nefse... Gördüğünüz şeylerin, örneğin ağaç, deniz, dağ vs. olduğunu söyleyen, işte bu anlamlardır. Bu manzaralarda bir anlam olmasaydı, onları güzel bulmanız mümkün olur muydu? Hayır, sadece kuru kuruya görmüş olurdunuz. Diyeceğim o ki, her manzaranın bir anlamı vardır. Güzellik mi anlamdan gelir, yoksa anlam mı güzellikten gelir?

Lârîcânî: Güzellikler anlamdan gelir.

Dînânî: Evet, doğru cevap budur. Bunlar bir anlamda birliktedirler. Âlemdeki manzaraların anlamları vardır ve tabii ki anlamların da manzaraları… Manzaraları gözlerinizle temaşa ederken, anlamları da aklınızla kavrarsınız. Bunlar birbirlerinden ayrı değillerdir; ayrı olduklarını da söylemeye çalışmıyorum en başından beri. Her anlam bir manzarada zuhur eder. Her manzara size bir anlamı telkin eder. Bir manzaraya işaret etmeyen anlam var mıdır? Yoktur. Her anlam bir manzarada ya da çeşitli manzaralarda zahir olur. Dolayısıyla anlam dediğimiz şey aslında manzarada görünür olur. Yani manzara (kişiyi) bir anlama sevk eder. Anlam manzaradan, manzara da anlamdan ayrı değildir.

Bu âlemde gördüğünüz, işittiğiniz, kokladığınız, tattığınız şeyler ve işlediğiniz fiiller –en küçük ya da önemsiz fiiliniz dahi olsa– bilinçten mi gelirler, bilinçsizlikten mi? Bilinçten… Peki, her şey başladığı yere mi döner, yoksa bundan başka bir yere mi? Bilinçten doğmayan bir fiili yerine getirmiş olmanız mümkün müdür? Burada söz konusu fiillerin iyi veya kötü olmalarına bakmıyoruz; zira iyi veya kötü olmaları mümkündür elbette ki… Vurguladığımız şey –unvanı (=“iyi”lik ya da “kötü”lük) ne olursa olsun– bu fiillerin nereden doğduklarıdır. Bir fiili ihtiyâr ile, fakat bilinç olmaksızın işlemek mümkün müdür? Hayır. O, bilincinizden doğar ve eyleminizde görünür olur. Bir dağa tırmanışınızda, bir aracı kullanışınızda, bir yazıyı yazışınızda… Kısacası her eyleminizde… Bu eylemler bir iki taneyle sınırlı değiller ki… Hepsi bilinç dediğimiz bir kaynaktan vücûda gelirler. Bilinçten geldikleri gibi yine ona döner ve nefsinizde iz bırakırlar. Fiilin nefsiniz üzerinde etkili olmamasına imkân yoktur. Bir başka örnek daha verelim. Zira bu konu örneklerle anlaşılabilecek bir şey.

Öfkesi çok şiddetli olan birini düşünün. Bu kişi öfkelendiğinde, öfkesinin bedeni üzerinde bir etkisi yok mudur? Kesinlikle vardır. Örneğin bu esnada kan akışı hızlanır, eğer bir de kalbi var ise bir krizle ölmesi işten bile değildir. Öfke bir halet, idrak ve tabiattır. Yani kızgınlığın hâkim olduğu şiddetli bir hali ifade eder. Beden üzerindeki etkilerini saymaya gerek dahi yok… İlk etkisini kan basıncınızda görürsünüz. Bu durumun zıddı olan ferahlık, sevinç ve huzurun da üzerinizde bir tesiri olur, öyle değil mi? Sevincin insan üzerindeki o muazzam etkilerini anlatmaya gerek var mı? İnsanın mizacî sıhhati üzerinde o kadar müspet etkileri var ki… Sonuç itibariyle ihtiyârla yapılan her fiil, nefs-i nâtıka üzerinde eser bırakır.

