Bu da şaşılacak bir durum değildir. Zira, söz konusu
ettiğimiz içerideki kesim müptezel bir yaşama alışık olduğu için ahlâk
disiplinini önceleyen yeni yönetim anlayışı kendilerine abartılı, absürt ve
rijit gelmektedir. "Hiç olmazsa kendilerine otoritemiz geldiği zaman boyun
eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaşmış ve şeytan da onlara müptezel yaşamı
cazip/süslü gösterdi." (En'âm: 43)
"Andolsun ki, senden önceki ümmetlere de elçiler
gönderdik. Ancak şeytan onlara günah içindeki ahlâk dışı yaşamlarını süslü
gösterdi. Bugün de onların dostu odur ve onlara acıklı bir azap vardır."
(Nahl: 63)
Evet, bu müesses nizamın kendine özgü disiplinleri ve ahlâk
kuralları var, fakat bu kurallar İran coğrafyasında yaşayan halkın bir kesimine
ağır gelmektedir. Bunlar insanı insan yapan, insanı erdemli kılan, insan
topluluklarına hayat bahşeden bu yüceler yücesi ahlâkî değerlere ve bu
değerlerle birlikte halkın kolektif çoğunluğuna konsolide olmak/entegre olmak
istememektedirler. Küresel emperyalizme karşı ortak paydada hareket etmek
varken illaki iğreti ve pespaye hâllerine devam etmek istemektedirler.
Bunlar İslâmî değerlere senkronize olmuş halkın huzur ve
insicamını bozmanın derdindeler.
Öyle ki, nefsanî arzularının kölesi olmuş, sosyal ahlâk
kurallarına tezat teşkil eden, sapkın temayülleri olan bu toplum ne kadar
tolere edilse de yönetim şeklindeki disiplin ve ahlâk kuralları bunlar için
baskı unsuru olarak telakki edilecektir. Bu yüzden her fırsatta, o toplum
içerisinde yaşayan ve fakat doğruluğun, erdemliliğin, hicabın/tesettürün
ahlâksal mükemmellik olduğuna inanmayan/ahlâk tanımayan müptezel insanlar her
fırsatta tepki vereceklerdir. Aslında insanoğlunun olduğu her yerde bu normal
bir durumdur ve şaşırmamak/hayret etmemek gerekir. Olayı nübüvvetin Medine döneminden
örnek vererek izah etmeye çalışalım: Bizim içersinde bulunduğumuz Ehl-i Sünnet
dünyasında "Asr-ı Saadet" diye bir metafor algı var. O dönemi biraz
tetkik ettiğimizde olayın hiç de öyle olmadığı anlaşılacaktır. Kronolojik
olarak Siret-i Nebi'yi araştırdığımızda Allah Resulü'nün sadece Mekke'de değil,
Medine döneminde de nice meşakkatlere, nice çilelere ve nice vefasızlıklara
bizzat sahabesi tarafından maruz kaldığını görmüş olacağız. Hatta eşleri
tarafından olmadık komplo ve yersiz taleplerden dolayı eziyete uğradığı ve
incitildiği görülecektir.
"Ey Peygamber! Eşlerine de ki: 'Eğer dünya hayatını ve
süsünü istiyorsanız gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzel bir
şekilde salıvereyim." (Ahzâb: 28)
"Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona sizin yerinize sizden
daha hayırlı, Müslüman, mü'min, gönülden boyun eğen, tevbe eden, ibadet eden,
oruç tutan ve her türlü dinî vecibelerini yerine getiren dul ve bekâr kadınlar
verir." (Tahrim: 5)
Bildiğiniz üzere Allah Resulü, kendi tercihine bırakılmasına
rağmen eşlerinin eziyetlerine sabredip onları boşamadı. Fakat Allah Resulü'nün
vefatından sonra Allah'ın hükmüne mugayir hareket edip Cemel Savaşı'nı çıkaran
Aişe Validemiz olmuştu. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Ey peygamber eşleri!
Dışarı çıkmanızı gerektiren zarurî bir sebep olmadıkça evlerinizde vakarla
oturun." (Ahzâb: 33)
Biz Kur'an verileri ile risalet dönemine baktığımızda toplum
tarafından algılanan ve bilinenden maada farklı bir manzaraya tanık olmaktayız.
Ne yazık ki, tarih kitaplarının pek çoğu bize sahabeyi de
Peygamberimiz'in eşlerini de oldukları gibi tanıtmadı. Elbette ki tarih övgü ve
sövgü aracı olmamalı. Tarih yalın gerçekliği ile ibret vesikası olmalı. Ne
yazık ki, histerik duygular ve hamaset buna engel olmaktadır.