Nefs-i nâtıka hakkında artık herkes bir şekilde bilgi sahibi… Nefs idraksiz olabilir mi? Bazıları idrak ile nefsin birbirinden ayrı ve idrakin nefse arız olduğunu sanmaktalar. İdrak nefse arız olan bir şey midir, yoksa nefsin kendisi midir? Eş-Şeyhü’r-Reîs İbn Sînâ ile Molla Sadrâ’nın âkil ile makûlün birlikteliğini savundukları nazariyeyi bir hatırlayalım. Burada da müdrek (algılanan) ile müdrikin (algılayan) birlikteliği söz konusu. İbn Sînâ’nın bu düşüncesini Molla Sadrâ da savunmuş; üstelik bununla kalmayıp kapsamını da genişletmiştir. Hâss (duyumsayan) ile mahsûs (duyumsanan) arasında da bir birliğin olduğunu söylemiştir. Eğer sizde karşınızdaki çiçeğin idraki olmasaydı, onu görebilir miydiniz? Her şeyden önce çiçeği iç dünyanızda mı görürsünüz, yoksa dış (fiziksel) dünyada mı? Önce iç dünyanızda görürsünüz. İç dünyanızda gördüğünüz için karşınızda görürsünüz zaten. Dış dünyada görmek, iç dünyada “olmanın” kendisidir. Duymak vd. gibi duyularımız için de geçerli bu. Dışarıda gördüğünüz her şeyin iç dünyanızda bir örneği vardır. Bu evren tüm azametiyle sizin iç dünyanızda olmasaydı, onu göremezdiniz. İçinizde duyumsadığınız âlemde mevcutsunuz aslında. İçinizde olmayan bir âlemde olmanız mümkün değildir.

Başka bir misal daha verelim: Mehtaplı bir gecede gökyüzünü izlediğinizi varsayalım. Parıldayan yıldızları bu berrak havada daha net görürsünüz. Gerçekte bunların ışıkları bizlere o anda değil, binlerce ışık yılı öncesinden ulaşıyor. Bizler onların yansımalarını yeni yeni görebiliyoruz belki... Şu anki ışıklarını ise binlerce yıl sonra dünyaya gelecek olanlar görecekler. Hâlbuki biraz önce dışarda gördüğümüz her şeyin gerçekte iç dünyamızda olduklarını belirtmiştik. Dış dünyada idrak edebildiğimiz her şey içimizdedir. İdrak edemediğiniz şeyin dış dünyada olup olmadığını bilemezsiniz. Âlemde, idrak etmemizin mümkün olmadığı şeyler de mevcut sonuçta. Şimdi mevcut olmayıp gelecekte mevcut olan şeyleri idrak etmemiz de mümkün. Evet, böyle bir durum da var. Zihnin dünyası, dış dünyadan daha geniştir. Niçin? İdrak edildiği halde dış dünyada olmayan şeylerin varlığından dolayı… İctimâ-i nakîzeyni (iki çelişiğin toplamı, birlikteliği) biliyorsunuz. Bu, dış dünyada mevcut değildir. Buna rağmen onu anlayabiliyoruz, öyle değil mi? Eğer böyleyse bizler dış dünyada mevcut olmayan şeyleri kavrayabiliyoruz demektir. Anka kuşu da bu şekildedir. Şairlerimiz ondan sıkça söz etmişler ve yaşadığını varsaymışlardır. Zihnimizde de mevcut… Ancak ornitologlar (kuş bilimciler), şimdiye dek Anka diye bir kuşun varlığından hiç söz etmediler. O hep efsanevî bir kuş olarak kaldı.

Lârîcânî: Üstad bu buradan şöyle bir sonuç çıkarabilir miyiz? Dış dünyada var olan her şeyin fihristi nefstedir. İşlediğimiz tüm fiillerin algısal formları da (idraki suretler) sürekli olarak nefste kayıt altına alınmaktadır.

Dînânî: İdrakin eşlik etmediği bir amel olabilir mi? Hayır. O halde amelin ruhu, idraktir. Biraz önce sözünü ettiğimiz “kaydedilme” maddî bir şey değildir. Bazıları buradan yola çıkarak nefsin maddî bir şey olduklarını düşünmesinler sakın… Mücerredât âlemini maddî bilmek sorunlu bir bakıştır. İçinde bulunduğumuz bu maddî dünyada, “kaydetmek” fiili bir defter ya da elektronik bir cihaz üzerinde icra edilir. Ancak mana âlemindeki kayıt bu şekilde değildir. Burada huzûrî bir tecridden bahsediyoruz. İlmî ve bilinçsel bir huzûrdan… Bilgi ve bilinç mi huzurdur, yoksa madde mi? Madde huzûrun kenarından dahi geçemez. Bizler maddî şeyleri idrak etmeseydik, onların huzurdan bir nasipleri olmazdı. İdrak edilmedikleri sürece anlam da bulamazlardı doğal olarak… Bunların anlamları, idrakimiz sayesinde huzûr ile vasfolurlar. Âlemde gördüğümüz her şey algılarımızda kaydedilir. Burada mevcut olan her şey tabiat-ötesinde de mevcuttur. Bildiğiniz gibi, inançsızlar ve kâfirler dahi metafizikten söz ediyorlar. İnanmıyorsalar bile, en azından dillerinde böyle bir lafız var. Aslında metafiziği Kaf Dağı’nda, asla ulaşılamayacak bir şey olarak görüyorlar. Gerçekte o, bu âlemi ihata eden bir âlem… Metafizik bunların sandığı gibi, garip ve acayip bir şey değil. Fizik, kendisiyle ölçü aldığımız şeydir. Fizikle ilgili şeyler ölçülebilir şeylerdir. Örneğin molekülleri ölçebilir miyiz? Ölçeriz... Hatta bugün quantum fiziğinde de değinildiği üzere, zerrenin (taneciğin) dalgaya dönüştüğü yerde dalgayı da yine fizikle ölçeriz. Bunların her birini ölçebilecek bir araç vardır; amma mana âlemini ölçebilecek bir araç yoktur. Mana âlemi mi bizi ölçer, biz mi onu ölçeriz? O bizlere bir ölçü koyar. Mühendis bir şeyi ölçerken metre, pergel ve cetvel gibi araçlar kullanır. Bir şair de şiir yazarken hece ya da aruz ölçüsünden faydalanır. Her alanda bir “ölçü” var gördüğünüz gibi… Bazı şairler hiç okul okumadıkları ve bu ölçüleri bilmedikleri halde kafiyeli ve mevzun şiirler yazabilmişlerdir. Onların bizzat akılları mevzun ve aruzî olmuştur artık. Buğdayı neyle tartarsınız? Teraziyle. Teraziyi ölçü olarak belirleyen şey nedir? Akıl… Peki, aklı neyle ölçersiniz? Yine akılla. Akıl tüm ölçülerin ölçüsüdür. İşte bu kadar…

Lârîcânî: Üstad, insan nefsindeki zarafet o kadar fazla ki, hakkında ne söylesek yine de az gelir. Allâme Tabâtabâî’nin “Biz her insanın kuşunu kendi boynuna astık”[1] âyetinin tefsirinde kaleme aldığı ifadeler benim için oldukça ilginçti. Bunu elbette ki başka müfessirlerden de okudum. Ancak onun o ilmî-marifetî perspektifini hiç kimsede bulamadım. Ona göre insanın amelleri kitap kitap (hatta I. cilt, II. cilt,… şeklinde) yazılıdır. Bu kayıtlar mahsûs (somut) bir şekilde mi yapılıyor, yoksa yine idrakî suretler şeklinde mi?