Şimdi siz, "Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir
hangisine uyarsanız sizi doğru yola götürür" diye bir uydurma hadise/söze
inanırsanız Medine halkını da aynı şekilde temiz ve nezih insanlar olarak
görürsünüz. Neymiş efendim, insanlar İslâm'ı kabul etmekle, topyekûn bir
şekilde İslâm'ın prensiplerine sadakatle sarılıp "sütten çıkma ak
kaşık" oldular ve içkiden, zinadan, hırsızlıktan vel hasılı her türlü
kötülükten, her türlü haram ve günahtan el çekip, herkesin birbirinin hak ve
hukukuna riayet ettiği, kimsenin çalıp çırpmadığı, kimsenin namusuna göz
dikilmediği, kimsenin zina yapmadığı güven içerisinde, mutlu/huzurlu bir sosyal
doku meydana geldi öyle mi? Hayır efendim hiç de öyle değil. Belki bu
saydığımız günah ve kötülükler minimize edildi, asgariye indi ama yok olmadı,
tarihe gömülmedi. Medine site devleti mükemmel bir medeniyet projesine,
mükemmel bir yönetim şekline rağmen orası cennet olmadı. Bu zaten eşyanın
tabiatına aykırıdır. Bakınız, adına "Saadet Asrı" denilen o zaman
diliminde insanların içerisinde gizliden gizliye içki içen, zina ve hırsızlık
yapanlar vardı. Üstelik bu işi yapanlara ceza-i müeyyide uygulanıyordu. Toplum
içerisinde bir de sadakat sahibi olmayan erdemsiz insanlar da vardı. Örneğin
Uhud Savaşı'na katılan bin kişiden 300'ü düşmanı güçlü görünce geri kaçmıştı. Yine
Uhud Savaşı'nda tepe müfrezesine Allah Resulü ısrarla oradan ayrılmamalarını
tembihlemesine rağmen, (hatta "Cesetlerimizin üzerine akbabaların indiğini
görseniz bile tepeyi terk etmeyin" demesine rağmen) ganimet aşkıyla tepeyi
terk ettiler ve düşman ordu komutanı Halit bin Velit'in boş kalan tepe
tarafından saldırmasıyla savaşın kaderi değişmiş ve Müslümanlar 70 şehid
vererek hezimet içerisinde savaştan mağlup ayrılmışlardı. Bu savaşta Allah
Resulü yaralanmış ve dişi kırılmıştı. En sadık diye bilinen sahabeler can
derdine düşüp Allah Resulü'nü İmâm Ali'nin savunmasına terk etmişlerdi. (Ayrıca
bildiğiniz üzere bu savaşta Muaviye'nin annesi Hind, Vahşi ismindeki kişiyi
kiralamış ve Hazreti Hamza'yı şehid ettirmişti.) Demek istediğimiz o ki,
böylesine sadakatsiz sahabeler de vardı. Yine bir gün Allah Resulü'nün
imâmetinde Cuma namazı kılındığı esnada ticaret kervanı Medine'ye giriş yapınca
cemaat hurra mescidi terk edip şamata içerisinde alışverişe koşuyor.
Rivayetlerde belirtildiği üzere mescitte 13 kişi kalıyor. İşte o toplumun
yapısı buydu. "Onlar bir ticaret veya eğlence görünce ona yönelip seni
ayakta bırakıverdiler. De ki: 'Allah’ın nezdinde olan, eğlenceden de ticaretten
de üstündür. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Cuma:11)
Yine bir gün Allah Resulü ganimet dağıtırken sahabelerden
biri kendisine düşen hisseye razı olmayıp, "adil ol ya Muhammed"
diyerek Sevgili Peygamberimiz'in üzerine höreleniyor. Allah Resulü gayet
sükunetle, "Ben adil olmayacaksam kim adil olacak?" diye cevap
veriyor.
Bir başka gün sahabenin biri Allah Resulü'nün huzuruna
gelip, "Ya Resulullah maişet derdi içerisindeyim, hanımlarım, çocuklarım
açlık sıkıntısı çekiyor. Ben bir kadınla tanıştım o şey işi yapıyor, çok da
para kazanıyor, ben onunla evlensem ve yine o işi yapmaya devam etse ve biraz
maişet sıkıntımız gitse olur mu?" diyor. (Bu kişi ya zina ile ilgili
ayetleri bilmiyordu veya zina ile ilgili ayetler nazil olmamıştı.) Evet, bu
kişi de sahabeydi. Ama zihniyetine bakın neyin derdinde ve nasıl bir düşünceye
sahip? Bir kesim sahabeler de kendi aralarında konuşup, peygamber ölünce
eşleriyle evlenmenin hesabını yaparak rekabet hâlindeydiler ve bu düşüncelerini
Allah Resulü'ne küstahça söyleyip onu incitmişlerdi. Bu durum karşısında hemen
ayetler nazil oluyor: "Sizin Allah'ın Resûlünü üzmeniz ve onun ölümünden
sonra hanımlarını nikâhlamanız size ebediyen yasaklanmıştır. Çünkü bu Allah
katında büyük bir günahtır." (Ahzâb: 53)
"Peygamber mü'minlere kendi canlarından daha evlâdır.