Dînânî: Gördüğümüz her şey mahsûstur. Bu âlemde işimiz en çok mahsûsât iledir. Mahsûsât âlemindeki şeyler hayâl âleminde de mevcutturlar. Hayâl âlemi tasvirler âlemidir. Mahsûsâttan elinizi eteğinizi çekip kendinizi karanlık bir odaya kapatsanız ve tüm duyu organlarınızı dış dünyaya kapatsanız dahi zihninize bir engel koyamazsınız. Bu haldeyken bile zihninize bir şeyler gelmeye devam eder. İşte hayâl âlemi budur. Zihninizde –ister mevcut ister kurmaca olsun– sonsuz sayıda formu kurabilirsiniz. Hatta muhali dahi düşünebilirsiniz. Örneği yüz başlı bir insanı tasavvur edemez misiniz? Edersiniz; ama dış dünyada böyle bir varlığa rastlayamazsınız. Mahsûsât âleminde olan şey, hayâl âleminde de vardır. Sonsuz hayâl âlemindeki şeyler akıl âleminde olabilirler mi peki? Mahsûsât âlemindeki şeyler hayâl âleminde, hayâl âlemindekiler de akıl âlemindedirler. Akıl âlemindeki şeyler ise akıl-ötesi âlemdedirler. Bunların tamamı Hakk’ın ilmindedir. Buna göre yukarıda olan, aşağıdakini kuşatmıştır; ancak bunun tersi doğru değildir: Biz her şeyi apaçık bir kitapta saydık.[2] Kum tanelerini, molekülleri, denizdeki damlaları sayabilir misiniz? Hayır. Bu bir hayli zordur. Fakat Allah bunların hepsini sayabilir. Âyette geçen bu “Apaçık Kitap” nerede? Kitâb-ı Mübîn, İnsân-ı Kâmil’in nefsidir. Hz. Hatmî Mertebet’in (s.a.a.) nefsi… Kâmil bir nefs aynı zamanda kâmil akıldır. Allah saydığı her şeyi burada kaydetmiştir. İnsanın azametine bir bakın! Hakk’ın ilminin mazharı kimdir?

Lârîcânî: İnsân-ı Kâmil’dir.

Dînânî: Evet. Kitâb-ı Mübîn de odur.

Lârîcânî: O halde herkes kendi hakikatini İnsân-ı Kâmil’de görebilir.

Dînânî: Evet. Yukarıda (daha yüce âlemlerde) olup da bu âlemde gerçekleşmeyen hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla burada vuku bulan her şey, orada tekrar görünür olacaktır.

Batılı filozofların son dönemlerde sıkça vurguladıkları bir konu var: Tarihin sonu. Tarihin sonu, tarihin dışında mıdır, içinde midir? Tarihte olursa, bunun adı son olabilir mi? Hayır, o yine tarihin kendisi (ya da bir parçası) olur. Tarihinin sonu (olan şey) onun dışında olmak zorundadır. Bir başka örnek daha verelim: Zamanın sonu zamanın içinde midir, yoksa dışında mıdır? Burada da yine aynı durum söz konusudur. Zamanın içinde olan şey onun sonu olamaz. Her şeyin sonu, onun dışındadır.

Lârîcânî: Çok zarif bir nokta.

Dînânî: Şimdi şu anda dahi zamanın ya da tarihin sonunun olması mümkündür. Bunun için belli bir eşiği ya da tarihsel kesiti beklemeye gerek yoktur. Bazı şeyler/şahsiyetler zamanın ve tarihin ötesindedirler. Örneğin peygamberler ve Allah’ın velileri… Şu an bize en yakın örnek olan akıl dahi zamanın ötesindedir. Akıl zamanda zuhur etmesine rağmen onun içinde değildir. Dünyayı baştan sona dolaşıp gelseniz, yine de aklı göremezsiniz. Göreceğiniz şey en fazla onun eserleri olabilir. Ve aynı zamanda akıl sahibi olan insanoğlu... Akıl sahibi olarak yaratılmış insanoğlunun yeryüzünde sayısı malumunuz. Dünya var oldukça da olmaya devam edecek. Bu insanlara baktığınızda akıllarını mı görürsünüz, akıllarının yansımalarını mı? Akıl sahibi bir varlığı görürsünüz sadece, aklın kendisini değil… Aklı niçin göremiyoruz? Mahsûs mudur? Hayır, değildir. O halde niçin akıl sahiplerini ve aklın eserlerini görüyoruz da aklın kendisini göremiyoruz? Mahsûs olmadığı için…

Günümüzün en büyük problemlerinden biri, insanın araçsallaştırılmasıdır. Bir ara haberlerde, sürücüye ihtiyaç duymayan otomatik araçların üretildiğini ve bunların insanları bir yerden alıp başka bir yere götürdüklerini görmüştüm. Yeryüzündeki tüm iş kolları, sanayiler, fabrikalar, tesisler vd. bu sisteme geçecek olsalar, o vakit insan ne olur? Araçsallaşır. İnsan araç mıdır, araçları oluşturan mıdır?

Lârîcânî: Günümüz dünyası insanı bugün araçlara esir etti.