Onun eşleri de mü'minlerin anneleridir." (Ahzâb: 6)
Hatırlayalım, Cemel Savaşı'nda Aişe Validemiz ve ordusu
mağlup olduğunda bir takım kişiler İmâm Ali'ye, "Bunların mallarını
ganimet ve kadınlarını cariye olarak alalım" dediklerinde İmâm Ali
hiddetli bir şekilde, "Hanginiz annenizi cariye almak ister?" deyince
bütün başlar aşağı eğiliyor. Bunun akabinde İmâm Ali, Muhammed bin Ebubekir'i
görevlendirip ablası Aişe Validemiz'i güvenli bir şekilde Medine'ye götürmesini
söylüyor.
Yine o dönem insanlarının psikolojisini ve karakteristik
yapısını tahlil etmek için Usame'nin ordusunu terk edenleri düşünelim! Onların
içerisinde seçkin bilinen sahabeler de vardı. Allah Resulü'nün ısrarına rağmen
geri dönenler oldu. Bu örnekleri aslında çoğaltabiliriz. Fakat yazımız uzamasın
diye veya bir başka yazımızda değiniriz düşüncesiyle "Tebük seferi dönüşü
ashabından bazılarının Resulullah'a suikast girişimi"ne, "Kırtas
Hadisesi"ne, "Gadir-i Hum" olayına veya "Sakife"
ihanetine temas etmiyoruz. Allah Resulü'nün döneminden örnekler vererek bizim
bu satırlarda ifade etmek istediğimiz insan topluluklarının var olduğu her yer
ve ortamda kötülüklerin ve serkeşliklerin olması kaçınılmazdır. Yeryüzü cennet
değildir. Adına "Asr-ı Saadet" dediğimiz o dönemde bile ne
kötülükler,ne günahlar işlenmiş ve Allah Resulü'ne ne eziyetler yapılmış. Şimdi
bizim halkımızın bir kesimi, "İşte efendim aradan 43 yıl geçti İran'da
hâlâ bir takım insanlar Batı'nın müptezel yaşam biçimine öykünerek başlarını ve
mahrem yerlerini açmanın derdine düşmüşler. İslâm rejimi demek ki başarılı
olamamış. Ya sistemleri yanlış ya yönetim erki bozuk" diyebiliyorlar.
Adama demezler mi, "Ya kardeşim, siz yapın, siz de bir
İslâmî yönetim tesis edin biz de size öykünelim."
Kısaca ifade edecek olursak, bir coğrafyada İslâm Devleti
kuruldu diye, İslâm müesses nizama dönüştü diye, "o yerde her şey dört
dörtlük, her şey gürültüsüz, olaysız yatışmış, yani sütliman olmuş" demek
muhâldir/imkânsızdır.
Böyle bir şeyin olması eşyanın tabiatına aykırı olduğu gibi,
şeytan ve nefsin tasallutunda olan insanın İslâm'ı kabul etmekle veya Allah
Resulü'nün tesis ettiği İslâm prensiplerine uygun site devletinde yaşıyor
olmakla, herkesin masumane bir hayat yaşadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Böyle
bir şeyin olması mümkün değildir. Bunun insanlık tarihinde örneği
görülmemiştir. Şu hâlde İran İslâm Cumhuriyeti'nden böyle bir beklenti
içerisinde olmamalıyız. İran İslâm Cumhuriyeti bütün kuşatılmışlığına rağmen,
ilk günden beri uygulanan ambargolara rağmen küresel emperyalime karşı onur ve
izzetiyle dimdik ayakta duruyorsa, ümmet olarak biz bunu takdirle
karşılamalıyız. İran'ın ambargolara rağmen kendi teknolojisini geliştirmesi,
eğitim ve sağlıkta takdire şayan mesafe katetmesi, özellikle silah/füze
sanayiinde ve nükleer enerji üretiminde bütün dayatmalara rağmen geri adım
atmayıp gelişimine devam etmesi biz ümmet açısından onur verici bir durum değil
midir?
Hazım Koral