Dînânî: İnsanın işi budur. Hatta geçmişte “araç yapan hayvan” olarak dahi tanımlanmıştır. Bizler araçları meydana getiren mi olmalıyız, yoksa aracın kendisi mi? Bu hâle düşen insan artık zavallıların zavallısı olmuştur.

Lârîcânî: Biraz önce Kitâb-ı Mübîn’in İnsân-ı Kâmil olduğunu belirtmiştiniz. İnsan iyi ve kötü amellerini İnsân-ı Kâmil’in aynasında müşahede edebilir. Bu çok güzel bir yorumdu. Belki de “Oku kitabını”[3] âyetinin bir anlamı da bu olsa gerek, öyle değil mi?

Dînânî: O gün bizzat bizler kitabımızın kendisiyiz. Orada elinize bu dünyadaki gibi, filan yayınevinden çıkmış bir kitabı vermeyecekler. Burada birbirlerini yine âyetler tefsir ediyor. Akabinde gelen âyete bakın: “Bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter.” Hem kitabın kendisisiniz hem de kendinize hesap sorucusunuz. O gün insan hem hesaba çekilen hem de hesap soracak olandır! Bu dünyada kitap değilsiniz; kitap okuyansınız. Ama orada hem kitabın kendisi olacaksınız hem de kitabı okuyan… Eğer bu kitabın sayfalarını kötü amellerle doldurmuşsanız, vay halinize!

Lârîcânî: Allâme Tabâtabâî’nin Kitâb-ı Mübîn hakkında da çok güzel bir tefsiri var: Bazı ameller o kitapta apaçıktır. Programın başında okuduğum pasajda Feyz, bu kitapta insanda meleke ve huy halini alan eylemlerin yer alacaklarını belirtmişti.

Dînânî: İzin verirseniz buraları açıklayalım: Her birimizin halleri ve melekeleri vardır. Hal, gelip geçici şeydir. Meleke ise sabit ve nüfuz etmiş şeydir. Nüfuz eden bir şey, artık geçici olmaz. Bazı alışkanlıklarımız bize nüfuz etmiş vaziyettedir, öyle değil mi? Eğer bunlar kötü alışkanlıklarsa, bizlere gerçekten yazık… Sorunlarından dolayı uyuşturucuya sığınmış bir insanı düşünün. O, uyuşturucuya önce merak salar ve onu bir kereliğine deneyimlemek ister. Eğer bu kadarla sınırlı kalsa neyse… Ama bunu sürdürdüğü takdirde, bağımlı olup çıkar. Yani onda bir alışkanlık halini alır ve benliğine nüfuz eder. Bu aşamadan sonra artık onu terk edebilir mi? Zordur ama yine de mümkündür. Bazen bundan da daha kötü alışkanlıklar ve bağımlılıklar vardır. Örneğin yalancılığı adet edinmiş birini düşünün. Bu insan ne yaparsa yapsın, kendini ondan alıkoyamaz. Bunun tersi olarak, ömrü boyunca doğru konuşmayı prensip ve adet edinmiş birine de kellesini alsanız yalan söyletemezsiniz. Melekelerin hallerden farkı budur. Melekeler kolayca ortadan kaldırılamazlar. İnsana Kıyamet Günü’nde kalacak olan işte bu melekeleridir. Kötü alışkanlıkların bizde meleke halini almaması için çaba harcayalım ve dua edelim… Esasında buna hiçbir zaman izin vermemeli, yol yakınken önünü almalıyız.

Lârîcânî: Yine çok güzel bir dersti. Değerli bilgilerinizden müstefid olduk, üstad. Elbette ki bu konu üzerine daha söylenecek çok şey vardı ve değerli izleyicilerimizden de birçok soru gelmişti. İnşallah ilerleyen programlarımızda bunları sırasıyla ele almamız mümkün olur. Ümit ediyorum ki, kısmen de olsa bugünkü sorunun cevabı verilmiştir.

Bir sonraki programda tekrar görüşmek dileğiyle, muhterem üstadımızla birlikte hepinizi Allah’a emanet ediyoruz. Hoşça kalın.

Medya Şafak

[1] İsrâ Sûresi, 13. âyet

[2] Yâ-Sîn Sûresi, 12. âyet

[3] İsrâ Sûresi, 14. âyet

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM